30 Haziran 2013

Çekip Gidince


çekip gidince
 bir boşluk kalıyorsa arkanızda
 vardınız demektir
 çekip gidince
 bambaşka yolar döşenir
 önünüzde
 siz dursanız da öylece
 dünya dönmeye devam eder
 güneşin çevresinde
 en iyisi
 çekip gideceksiniz

Kedi


gündoğumunda 
 aniden uyandım
 kedi yatıyordu yanımda
 usulca karnını okşadım
 açtı gözlerini, gerindi
 hınzır hınzır gülümsedi

Güz Sonları


hep güz sonları aklımda
 hep turuncu
 hep kırmızı
 açıyorum umutla kapımı
 bir buket beton yapı
 uzatıyor içeri
 sinsice başını

Sessizlik


bir sessizlik uçuşuyor çevremde
toz gibi hafif
çiy gibi serin
 okyanus dibinde yatan
 antik bir gemi gibi 
 pür telaş hallerim

29 Haziran 2013

Elma


almalı elmayı
 çıkmalı yola
 bir ısırık alıp
 bir düşünmeli
 bir çiğneyip yutup
 bir düşünmeli
 elma güzel,
 yaşamak da.
 vakit varken
 sevinmeli.

Ne Varsa İçimde


ne varsa içimde
 anlattım hurmaya
 kız dedi delisin
 yapma etme eyleme
 öyle mi hurma
 dedi vallahi öyle
 o zaman aldım hamağı
 astım dalına
 vurdum kopçayı
 yuvarlandım aşağı

Yolculuk


bir fısıltı ulaştı 
 bir küçük dokunuş
 ayak sesleri var içimde
 falımda yol çıkmış dedi annem
 biliyorum
 yolculuk var gene

Giremezsiniz


dünyanın bütün sevinçleri
 ve suları denizlerin
 dünyanın bütün sevdaları
 ve kumları sahillerin
 alır koyarım sizi
 bakışlarıma
 alır götürürüm yasak topraklarıma...
 giremezsiniz

İlk


ilk yıldız belirdi gökyüzünde
 gördüm
 ilk ışık düştü yüzüme
 bildim
 ilk karanlık çöktüğünde...
 koşup geldi kedi
 küt küt atıyordu yüreciği
 okşayıp sevdim.

Kendimce


ağaç kendincedir
 çiçek kendince
 yağmur kendincedir
 rüzgar kendince.
 ben kendimceyim
 kendimce eylerim
 kendimce söylerim
 ağlarım, gülerim
 kendimce...

Ayakkabı


attım bütün ayakkabılarımı
 bir gün "ayakabı aldıkça yalınayak kaldım" diyen
 biri çıkar tedirginliğiyle,
 giydim potinlerimi
 böylece rahatladım.

Uyandım Sabahtı


uyandım sabahtı
 dışarda kuş sesleri
 yastığımda bir demet 
 menekşe vardı
 uyandım sabahtı
 yıldız düştü kucağıma
 aydedem dolun
 gökyüzüm atlastı
 uyandım
 bir kapı çıt dedi açıldı, 
 öteki kapandı.

27 Haziran 2013

Öyle Bakma Çocuk


öyle bakma çocuk,
 öyle taa içimize, ciğerimize
 bakma
 göreceklerinden korkarım,
 rahat yataklarda uyuduğumuzu
 soframızda kuş sütü eksik olduğunu,
 kiraz yediğimizi ve bir kerecik
 olsun,
 tek bir kerecik olsun senin gözlerinin içine bakmadan
 yürüyüp gittiğimizi hatırlatma.

26 Haziran 2013

BAŞIM BURADA KALSIN BEN GİDİYORUM

Alıp başımı gideyim diyorum.  Uzak ülkelere. Yaban diyarlara. Bir ben olayım bir de yalnızlığım. Dünyanın öte ucuna. Koparayım bağlarımı buralardan. Ne olmuş doğduğum yer burasıysa. Ne var sanki burada geçtiyse çocukluğum. Geçmiş, yaşanmış, tükenmiş zamanlar niye bu kadar önemli olsun. Niye?  Kim demiş hep aynı coğrafyada yaşanacak orada ölünecek diye. Kim demiş her gidilen yerden dönülecek diye. Alıp başımı gideyim buralardan.

Aslında benim istediğim başımı bırakıp gitmek.  Benim olan ama bana acı veren anıları istemiyorum,  gelmesinler.  Dudağımın ucunda bir gülümseme gibi duran güzel anıları da istemiyorum. Çünkü biliyorum.  Doğdukları, var oldukları coğrafyadan koparılır koparılmaz onlar da acı verecekler bana. Üzerime yapışan, bende iz bırakan her şeyden silkinmek, çırılçıplak bir ruhla kalmak istiyorum.  Böyle çıkmak istiyorum yeni yolculuğuma. Kısaca “Ben ve Ben” olalım istiyorum. 

Radyoda bir ses: mırıl mırıl ne söylüyor böyle.   Anılarımızdan kurtulmanın yolları mı?  Ne gülünç. Ne kadar boş bir çaba. Dolaptaki elbiseler,  kravatlar, şallar hepsi değersiz bez parçaları. Ya albümlerdeki fotoğraflar. Onlar da sararmış solmuş eski kâğıt parçaları. Hepsi bundan ibaret.   Atabilir, yakabilirsiniz.  Eski bir salıncakta sallanan minicik bir kız çocuğu. Saçları dağılmış kopça vurmaktan.  Uçuşan eteğinin sayvanından külotu görünüyor. Ne hoş bir resimdi o zamanlar. Şimdiyse acı veriyor demek.  Yakın öyleyse. Çok kolay. Ama böyle salıncakta sallanan çocukları her görüşünüzde belleğinizde canlanacak aynı görüntüyü yakabilir misiniz?  Kurtulabilir misiniz tekrar tekrar hatırlamaktan.

Size ihanet eden bir dostun armağanını belki çöpe atabilirsiniz öfkeyle.  Derin bir çukur kazıp gömebilirsiniz belki. Peki ya eski güzel günlerin düşlerinize girmesine engel olabilir misiniz?
Benzer ihanetlerde belleğinizde canlanan bu eski görüntüleri silebilir misiniz?  Hayır mı? Ne yazık.

Yaşantılar birer sinsi gölge gibi siniyor üzerimize. Kat kat, kabuk kabuk birikiyorlar. Kazıyıp atmak üzerimden “ben”i bulmak, kazıyıp atmak üzerinden “sen’e  ulaşmak, en derindeki gerçek ve örselenmemiş yüreğine dokunmak isterdim. 

Üzerimde asılı duruyor hepsi salkım saçak geçmişimin. Saçları örgülü, şehlâ gözleriyle bakıp duran küçücük bir kız çocuğunun gölgesi. Sol yanağımda halâ, altı yaşında bademcik ameliyatı olurken canlı canlı, doktorumdan yediğim tokadın izleri.   İşlemediği bir suçtan dolayı cezalandırılan bir yumurcağın inatla “ağlamayacağım işte” diyen sözleri.  Ve hepsi, hepsi.

Ölenlerin ardından alelacele kaldırılan, yok edilen, atılan eşyaları hep ona ait anıları silmek için değil mi? Korkudan. Geçmişi anımsarken duyulacak acının korkusundan. Ödümüz patlıyor. Peki kaldırıp atınca kurtuluyor muyuz?  Ya kendi içimizde biriken ölüler.  Kendi kendimizle kavgalarımızda öldürdüğümüz arzularımız, vazgeçtiğimiz hayallerimiz, geçmiş olan umutlarımız.  Onlardan nasıl kurtulacağız?

Gideyim ben buralardan, başım kalsın.  Orada biriken yaşanıp bitmiş zamanlar burada, yaşandıkları yerde kalsın. Kalsın.

BAHAR GELİNCE

İşte, yol boyunca bütün akasyalar açmış. Öylesine çılgınca ve bir tek tomurcuk bile bırakmadan açmışlar ki... Hayret bir şey.  İşte bu mevsimde seviyorum bu adayı. Çöl kuruluğundaki Mesarya bile güzel olmayı başarır bu zamanlarda.  Yeşil ve sarının tüm tonları göz alabildiğine uzanır önünüzde. Hele badem ağaçları, armut ve erikler. Bir renk senfonisi yaratırlar beraberce.  En habersiz insanı bile baştan çıkarır bu görüntüler. Nedenini bilemeden, tatlı tatlı sapıtır insancıklar. Bir coşku bir taşkınlık alır başını gider. Bir sarhoşluk gibi yaşanır bahar...

Yaramazlık mevsimidir ayrıca.  Kısacık bir dönem damarlarınızdaki kan muzip muzip akar.
Zaten duygularıyla baş etmekte güçlük çeken insanlar bu aylarda gemi azıya alan bu coşkunlukla hiç başa çıkamazlar. 

Yok yere âşık olursunuz meselâ. Olmadık yerde, olmadık birine. “Daha neler” demeyin. Olur mu olur. Ya da illâ ki  “ressam olacağım” , “Olmazsa olmaz. Şair olup şiir yazacağım” diye garip takıntılara takılırsınız. Gene olmazsa sabah sabah, yüzünde kocaman  bir gülümsemeyle trafiği çözmeye çalışan polisi görünce tutturursunuz: "Durdur arabayı. Bir koşu gidip şu adamı öpeyim iki yanağından. Sabah sabah insan, insanı bırak bir polis bu kadar güler yüzlü olur mu?”  cümlesiyle kocanıza ya da karınıza iyice kafayı yedirirsiniz.

Belki de hiç sevmediğiniz, selâm bile vermek istemediğiniz birine 32 diş tekmili birden gülümsersiniz “Günaydın” derken. Adam şaşkın, doğal olarak.

Gene olmazsa gider çiçek böcek resimlerinden dövmeler yaptırırsınız olmadık yerlerinize. (Geçicisinden, acısızından tabii ki.) 

Bir düşünün. Eminim en pinti arkadaşınız bir bahar gününde ısmarlamıştır kahveleri. En katı olanımızın bile yüreği yumuşar bahar gelince.

Çok kısadır bahar . Birdenbire cehennemi sıcaklar basar. Her şey kuruyup gider çabucak. Eser kalmaz renkten, yeşilden. Boz bulanık toprak kabuğuna çekilir. Dayanamaz çatlar. Ruhlarımız gibi.

Bu güzelim günlerin tadını çıkarın. Kendinizi baharın kollarına bırakın. Bir şeycikler olmaz, korkmayın. Hafiften dağıtın.



Tijen Zeybek
10/4/2000

NEYE YARAR

İşte, herkesin dört gözle beklediği bahar geldi. Kış’ım usul usul uzaklaşmaya başladı benden. Dedim ona; şimdi git, altı ay önce gel. Şimdi git, hiç gitmemişsin gibi gel, şimdi git, o giden sen değilmişsin gibi gel, şimdi git, gitmenin hafifliğini, kalmanın ağırlığını bırak da gel.  Bak nasıl da sabırsız tomurcuklar dallarda. Bak nasıl da sabırsız aşka acemi yürekler.  Ne bilsinler her baharın çorak yaza gebe olduğunu. Baharın aslında bir düş, bir serap olduğunu.  Ve aşkın da elbette.  Ben bilirim bilmesine de... Benim ki de bile bile lades işte.

Gel bahar. Gel ki elimizden uçurduğumuz barış kuşunu unutalım. Gel bahar. Gel ki Irak’ta parçalanan insanları unutalım. Tırmalanan ruhları, erkenden büyümek zorunda kalan, eli silâhlı çocukları. Açsın akasyalar sarı sarı. Açsın papatyalar da. Sever sevmez yapalım. Açsınlar ki Irak’ta anestezisiz sezaryene yatan kadınları unutalım, prematüre doğmak zorunda kalan bebekleri. Erkenden ölmek zorunda kalan çocukları.  Unutalım. Gökten bomba yağdığını Nisan yağmurları yerine.  Unutalım elma kokulu, zehirli gazları. Biz bahara dalalım, bahar bize dalsın. Bırakalım da becerebilirse buz kesen yüreklerimizi yalasın ılık rüzgârlar. Becerebilirse sarsın ruhumuzu çizen acıları.

Aslında, hâlâ Irak savaşına karşı yollara dökülmedik ya yakışmaz bunların hiçbiri bize. Aslında varsa bir yerlerde adaletli bir tanrı, bıraksın da salkım saçak açmış akasyalara bakalım ama ölü çocuk yüzleri görelim. Tarlaları kırmızıya boyayan gelinciklere bakıp da al kanlar içinde yatan insanlığımızı görelim. Mademki tuzu kuru oturuyoruz evlerimizde ve beğenmediğimiz yemekleri çöpe döküp de yenisini yapıyoruz kendimize Afrika’da açlıktan ölürken insanlar, gömelim burnumuzu güle, gömelim burnumuzu şebboya, gömelim karanfile de hiç koku duymayalım. Gözlerimiz renklerden, burnumuz kokulardan mahrum kalsın. Yediğimiz yemeklerden tat almayalım. Bağlı olsun birbirine bütün hayatlar. Dünyanın bir yerinde savaş varsa, başka yerlerde rahatça uyuyamasın insanlar.  Yataklar ateş, yastıklar diken olsun bize. Afrika da aç olduğu sürece çocuklar yemekler zehir zemberek olsun toklara. Mademki Amerikan halkının yüzde yirmi beşi obeziteden ölürken, Iraklıların yüzde yirmi beşi ölüyor yetersiz beslenmeden,  hiçbir boğazdan geçmesin lokmalar rahatça.

 Kaç tane Rachel gerek durdurmak için savaşları, kaç canlı kalkan. Kaç çocuk ezilmeli İsrail tanklarının altında. Kaç çocuk gövdesi dikilmeli torba gibi.  Kaç milyon acının fotoğrafını basacak gazeteler, kaç milyon kişi azap çekecek yaşadıkça. Ve daha ne kadar seyredecek insan olarak doğup da insan gibi kalmayı başaramayan yığınlar bu utancı sessizce. Hatta daha ne kadarı seyretmeyecek bile televolelerden başını alıp da.  Daha ne kadar Bir Nisan şakası olacak savaşların son bulması, üstelik savaş kışkırtıcısı, barış düşmanı, insanlık suçlusu diktatörlerin televizyon kanallarında.  

Gel bahar, gel... geldin işte. Kaç para geldiysen bile. Bütün tomurcukların yaralı, filizlerin kırık, gövdende su yürüyen kılcal damarların kanamalı olduktan sonra. Ruhlardaki sarsıntı gözlere iniyor perde perde. Artık bu vakitten sonra pembeye kesse her yan, kırmızıya boyansa tarlalar, sapsarı olsa yol boyları, sokaklar... Söylesene bahar, neye yarar. Neye yarar gazete sayfalarından fırlayan çocuk gözlerinden akıyorsa yaşlar, neye yarar çocuk gövdelerden akan kanlar bulaşıyorsa ellerimize –fark etmez uzaktan yakından- akıyor ve bulaşıyor kanlar. Neye yarar dünya bir tiyatro sahnesine dönmüşse ve baş aktörleri alkışlamaktan başka işe yaramıyorsa ellerimiz, neye yarar bu kötü senaryoyu sahneleyenleri yuhalamaktan başka işe yaramıyorsa dilimiz. Neye yarar? 



Tijen Zeybek
01-03-2003



AY TUTULMALARI VE AŞK

İşte yaz kokulu bahar geldi. Baharın ikinci faslı bu. Belki de ilk yaz demek en doğrusu. Yeşiller sarıya dönmekte süratle ve güneş iyice ısıtmaya başladı her yanı. İlkbaharın narin, kısacık ömürlü çiçekleri günlerle sayılabilecek yaşamlarını tamamlayıp toprağa karıştılar bile. Mesela erguvan. O çılgın, o kışkırtıcı, bir avize gibi ışıldayan halinden eser kalmadı. İşin garibi, ilkyaz geldi ama erguvancık çiçeklerin ardından yeşil yaprak bile açmadı. Asmış yüzünü, küskün küskün bakıyor. Kim bilir hangi hoyrat yaraladı yüreciğini. Hangi vefasız âşık çiçekleriyle birlikte terk edip gitti. Belli, hırpalanmış, erken unutulmuş. Demek ki sadece bir tutkuymuş, gelip geçici. “Bilirim ben böyle tutulmaları” demişti zamanın birinde bilge âşık. “Geldikleri gibi aniden çekip giderler” doğrudur.  Ay tutulmaları gibidir aşk tutulmaları da. Kimi görür, kimi görmez. Gökte ay tutulur, adam vardır haberi olmaz, kadın vardır ilgilenmez. Gökte ay tutulur, kimi başını kaldırır bakar, kimi zahmet etmez. Çabucak olup biter her şey. Saman alevli bir yangın gibi. Alevlerin göğe yükselmesiyle sönmesi bir olur. Bazen “yarım” tutulur ay. Bir yanı inkârı seçerken öteki yarım tam bir âşıktır. Bir yanı aşkın pırıltısıyla ışıldarken öteki yarım alacalı bir karanlıktır. Aşk tutulmaları da ay tutulmaları gibidir işte. Yarım tutulmalarda âşık kararsızdır, korkaktır, ürkektir. Gözü hep kapıdadır, olmazsa akreple yelkovandadır. Yarım aşk tutulmalarında âşık sevgilisini yolcu ederken onun yalvaran, daha ayrılmadan özleyen hallerine omuz silker, der ki; ne yaparsın evde beklerler.  Bazılarında ise yarım aşklar yarım sevişmelere gebedir. Yarım aşk tutulmalarında görüşmeler de sevişmeler de çalıntıdır. Ödünç zamanlarda, çalıntı ve eğreti mekânlarda sürünür yürekler. 

Bütün zamanlar parsellenmiş, sevgiler sahiplenilmiştir. Sen “benimki”, ben “seninkiyimdir”.  Parmaklar işaretli, insanlar “nişanlı”dır. Kesilecek ağaçlar gibi çarpı konmaz üzerlerine ama halkaları vardır. Bu yüzden her an belirlidir ve zamanların gardiyanları vardır. Onlar sahip çıkar sahiplilere. Çalıntı zamanların arayanı çoktur. Yarım aşk tutulmalarında âşıklar zaman hırsızıdır. Hırsızların jurnalcisi de çoktur. Kimin ne zaman, nerede, ne söyleyeceği bilinmez. Kimi sorulmadan söyler, kimi sorgu odalarında uydurur. Gerçekten çok yalan söyler jurnalci. Jurnalcinin yaşamı yalandır, ihbardır. 

Ama işte ilkyaz gelmiştir. İşte erguvan çiçeklerini dökmüş, yarım aşkının ardından gözyaşlarını dökememiştir.  Âşığı onu yolcu ederken hiç itiraz etmemiş, çiçeklerini soyunup, çıplaklığını giyinmiştir. Çıplaklığını giyinip öyle çıkmıştır kapıdan. Kim bilir bir daha hangi günde çalınır zaman. Hangi gün sorguç iğnesi batar da gardiyanların gözlerine, çalıntı zamanlar çalanların olur.  Tutuk yüreklerin çarpıntısından dökülür solgun arpa çiçekleri ve onlara yatak olur, yastık olur, çıplak bedenlerine örtü olur. 

Kaç yılda bir tutulur ay, güneş tutuşur, yıldızlar bir hoş olur. Kaç ömürde öğrenilir sevmek, sevgi koşulsuz olur, yalnız olur, özgür olur. Mesarya’mın yalnız Alıç’ı gibi, Kırlangıç’ın yarım rüyaları ve Erguvan’ın yarım aşkı gibidir tutsak sevgiler. Coğrafyaları bölen dikenli teller yürekleri de böler. Ama bu bölünme üzülesi değildir. Tersine, susuz toprak gibi yarılır ruhlar ve kim bilir ne zaman oraya düşmüş bir tohum, öylece kuruyup yok olmak yerine, çimlenmeyi seçer.  Tohumun çimlenmesi sürprizdir. Beklenmeyendir.

Tohumun çimlenmeyi seçmesi prangalara, çok bilmiş küstah âşıklara, sahipli zamanlara ve gardiyanlara inattır. Tohumcuk hayal kırıklıklarından,  “benimki” kavramını sahiplenmemekten ve “seninki” olmayı reddetmekten beslenir. Böyle yeşeren ve filizlenen sevgi, yarım aşk tutulması olur, büsbütün aşk olur, sevda olur. Kime ne? Ama mutlaka yaşanmaya değer olur. Yazılmaya değer olur, şiir olur, roman olur. Çokça güzel ama biraz dağınık bir cümle olur dökülür dudaklardan: Çok tatlısın, her şey çok güzel olacak kadar tatlısın olur.
Olur.

Kime ne?



Tijen Zeybek
09/04/02 




AŞK YENİĞİ BİR YAZININ...


Bir kavga, bir dehşet, bir savaş kasırgası estiki yüreklerimizde, bakmadık, görmedik erguvan açtı mı bu bahar.  Hani o geçen baharın gözde dulu Erguvan. Durdu mu Irak’taki ölüm yağmurları, kalktı mı ölü çocuk yüzleri topraktan? Kulak vermek lazım şimdi. Kırlangıçlar uçup duruyor mu çerçöp yuvalarının etrafında, kuzeyden güneye kuş yolculuğu var mı? Özgür mü bulutlar akarken tepemizden, güneyden yağmur, güneyden çiğ, güneyden geçmişin kokusunu taşıyorlar mı? Elimizi alnımıza koyup da uzaklara bakmak lazım şimdi. Bakıp da yurdumu ortasından bölen varilleri birer ağaç gibi görmek lazım şimdi.  Sormak lazım kalçası dövmeli kadınlar giriyor mu hâlâ şairin rüyalarına, kiminle bölüşecek bu bahar mevsimin ilk çileğini?  Durup dinlenmek lazım şimdi, durup tamir etmek lazım acıyan yürekleri. Yoklayalım bakalım kendimizi, bakalım aşk yeniği bir yazının ak sayfalara kazınması vakti mi. 

Yürürken sokakları kırbaçlayan peleriniyle bir derviş girer rüyalarıma şimdi. (Yürürken kolları bacakları parçalanan bir Ali.)  Mavi suların kıyısında beklenmedik bir sürpriz gibi dikiliyor, suskun, kara pelerinli bir adam ve gözlerinde çigan müziği. (Mavi suları yokmuş Iraklı’nın, bütün sular kirli, bütün sular vavi.)  Bir uykuya dalsam diye düşünür korkağı yazarın, bir derin uyusam diye geçirir aklından kaçağı sevdanın, kiminde bir telâş “aman hatasız olsun bütün satırlarım.” Keşke bir hata yapsa mevsimler, bir derin yanlışa düşse zaman, silebilsek acı veren her şeyi.

Durup biraz dinlenelim şimdi. Bir kucak bulalım alabildiğine sıcak, bir yatak bulalım alabildiğine rahat. Bir yerlerden Sezen söylesin, bir yerlerden romantik bir İspanyol müziğinin sırasıdır şimdi. Hatta Gelincik sızlansın Ayna’dan, Dilâra mırıldansın. (Çingene pembesi elbisesi, çıplak ayaklı bir kız çocuğunun bakışları cam kırıkları gibi batsın dursun şimdi.) Ölüm kalanların uydurması, ateşse yananların diye bir cümle düşsün içime, kurt olsun, dert olsun sabahlara kadar. Bir yanım aşka yatsın, bir yanım uykuya. Bir yanım cevapsız sorulara dönsün yüzünü, bir yanım gittikçe umutsuzlaşan, ölgünleşen bir ışığa.  Sonra sabah olsun da uyumamış olayım, sabah olsun da uyanmamış olayım ikisi arasında fark yoksa. Ölüm kalanların uydurmasıysa ben gidenlerden, ateş yakanların uydurmasıysa ben yananlardan olayım, cümleye ters olsa da, uysa da uymasa da.

Mavi suların kıyısındaki o günden beri konuşuyorum düşlerimde kara pelerinli dervişle.  Soruyorum da cevabı yokmuş gibi dikip gözlerini gözlerime duruyor öylece. İki simsiyah göze kesmiş (gene) esmer bir yüz. Bir görünüp bir kaybolan esrik bir çigan müziği yalayıp duruyor kulağımın memesini. Bir deli düşten başka bir deli düşe yuvarlanıp duruyorum gece boyunca. Ne zaman uyansam sabaha çok var, ne zaman açsam gözlerimi çığlık çığlığa, sabaha çok var, sabaha çok var daha. (Bilmem sabahı hatırlar mı çocuklar Irak’ta.)  Ne kadar tuhaf bir Temmuz bu. Ne kadar karışık yazla kış birbirine. Ben çağırıyorum Kış’ı. İç sesim çağırıyor durup dinlenmeksizin. Hâlâ aşk yeniği bir yazı döşenemeyecekse sayfalara işi ne baharın, işi ne yazın buralarda.  Hâlâ aşk yeniği bir masal yazamayacaksam, hâlâ aşk yeniği bir roman duruyorsa yarım, işi ne baharın, işi ne yazın. (Çocuklar ölüyorsa en çok savaşlarda, çocuklar ölüyorsa en çok açlıktan, çocuklar çalıştırılıyorsa fabrikalarda en çok ve cam kırıkları gibi batıyorsa bakışları acıdan, gelme sakın yaz, gelme bahar diye delirip duracaksam, derin derin ahlar çeksem de dağları hiç yıkamayacaksam).

Bana bir rüzgâr lâzım şimdi. Uğul uğul bir rüzgâr uçursun beni buralardan.  Ayaklarım yerden kesik, karma karış saçlarım ve bir şiir mırıltısı dökülsün dudaklarımdan. Bana bir yağmur lâzım şimdi, anlık aşkları da asırlık aşkları da tertemiz sularıyla durmaksızın yıkayan. Bir gök gürültüsü lâzım bana, deli gibi koşan atların yere vuran toynaklarını anımsatan.

Durup dinlenmek gerek. Dinlenmek için Iraklı çocuklarla koyun koyuna yatmak, Filistin’de Rachel olmak gerek. Aşk yeniği bir yazı yazmak gerek şimdi. Aşk yeniği yazılar için savaş yeniği çocukları sevmek gerek.

Denize düşmek, ölüme yatmak ama yılana sarılmamak gerek.


Tijen Zeybek
17-04-2003


AŞK VE TUTKUNUN MÜZİĞİ


Yumuşacık, ipeksi dokunuşlardan doğan melodi doluştu önce kulaklarıma. Kendini doğuran dokunuşlar ve dokunuşlara olanak tanıyan parmaklar da en az müziği kadar yumuşacık görünüyordu.  Öylesine, kaygısız, suyun üzerinde salınıp duran bir tüy gibiydi devinimleri.
Biraz sonra hızlanan, açılıp kapanan  parmaklarla birlikte müzik de değişti, yumuşaklığından sıyrıldı ve vurucu tınılar kulaklardan sonra yürekleri de doldurdu. 

Şimdi daha güçlü çarpıyordu kralların geçtiği yoldaki sütunlara ve Salâmis’in ölümsüz, bilge yontularına. Görülemeyen ama sezilen kanlı canlı bir varlık gibiydi Paco Pena’nın müziği. Parmaklarının ucundan akan ruhu önce gitarının tellerine, sonra da müziğine yaşam veriyordu. Kulaklarımıza ve yüreklerimize akan bu müzik aşkın, tutkunun, kavganın müziğiydi. Bu duygular gibi inişli çıkışlı, yumuşak-sert, uzlaşmacı-kavgacı  bir müzikti.

Gitarıyla “bir” olan sanatçı İspanya toprağının ve ikliminin karşıtlıklarıyla  müziğini özdeşleştirmiş gibiydi. 

Gözlerimi kapatıp kendimi müziğin bende uyandırdığı çağrışımlara terk etmiştim ki var olana yeni bir “ses”in yeni bir “şey”in  eklendiğini duyumsadım. Ziller! İspanyol dansının simgesi kastanyet. Asi, mağrur ve tutkulu kadınların parmaklarında dillenen ziller. Gitarla  zillerin karşılıklı  meydan okuyuşlarında -hem görsel hem de işitsel- bir hazlar çeşitlemesiyle kendimizden geçtik bir süre.

Ve dans. Müziğin insan ruhunda yarattığı fırtınanın dışa vurumu, ketlenemez akışı. Fırfırlı etekler ve şallarla bezenmiş  bedenlerin, müziğin ritmiyle sarsılan, savrulan, kıvrılan o törensel dansı. Duyguların  vücut dilinde ifadesi. Öylesine kuşkuya yer bırakmaksızın açık seçik ve kesindi ki bu ifade, aşkı, tutkuyu, öfkeyi ve isyanı gözünüzle görebilirdiniz sahnede. Sözcükler bir kenara dizilip saygıyla eğilmeliydi  ve eğildi de Paco Pena’nın müziği karşısında o gece. 

Topukların yere vurulmasından çıkan kavgacı, isyankâr, yıkıcı ses yüreklerimizin düzenli, bildik ve yapıcı, yaşatıcı vuruşuyla karıştı. Ona müdahale etti. Yürek atışları da hızlandı.  Müzikten akan  enerji dansçıların vücudunda açığa çıktı ve herkese bulaştı. Antik tiyatronun yüzyıllardır uyuyan heykelleri bile efsanevi  çağlarını bırakıp geldiler. 

Çok çok güzel bir geceydi. İspanyol müziğinin yakıcı nefesi ruhlarımızı yalayıp geçti.




Tijen Zeybek
1/7/2000

25 Haziran 2013

Ah Çocuk


açsın çocuk 
sıcak bir yataktan yoksunsun
ah nasıl da yorgunsun kimbilir
nasıl da gaileli uykulardasın
ah çocuk içimi yakıyorsun

Her Zerremde İzi Var



ah bir deli rüzgârım eserim daim
kah bu yanında kah ötesinde alemin
her zerresinde izim var dünya denen hanenin
her zerremde izi var aşk ile yanan ol yüreklerin...

24 Haziran 2013

Anlaşılamamak/Anlayamamak


Hiçbir yere dahil olamamanın yalnızlık ve özgürlük arasındaki o ince çizgisinde dengemi bulmaya çalışırken, kendimi, bana yabancı bir ritüeli izler gibi izlediğimi fark ediyorum. Bu izlek çoğunca naklen olsa da arada bir arşivden de olabiliyor. Arşivimdeki bana ait seçkileri izlerken çoğu anlaşılamamak/anlayamamak noktasındabiten hararetli ilişkilerimdeki beni de bana yabancı bulmadan edemiyorum. Sadece bu kadarla kalsa iyi, işintuhafı benimle ilişkide olan ötekine de yabancılık duyuyorum. Arşiv görüntülerde yer alan ben ve öteki muhabbetine karşın izlekteki ben’in her ikisini de kendine bunca uzak buluşu nasıl mümkün olabilir.

Anlaşılamamak/anlayamamak temelli ayrılıklarda bir “şey”in içinden o “şey”in dışına fırlatıldığım duygusuna kapılmadan edemiyorum.  Bu “şey” aşk olur, şiir olur, yazı olur, gül olur, dostluk olur, kavga olur fark etmez.  Böylesi hızlanmış yürek atışı eşliğinde yaşanan “dışındalık” özgürlükten çok yalnızlığa yakın durur. Çok “sen” olursun, çok “iç’ten” olursun aşktan kovulursun. Çok “sen” çok “iç’ten” olunca yakındır şiirden, yazıdan da kovulursun. Hatta bu çok kendin olma halinde ısrarcı olursan “şair”den de “yazar”dan da kovulma ihtimalin artar. Sakıncalı olursun.

İşte tam da bu noktada bir yolun sapağında, yeni bir yazının ilk paragrafında buluyorum kendimi. Fon müziği de ruh halime çok uygun düşüyor doğrusu. Sabahın körü  ve trafiğin gitmekle durmak arasındaki tereddüdünün bunalttığı “ben” radyonun düğmesine dokunuyor. Trafiğin akışına münasip ikircikli bir ses bol tekrarlı söylemiyle bir çocuğa belletir gibi belletmek niyetinde söylediklerini. Oysa sesindeki ikircikli tını, tekrarları anında etkisiz ve sıkıcı kılıyor farkında değil.  Ses, gazeteden okuyacağı kötü haber dolayısıyla peşinen özür diliyor ve haberin ardından sünnet edilen çocuğun ağzına tıkılan lokum gibi “Haydi! Biraz gülümseyin”demeyi de ihmal etmiyor.  Bir kötü haber, bir “Lütfen gülümseyin”, bir kötü haber daha, arkasından “N’ooolur gülümsemeyi ihmal etmeyin” Bu Çetin Altan’vari sunuma biraz değil çok gülüyorum ben. Programcının 23 Nisan çocuğu kılıklı haline mi yoksa biz dinleyenleri sünnet çocuğu yerine koyma niyetine mi güldüğüme karar veremiyorum.

Gene kendi her şeyin “dışında” olma duyguma dönüyorum. Kolay oluyor. Bunun için topu başı iki düğmeye basıyorum; biri radyonun, diğeri arabanın camının. İşte düşüncelerimle birlikte ve böyle olunca da tüm arşivimle birlikte dört tekerlekli bir kavanozdayım.  Hazır bu moddayken  “kavga”dan son kovuluşumdan aldığım yaraların bir çetelesini tutmaya karar veriyorum. Kendimi iyice yokluyorum. Kısa bir süre sonra kovuluş envanterim dökülüyor ortaya; epeyce yazı, birkaç deneme, üç beş şiir, birkaç öykü. Hiç de fena değil. Buraya kadar iyi de  “yazı” ve “şiir”den kovuluşumun içimi burkan acı sıvısından nasıl kurtulacaktım. Bu acının yazı olarak, öykü olarak hatta şiir olarak çıkacağı yoktu içimden. Sürekli bir yürek kütürtüsüne dönüşen, sivri uçlu, kocaman bir kaya gibi duruyordu içimde. Kavga’dan kovulmak katlanılabilir bir şey iken  “şiir” ve “yazı”dan kovulmak katlanılabilir bir şey olmamakta ısrarcıydı. Kavga’dan kovulmak herhangi bir ihanete uğramışlık duygusu uyandırmazken “şiir” ya da “yazı”dan kovulmak arabesk bir ihanet duygusu barındırıyordu içinde.

Gene çok fazla, gereğinden fazla “ben” oluyorum bu satırlarda. “İç’ten”liğimin doz aşımına uğruyorum ve bu doğal olarak bir zehirlenmeye yol açıyor. Ayrıca samimiyetin de bu kadarı son derece sakıncalı bir boyut katıyor ilişkilerime. Yazma eylemim bir çeşit “glastnost” ve “perestroika”ya (yazılışını boş veriyorum bu anda) dönüşüyor ve buna rağmen ben soyunmaya doyamıyorum hâlâ.  Arşivden sürdüğüm izler yeni bir kararın eşiğine getiriyor beni. Ödünç şemsiyeyi verip yazılarımı almanın zamanı gelmiştir belki de. Ödünç şemsiyeyle birlikte ödünç kavgayı da verecektim kuşkusuz. Ödünç zamanı, ödünç mekânı ve ödünç meydanı da. Son kovuluşumun izlerini üzerimden silme iddiasındaki, her türlü “hesap verme” yükünden azat olduğunu söyleyen Sisifos, iddiasının hesabını veremeyerek en iyisinin bu iddiadan vazgeçmek olduğuna karar vermişti anladığım kadarıyla. Eh şaşılacak çok şey de yoktu bunda.  Bir kez daha eşikten dönmenin marazı yanında bir kez daha haklı çıkmanın rahatlığı bir tavla kutusu gibi koltuğumun altında, bir türlü hiçbir “şey”e dahil olamamanın bildik duygusuyla köşeme dönüyorum.    



Tijen Zeybek
25/04/02

AKIŞ NEYEDİR

“Hangi nehrin akarsuyudur baktığın?” diye sorarak başlayalım bugün hayata. Sorularla uyanalım ki sabah çiyinde göz göze geldiğimiz sürgün bir cevap olabilsin bütün bunlara.  Ay ve güneşin gökyüzünde işaretleştiği saatlere denk getirelim zamanı. Öyle yapalım ki şaşkınca bakan birileri varsa etrafımızda onlara vereceğimiz cevaba katmerli bir doğa mucizesi eşlik etsin.  Hayatın sürprizlerini hiyerarşi içinde sıraya sokup çözülecek problemler olarak görenlere “Evet.”diyelim cesurca. Evet, ne yardan ne de serden geçmiyorum ben. Ne aydan ne de güneşten. Baksanıza nasılda mucizeyi gündelik bir şey gibi seriyorlar ayaklarımızın altına.
Dahaları varsa aşklarımızı, arzularımızı ve kavgalarımızı sıraya dizerek yaşamamızı isteyen; Kıbrıs meselesi öncelikli sorunumuzdur diyen, kahkahalarla gülelim onlara. Gülelim ve diyelim ki hem köpeği tok hem ekmeği bütün istemeye devam edeceğim ben.

Benim gözümü diktiğim nehirlerin suyu insana dair olan her şeye ama her şeye akar, duraksız. Bugün kavgayadır akış yarın aşkadır. Sabah güneşeyse uyanış akşam ayadır, yıldızadır. İkindileri rüyasız, serin uykulara akar suyum bazen. Gün olur kırmızı gül desenlidir varoluş, gün olur kurutulmuş kına çiçeği yaprağıdır. Doğam buyken, mevsimler dört, renk sayısızken, çiçek sonsuz, gökyüzü bitimsiz ve yıldızlar her şeyden çok iken nasıl sırt çeviririm bütün bunlara. 

Bir Mayıs gününde imkânsızlığından seversiniz birini, oysa o size ağzınızdan vurulmuştur.  Kabahati şiire atar kurtulursunuz. Nasıl olsa şair *Demdir Deyip Çekiyorum hayatı içime, Ciğerlerim doluyor nefesinle, Es benimle Eyyy şiirim olan kadın, Çek beni içine buyurmuştur.  Siz de öyle yaparsınız. Bütün suçu şiire yıkar, bütün kabahati şairde bulur, sözün bittiği yere varılmıştır, söz kırılmış eylem şaha kalkmıştır dersiniz, çekersiniz hayatı derin derin içinize, olur biter.  Bu havalar buna müsaittir. Siz de kışkırtılmaya müsait olun. Bakanlar kurulu kararlarıyla üzülüp, hükümet genelgeleriyle saygı duruşunda bulunmaktan vazgeçin. Taammüden âşık olunmaz ama taammüden adam öldürülür bu dünyada. Taammüden telefonlar dinlenir, taammüden bombalar patlar. Siz de taammüden  cayın bugün işe gitmekten. Failler bulunamıyor madem ve failleri bulamayanlar dururken hiç öyle kabahatleri olmayanlar el çektiriliyor işlerinden, maaşlara zam yapılamıyor, trafik kazaları durdurulamıyor, kanser yapıcı kimyasalların domates, kabak, enginar, çilek kılığında evlerimize girmesine engel olunamıyor, çocukları ata çeviren kolej sınavları kaldırılamıyor,  tek mesaiye geçilemiyorsa,  günde on kere elektrik kesiliyorsa taammüden itaatsizliğin vakti gelmiş demektir.

Hangi nehrin akarsuyudur baktığın, diye sorun kendi kendinize. Çok durgun akar Kıbrıs’ın suları.  Ve bazen durgun akan su melânkoli yaratır.  Ve durgun akan su hayal bohçasını açandır. Serer önünüze bohçayı “taş”lar baş olur, serer önünüze bohçayı dostlar düşman, kurtlar padişah olur, serer önünüze bohçayı Temmuz’lar kanar, Ağustos yanar, ada ortasından bölünür, yarısı Rum yarısı Türk olur.  Kıbrıs’ın durgun akan suyuna kapılırsanız uzun uykularınıza kâbuslar, kaba gölgelerde yaptığınız şekerlemelere huzursuz ruhlar musallat olur.
Güpegündüz serseri kurşuna nispet serseri bir havan topu düşüverir damınıza. Güpegündüz, silâhlı askerler düşer payınıza. Derler ki “Geçemezsiniz!”. Baktığınız nehrin akarsuyu dingin olduğu için siz de geçmezsiniz. Yani demem o ki “geçmeyiverirsiniz” olur biter. 

Ben diyorum ki azgın akan suyu arasak artık, deli deli coşan, akış batıyayken doğu diye tutturan... Hayal bohçasını kapatsak artık, birkaç tane de düğüm atsak üstünden.   Desek ki “Göstermiyoruz kimlik-pasaport, özgürlük hemen şimdi”, desek ki “Asgari ücret bir milyar, hemen şimdi”, desek ki “Derhal imha edilsin bütün silâhlar, barış hemen şimdi”...



Tijen Zeybek
Mart, 2004


*Cumhur Deliceırmak’ın şiirinden

AH ZAMAN VAH ZAMAN


Rakamlardan ve dilimlenmiş, ayrılmış, tutulmuş, vaat edilmiş zamanlardan sıyrılmak ne güzel olurdu. Kesintisiz bir zaman.  Yani sonsuzluk. Sonsuzluk içinde sonlu olan bize bunu hatırlatan düzenlemeler olmasa. Yatma saatleri, kalkma saatleri, işe gitme zamanı, yemek yeme vakti... Böyle ayrılıp, parçalara bölününce insan hep bir şeyleri kaçırdığı duygusuna kapılıyor. İşe geç kalmıştır, yemek vakti geçmiştir, erken uyanmıştır, vaktinde uyuyamamıştır. Hep bir şeyleri “zamanında” yapamama duygusu. Yeşil yandığında azıcık ağırdan alsanız arkadaki olanca gücüyle yüklenir arabanın kornasına. “Sallanma kızım, geç kalıyoruz.” Sabahları anneler mahmur çocuklara ha bire yüklenir, “Çabuk ol sütünü iç, canlan, hadi ayakkabılarını giy, arabaya koş.” 

Zamanlar daha küçük parçalara bölündükçe tencereler de düdük çalmaya başladı.  Düdüklü tencere “ayrılmış zamanların” bir icadıdır.  Bu yaygaracı icat, ikide bir kaynayan tencereye gidip bakma, yemeğin pişip pişmediğini kontrol etme,  bazı malzemeleri belli pişme aralarında yemeğe katma gibi ona, o emek verilmiş, hak edilmiş lezzeti katan zamandan yoksun insanların olmazsa olmazıdır. 
Saat başı “di di diit, di di diit...”diye öten saatler de öyle. Nedir muştuladıkları. Ömürden geçen bir saat daha mı? Yok hayır. Kolunda o saati taşıyan bunu aklının ucundan bile geçirmez. Yetişilecek bir randevusu, bitirilecek bir işi vardır. Uğruna yaşamı ıskaladığı. Saatlerin zilleri yağmurdan sonraki toprak kokusunu derin derin içinize çekmenizi ve doğaya can katan damlacıkları seyretmeyi kaçırmamanızı hatırlatmak için çalmaz asla.  Ya da yazın son demlerinde batan güneşin deniz kıyısından seyredenlere inanılmaz renkler sunduğunu ki ressamların düşlerine giren renklerdir onlar.
İşte bu bölünmüş, ayrılmış zamanlar hakiki yaşama dair ne varsa unutturur, kurgusal yaşama ayak uydurmanızı sağlarlar. Öyle ki bir süre sonra isteseniz bile kapıldığınız bu koşuşturma burgacından çıkamaz, kurtulamazsınız.

Meselâ ben. Sabahın o en serin zamanında, üstüne üstlük geceden onca uykusuz kalmışlığım da varken, beynimin kıvrımlarına yılların yerleştirdiği o lânet olası saatin çalmayan zilini duymadan edemiyorum.  O zilini sessizce ama ısrarla çalar benim için. Her gün. Aynı vakitte. Sabahın altısında pat diye, evet evet PATT diye uyanıyorum.  Beynim üstüne düşeni yapmış olmanın, beni uyandırmış olmanın rahatlığıyla hemen günlük işleri plânlamaya girişirken ben, o HAKİKİ, henüz tam “uyanmamış” ben kısacık bir süre bu iki dünya arasında kararsız kalırım.  Durduramıyorum. ‘Stop’düğmesi falan yok, içime işlemiş, beni oraya buraya yetiştirme telâşıyla, bayram, yortu demeden sabahın köründe uyandıran bu saatin. 
Oysa gündüzün geceyi ve gecenin gündüzü kovaladığı, aydınlık ve karanlık dışında bölünmemiş mucize zamanlar da yaşamak isterdim. Gün doğumundan gün batımına kadar olan sürenin 24’e bölünmediği “bütün” bir gün isterdim. O güzelim sonsuzluk duygusunun içinde asılı kalmak, öyle boşlukta, bir saatin sarkacı gibi, geçen zamandan bağımsız, sallanıp durmak isterdim.
Herkesin her şey olduğu, herşey olmak için koşturduğu bu zamana inat, sessiz, zamansız, bilge bir saat sarkacı olabilirim ben. 


Tijen Zeybek
06/08/01


AĞAÇLARA KIYMAYIN EFENDİLER


Kırlangıçlar geldi gelmesine de hepsinde bir küskünlük var bu sene. Tek tek yüzlerine baktım... hepsinde dehşetli bir hüzün vardı. Utandım, soramadım, neden diye? Soracak yüzüm mü var. Demezler mi, dallarında yuvalarımızı bıraktığımız ağaçları size emanet etmiştik, demezler mi, hani nerde o güzelim hanaylar.  Ağaçsızlık bu,  bulutsuzluk, yağmursuzluk. Bir ben bilirim acısını, bir de kuşlar. Betona teslim bir ülkenin kanadı kırık kuşları oldu kırlangıçlar. Herkes ağlar buna, Alıç da ağlar, Zeytin de ağlar. Mesarya mı? Hiç sormayın. Mesarya kendi intiharını yaşar.

Gelişmenin bedeliymiş betonlaşma. Öyle mi?  Hangi gelişmenin bedeli bu. İnsanlığın gelişmesinin mi? Betonlaşarak gelişince daha az aç insan mı olacak, dilenen çocuklar olmayacak mı sokaklarda.  Daha güler yüzlü mü olacak insanımız, daha mı huzurlu dalacak uykularına. Binlerce arabayı da gelişmenin bir sonucu diyerek sokmadık mı hayatımıza? Şimdi baksanıza halimiz nice oldu. Bütün ovalar asfalt, bağlar bahçeler yol olduş. Kaldırımlar da işgal altında. Yetmedi arabalara memleket, yetmeyecek de. 

Şimdi sıra sahillere geldi, ormanlara geldi. Son otuz yılda yaptığımızdan daha çok inşaat yapmışız son iki yılda. Bütün Karpaz ve Girne ve Lefke ve Lefkoşa ve Mağusa, hepsi betona teslim. Peki, bir sabah uyanıp da kendimizi yabancı hissedince ülkemize, küsmeyecek miyiz hayata? Bir sabah uyanıp da kendi coğrafyamız yedi kat yabancı görünürse gözümüze canımız yanmayacak mı?  Onca dikenli tel, onca askeri bölgeden sonra betonlarda mı hürriyet?  Çıplak ayak yürüyüp tuzlu sularında ayaklarınızı ıslatamadıktan sonra neye yarar sahil, altın kumlarında rüzgârla, oynaşıp, dalgayla kırıştırıp, avuç dolusu deniz kabuğu toplayamadıktan sonra neye yarar ada. Adalı olmak artık mümkün mü bundan sonra...

Kim durduracak bu talanı. Var mısınız kavgaya? Hani Yeşil Barış Hareketi, nerde bu coğrafyanın çevrecileri?  Bakınız, çok ruhsuz bu binalar, bakınız, insan ruhuna çok uygunsuz bu apartmanlar.  Lefkoşa- Mağusa yolunu yaparken asırlık okaliptüsleri katlettiklerinde kocaman bir yara açılmıştı yüreğimde. Ovam kararmış, evim gölgesiz kalmış, sokağım yeşilinden, kendinden  uzaklaştırılmıştı.  Halâ  acıyor yüreğimdeki yara, halâ barışmadı sokağım benimle. Halâ kırgındır buna  Mesarya.

Yolcular iner, yolcular biner görürüm. Güneşin çoktan savaş ilân ettiği bu topraklarda bir avuç gölgecik arar bakışları. Bir tutam koyuluk ararşar bunca çıldırtıcı ışığın gözlerini kör ettiği öğlen sıcağında. Yoktur. Bulunamaz, ne yazık. İzlerim, tabelâların yakıcı gölgesine sığışmaya çalışırlar. Anlıyor musunuz, artık lâmarinadan medet umuyoruz “yeşil” adamızda.  Çok korkarım ağaçsız bir ülkeye uyanmaktan, çok korkarım kuş seslerinden mahrum kalmış bir hayattan. Siz de korkun. Betonlar sizi sevmez, siz de onları sevmeyin. Sesi yoktur onların, gölgesi serin değil. Rüzgâr esse hışırdamaz, yağmur yağınca dirilip, canlanmazlar. Elinizi bir ağacın gövdesinde gezdirin. Bakın, hayattır avuç içinizi gıdıklayıp duran.  Kulak verin. Her ağacın bir masalı vardır ve paylaşır sizinle, karşılıksız.

Hem hangi beton yaşar ki dört mevsimi. Siz hiç baharda çiçek açan apartman gördünüz mü? Siz hiç son baharda soyunan, baharda aşkı çağıran ve yaz boyunca sizi gölgesinde uyutan bir villâya rastladınız mı? 

Ağaçlara kıymayın efendiler, muktedirler. Eğer, eğer bunu da yaparsanız biliniz ki kendini öldürür bu coğrafya. Affetmez bizi ada. Tutamazsınız, ölüm orucuna yatar.  Suyu kirlenir, yağmuru küser, kışı gücenir ve bulutsuzluktan yanar gökyüzü. 

Issızlaşırım, ıssızlaşırız.  Zeytinsiz, alıçsız, çamsız kimin ülkesi olur buralar? Çamsız, selvisiz, efkaliptosuz yaşamak nasıldır, hangi okulda öğrenilir ve istenesi midir böylesi bir dünya?

Ağaçlara kıymayın ey insanlar. Ağaçsız kalırsanız baharsız da kalırsınız, kışsız da. Ve aşksız da elbet. Sevdasız da...


Tijen Zeybek
13-07-2004







Alıç, Rüzgâr, Çiy Tanesi, Ben


Rüzgârla oynaşmaya kalkan yalnız alıç. Haberini aldım sabah çiyinde. Taa içimde, en derinimde duydum mutluluğunu.  Nasıl da kıpır kıpırsın. E öyle ya. Su yürümüş dalına, yaprağına.  Sabah uyanır uyanmaz bir sevinç buldum içimde. Sanki ben uyurken, geceden, habersizce biri koymuş yüreğime.  Doğruldum yatağımdan. Dudaklarımın ucunda hiç nedensiz bir gülümseme benimle birlikte uyandı uykusundan. İlk işim aynaya bakmak oldu. Bak, bende yalan yok. Doğa ananın ilk çocuklarındansın sen, bilirsin.  Önceleri bu kadar değilse bile şimdilerde insanın dişisinin bir çeşit  ‘aşk’tır aynayla ilişkisi.  Ama sonra, doğayı, anamızı görmek için çektim tül perdeleri, açtım pencereleri sonuna kadar.  Sabah güneşinde ışıldayan o hercai çiy tanesi verdi haberi.  Kopup pencerenin pervazından, dudağımın ucuna düşüverdi. Serinliğiyle ürperdim.  Açıkça kavradım ki senin mutluluğunun biricik nedeni çiy tanesi. İstedim ki sana verdiği yaşam suyundan ben de içeyim, istedim ki o tanecik ben olayım, onu bana beni ona katayım. Dilimin ucuyla yaladım.  

“Yaşamı boyunca yalnızca bir kere, tek bir kere, yeryüzünün en tatlı ve en muhteşem sesiyle öten Azap Kuşu, senin dikenlerine gömerken göğsünü, dile getirirmiş ilk ve son türküsünü. Alıç ağacının dikenleri delerken minicik yüreğini daha da içlenirmiş sesi. Yeryüzündeki tüm canlılar susar,  hüzünle dinlerlermiş Azap Kuşu’nu. Çünkü en güzel şeylerin böyle büyük acılar pahasına elde edileceğini bilirlermiş. Efsane böyle dermiş.”

Duydum ki şimdi, o acımasız dikenlerin bile biraz yumuşamış.  Rüzgârla da pek sevişiyormuşsunuz. Onunla da buluştum dün gece. Düşümde. Öyle inanılmaz, öyle güzeldi ki. Kucağındaydım ben. Önce sarı, turuncu yaprakları havalandırdık yerden. Sonra onları da katıp aramıza bulutlara çıktık. Görecektin Alıç Ağacı. Öyle dağıttık öyle dağıttık ki onları. Önce çok güldüler bizimle. Sonra kovaladılar bizi. “Gidin artık. İşimiz gücümüz var”diye.
Rüzgârla ben, ikimiz de çok hınzırdık o gece. Alıp onu zeytin ağaçlarının arasında gezdirdim. Saçlarını düğümledik, yapraklarını karıştırdık iyice. En yukarıdaki dallarında asılı kalmış, doğa anamızın tatlandırdığı zeytinlerden yedik.  İnan ki gene uslanmadık sevgili Alıç. Çocukluğumun Şeher’ine süzüldük sonra.  Öyle mahzun, öyle içliydi ki, sorma.  Biraz dertleştik Lefkoşam’la. Neler anlattı neler.

Öylesine coşkun, öylesine şımarık, öylesine azmıştık ki rüzgârla. Dur durak bilmeden koşturup, estik yaşlı, sessiz, sitemkâr sokaklarında.  Bir eski ‘anı’nın hıçkırıklarını duyduk sonra. Bir kadın sesiydi. Hafiften içini çekti bir ara. Duyulur duyulmaz, bilinir bilinmez, görülür görülmez. Estik o yana.  Dolandık, adına şimdi Selimiye denen o muhteşem ‘dönme’nin etrafında.  Bir de erkek sesi vardı. Güzeldi adamın sesi. Buyurgan ve sevgisiz. Ve bencil, ve saklanan, ve korkan, ve direnen, ve baştan çıkan, ve kaçan. Çok aradık Alıç onları. Gecenin içinde,  karanlığın gölgelerinde, bulamadık. Ne gam.
Birkaç pencere gördük. Kapatılmaya unutulmuş. Uçurduk perdeleri, daldık içeri. Çocukları okşadık pembe yanaklarından. Nine ve dedeleri kaldırdık tatlı uykularından.  Dolaştık çıplak vücutlarında, sevişen çiftlerin. Ürperdik, ürperttik.  Üşüyerek uyandım uykumdan. Pencere açılmış, pembe-beyaz perdelerim bakakalmış rüzgârın ardından.

Tijen Zeybek   3/1/2001

Ağaç Krallığı

Her birimiz kendi küçük öykümüzü yazıyoruz sonuçta. Birer ipek böceği gibi, ya da arı veya kelebek.  Kiminki uzun kiminki kısa.  Hangisi daha önemli... Cevapsız sorular bunlar.  Ancak bir gerçek var ki öyküleri derin bir kederin, hiç olmazsa hüznün altına gömen gerçeklerimizle birlikte yazılıyor bütün olanlar.  Çarşı pazar gezerken, içimdeki onca yara berenin arasında, neredeyse zorla arayıp bulduğum o buruk sevinç tuzla buz olmaya mahkûm.  Eteğimden çekiştiren küçücük bir kız çocuğu, elinde baskül... ve gerisi hepimize çok tanıdık bir hikâye.  Bunun böyle oluşu, bunca sık kesişen hayatlarımıza rağmen, bu çocukların öykülerimizde bunca az yer alışı hazin değil mi?   Hayatımızın akışı içinde bir şekilde yolumuza çıkan, eteğimize yapışan, gözümüzün içine içine bakan bu çocuklara sırtımızı çevirip, yürüyoruz.  Sonra da derin bir iç çekip “Hayat bu” diyoruz.  

Belki de bütün mesele burada.  Hepimizin kendi öyküsünü yazıyor oluşunda.  Bu öykülerde başka hayatlara çok fazla yer yok.  Benimki devam ediyor şimdilik ve sinemanın köşesinden kıvrılan yolu takip edip, yürüyorum.  Yollar kedilerle dolu.  Bir de çocuklarla.  Yedi sekiz yaşlarında bir tanesi, oraya nerden gelmişse gelmiş koca bir taşın üzerinde oturuyor.  İp gibi yaşlar akıyor gözlerinden.  Siyah, üzerine hayli bol gelen bir ceket giymiş.  İçinden atleti görünüyor.  Ben en çok ayaklarımdan üşüdüğüm için, hemen ayacıklarına kayıyor gözüm.  Neyse ki çorapları var.  Ondan biraz uzakta bir başka çocuk daha var.  İrice.  Hemen huzursuzlanıyorum ve suçlayıcı bir ifadeyle “Onu dövdün mü yoksa?”diye soruyorum.  Yok, diyor.  Parasını kaybetmiş de ondan ağlıyor.  Yaklaşıp soruyorum.  Ağlamayı kesip de bir türlü cevap veremiyor.  Hâlâ ikna olmamış olmalıyım ki duvara sırtını vermiş, irice çocuğu kastederek “Sana vurdu mu yoksa?”diye üsteliyorum.  Neyse ki başını iki yana sallayarak olumsuzluyor. 

Onları orada bırakıp kendi öykümü yazmak üzere yoluma devam ediyorum.   Başka türlü bir hayatın, insanların kendi öykülerinde başkalarına da yer açabilecekleri bir hayatın özlemini çekiyorum.  Sokaklar kalabalıklaştıkça, yüzler ve kaçınılmaz olarak öyküler de çoğalıyor.  Hepsi bir uğultu halinde kulaklarıma doluşuyorlar.  Binlerce mutsuz yüz, yüzlerce yarı aç, sevgisiz çocuk.   Mırıl mırıl sesler geliyor kulağıma.  “Tartayım abla”diyen,  “Hayır ben bunu değil şunu istiyorum”diyen,  sabrını taşırdığı annesinden sokak ortasında dayak yiyen, çok şık çocuklar ve yalınayak çocuklar.  Karşıdan karşıya geçerken, beni görünce, beklemek zorunda kalmamak için daha da hızlanan aracın arkasından bakakalıyorum.  Bir an,  arka camdan keyifle bakan iki çocukla kesişiyor bakışlarımız.  Kafalarında kırmızı noel baba şapkaları var. Yazıya gizlice sızmış, iki mutlu çocuk olduklarını biliyor gibi, hınzırca gülüp, el sallıyorlar.
Otomatik olarak benim elim de havalanıyor.  Onlara sevinçle el sallarken yakalıyorum kendimi.  

Bu bir sürpriz mi,  zorla arayıp bulunmuş bir sevinç mi?  Sorma diyorum kendi kendime.  Hiçbir şey değilse bile çocukların sevinçleri gerçekti.   Yeni bir yıl için, yılbaşında gelecek hediyeler için ya da bu vesileyle çıkılmış alışveriş için alabildiğine mutluydular.   Eve böyle dönmek istiyorum.  En son gülen çocuk yüzlerinin hayali kalsın istiyorum gözlerimde.  En kestirmeden arabama ulaşıp kaçarcasına uzaklaşıyorum Lefkoşa sokaklarından.   Radyoda Kıbrıs sorunuyla ilgili milyonuncu programdan hücum ediyorlar.  Derhal kapatıyorum.   Mahalleye vardığımda, otobüs yazıhanesinde çalışan komşum yolumu gözlüyormuş meğer,  önümü kesiyor.  Kucağında güzelim bir fidan var.  Boyundan utanmamış kızıl çiçekler açmış birde.  “Size göndermişler” diyor.   Sevinçle alıyorum hediyemi.  Adı Bahçe Çalısı’ymış.  Sonra öğreniyorum.   Kulağına, kendisini bundan böyle bahçemin kralı ilân ettiğimi fısıldayarak taşıyorum onu. 

Diğer ağaçlarımın gücüne gitmesin ama kış ortasında alev rengi çiçekler açan ve yeni yıl armağanı olmayı başarmış bir çalı bunu hak ediyor.  

Hayat devam ediyor, öykü de...


Asla ve Kat’a Affetmiyorum... Avcıları


                                        
Pazar gün doğadaki hiçbir canlı özgürce hareket edemedi. Kuşlar için gökyüzünde süzülmek ölüm demekti. Tavşanlar için ovalarda gezinip, otlamaksa intihar. Yaşam doğadan sınır dışı edilmiş, özgürce kanat çırpmak ise muhatabının haberi olmayan bir cezaya koşuttu artık. Sabahın köründe yağmaya başlayan fişenklerle kurşuna dizildi kuşlar, tavşanlar.  Her sabah günü birbirinden güzel serenatlarla karşılayan kafesteki kuşlar bile korku dolu bir sessizliğe büründüler. Gün boyunca kafeslerinin içinde uçuşup durdular huzursuzca.

Öldürme dürtüsü insanlığın ilk çağlarından kalma, evrimini tamamlamadığı primitif dönemlerine ait  bir duygudur.  İnsanın kendini savunma zorunluluğu ile yakından ilgili olduğundan olacak bu duygu tamamıyla yok olmamıştır. Ancak insanoğlu, beslenme ihtiyaçlarını öldürmeden giderebildiği, eskiye oranla daha barışçıl ve güvenli bir yaşama sahip olduğu süreçte bu duygusuyla baş etmesini de öğrenmiştir. Ya da bir kısmı öğrenmiştir. Modern insan içindeki öldürme dürtüsünü kontrol etmeyi, onu bastırmayı ya da oradan gelen enerjiyi pozitif alanlara kanalize etmeyi başarmaktadır.

Ama bir grup insan,  avcılar, bu duygularıyla mücadele etmek yerine onu özenle besleyip büyütmekte, av sezonuna kadar iyice semirmesi için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Kendi elleriyle yetiştirip büyüttükleri keklikleri doğaya salarken çektikleri söylevlerle doğa için yaptıklarını anlatırken döktükleri gözyaşının timsah gözyaşlarından hiçbir farkı yoktur. Hansel ile Gretel masalını bilir misiniz? Oradaki yaşlı cadı yakaladığı çocukları yemeden önce semirmeleri için günlerce bekler, bu sürede onları en güzel yiyeceklerle beslermiş.  Gözleri görmeyen cadı parmaklıklar arasından çocukların ellerini uzatmalarını ister, dokunarak, yoklayarak parmaklarından yeterince şişmanlayıp şişmanlamadıklarını anlamaya çalışırmış. Eğer yeterince semirdiklerine kanaat getirirse çocukları kocaman bir fırına atar, gözünü kırpmadan pişirip yermiş. Avcıların yaptığının bundan farkı ne?

Kekliklerin, sülünlerin, fassaların, tavşanların, ne bileyim daha adını bilmediğim onca av hayvanının doğaya olan katkıları eli tüfekli  insanlardan bin kat daha fazladır. Doğada yaşama hakları da en az onların ki kadardır. Bilim için, hastalıklarla mücadele için yapılan araştırmalarda binlerce hayvanın kullanılması, öldürülmesi yetmez mi? Bir de vahşi dürtülerimizin eğlenceli bir şekilde tatmini için o güzelim hayvanları katledilmesi size doğru geliyor mu? 

Bütün bunlar bir yana, daha ilk gün 16 yaşında bir çocuğun ölümü ile sonuçlandı. Kıpırdayan her çalıya tavşan hayaliyle ateş edenler her yıl birbirlerini de yaralamakta bazen de öldürmektedirler. Ya 11 yaşında çocuğunu ava götürüp avda kaybeden babalara ne demeli?  Öldürmenin ne kadar güzel bir etkinlik olduğunu mu yoksa errrrrrkekliğe ne derece yakışan bir spor(!) olduğunu mu kanıtlamaya çalışıyorlar.

Evet, avcıları affetmiyorum. Asla ve kat’a.

Tijen Zeybek  29/10/01  

Ceplerimde Düşler Vurayım Kendimi Sokaklara


Dilenci çocukların çorapsız ayakları üşümeyecek artık, yaz geldi.  Karınları gene aç olacak
ama etleri gene dayaktan mor.  Huzursuz uykuları sürecek sıcak yaz geceleri boyunca da.  Yarı aç mideler, sidik kokulu yataklar, kirli tırnaklar eşlik edecek çocukluk fotoğraflarına.  Öldürücü sıcağın korkusundan duvar diplerine saklanacaklar. Gölgelere oturup da öyle bekleyecekler tartılacak ablaları, abileri.  Onlar şöyle bir çıkıp baskülün üstüne inecekler ve birkaç kuruş verecekler acıma duygusuyla. Oysa ben onlara gökyüzü dolusu düşler vermek isterdim.  Güven duygusuyla tatlanmış uykular, sevildiğini bilmenin verdiği pervasız yatışlar vermek isterdim.  Beşparmaklar boyunca özgürlükleri olsun isterdim minicik yüreklerinde. Küçücük başlarının iz bırakacağı yumuşak yastıkları olsun isterdim.

 Kocaman bir süngerim olsun isterdim billur sulara daldırdığım, onların küçücük dünyalarından acıyı, kederi, yokluğu bir çırpıda silmek isterdim.  Seçimden seçime hatırlanan kırık salıncaklı parklara değil yemyeşil çimenli, kocaman ağaçlı, kaydıraklı bahçelere salmak isterdim onları. Kahkahaları kuş cıvıltılarına karışsın, gülmekten karınları ağrısın isterdim.  Ceplerimde sakladığım düşlerimden vermek isterdim onlara. Kendi çocukluğumdan biriktirdiğim sevgilerimden, çocuk düşlerimden kalan gülüşlerimden. 

Tek tek sokakları dolaşmak ve sevgisiz çocukları toplamak isterdim.  Onların gözlerine bakmak,  o masum parıltıları solduran acılardan kurtarmak isterdim onları.  Sihirli ellerim olsa keşke. Sihirli ellerim olsa, gece gündüz uyumaz bulurdum onları, dokunurdum gövdelerindeki hırpalanmışlıklara, silerdim dayağın, çimdiğin izlerini tazecik tenlerinden. Sonra elciklerine dokunurdum kendi ellerimle. Sokakların pisliğini, isi, kiri silerdim avuçlarından. Yumuşacık ve tertemiz olmalı çocukların elleri. 

Çocukluk düşlerimi doldurup ceplerime tutayım Lefkoşa’nın ve Karpaz’ın sokaklarını.  Boynu bükük, dünyası kara, rengi soluk çocukları bulayım tek tek.  Onlara gelecek güzel günlerin düşlerinden vereyim. Düşleri olmalı çocukların. Bilsinler ki sadece keder yok bu dünyada, sadece keder verenler yok.  Kocaman eller vurmak için kalkmaz bir tek, kocaman sevgiler sunan eller vardır. Sokakları pis, evleri fakir, yaşamları sefil ülkeler yok sadece, yaşam bundan ibaret değil.  Böylesi yaşamların suçlusu onlar değil. Bilmeli çocuklar, hiçbir kötülüğün suçlusu çocuklar değildir.  Onlara gelecek güzel günlerin düşlerini vermeli önce, önce düşleri olmalı çocukların.  Düşleri olursa eğer geleceği yaratacak güçleri de olur belki... belki. Vermeli onlara en temiz, en sevgili, en dost dünyanın düşlerini. Savaşsız, kavgasız, silâhsız bir dünyanın düşlerini.

Doldurayım düşlerimi ceplerime vurayım kendimi sokaklara. Tapusu cumhurbaşkanına çıkarılmamış yurt düşlerimden vereyim, vatan sevgisinin kimselere ihale edilmediği özgür ülke düşlerimden vereyim.  Kaleme karşı silâh çekilmeyen, barışçı insanların yaşadığı Kıbrıs düşlerim var ceplerimde, kimsenin kimseyi hain ilân etmediği, okullarda aç çocuklar varken kedi gözü mersedes siparişi veren başbakanların olmadığı düşlerimden vereyim.  Çocuklarına savaşmayı ve tetiklere dokunmayı değil sevgi ve hoşgörüyle yaratılacak yeni bir dünyanın umutlarını öğreten düşlerim var benim.  Kendi çocuklarını aç bırakarak, göç yollarına düşürerek onların geleceğinden yiyen, onların geleceğinden keserek ceplerini dolduran kıyıcı yöneticilerin olmadığı, insanına yakın, adil ve paylaşımcı, gerçek liderlerin yaşadığı Kıbrıs düşlerimden vereyim.


Edep

Edep düşünsel, ahlâki, estetik bir iklimdir. Yani insanı insan yapan değerlerin hâkim olduğu bir atmosferdir. Edebiyatın edep sözcüğüyle akrabalığı bundan dolayıdır.

23 Haziran 2013

Al Bir Karanfil


buyurur beyler
eller namluya gider
vurulur düşeriz, ne gam
ortalık toz duman
biz deniz, yusuf,
biz hüseyin oluruz
yıldız tozuna bulanır
kırklara karışır,
al bir karanfil olur
binbir tarlada kanarız

Aydede


aydedemdir
billur ışığını esirgemez
salar üstüme
mest olurum
sermest olurum
uyku girmez gözüme
döner gelir üşenmez
sallar beşiğimi
bende bir çalım bir naz

Tohum


minicik bir tohumla
başlar hayat
orman içre orman
olur dünya
ölüme inat

Gecenin Mahreminde


ay ışığında yıkandım
deniz suyunda kurudum
dün gece
güneşin gölgesinde soyundum
giyindim gecenin mahreminde

AyKız


sürür saçımı yürürüm
 aydede bekler kapıda
 açar evini girerim
 yaz gelir, kış gelir,
 mevsim güze döner
 ben demlenirim.
 gitme vakti gelir sonra
 alıcı kuş belirir karşımda
 sürür saçımı yürürüm
 aydede bakar arkamda

Bir Solukta


küçük bir esinti 
başlasa
hemen şimdi
alsa beni kaldırsa
bir solukta
omzuna kondursa

Dalarım Kendi İçime


ahh, çekerim ipekten bir şal gibi coğrafyamı üstüme, 
kırlangıçlar şahidimdir, 
yalnız alıç ninni söyler bütün gece benimle. 
bir çift kumru düşlerim, 
başak tarlalarıyla mutlu bir ova. 
gökyüzümde bulutlar biriktiririm, 
bereketli yağmurlar saklarlar içlerinde. 
biriktirir ve beklerim, 
dalarım kendi içime, otururum öylece.

Yepyeni Bir Dünya


bir küçük kuş çırpındı
 toz yapıştı kanadına
 ay saldı ışığını
 bulut yağdı yağmurunu
 yepyeni bir dünya oldu
 küçük kuşlar sonsuuuuuz
 uçtu....

Zaman


kim diye sordu zaman
kim o gözlerini dikip bakan
benim dedim usulca
dur biraz, kal yanımda
eğer cesaretin varsa...

Sonra Bir Yalnızlık


derinlere dalıyorum
 yıldızları buluyorum,
 yücelere uçuyorum
 balıklara varıyorum.
 sonra bir yalnızlık,
 bir yalnızlık çöküyor üstüme
 içim daralıyor
 canım sıkılıyor
 koşuyorum anneme
 sığınıp kucağına
 deli gibi ağlıyorum.

Bir Kuş


bir kuş çırpındı içimde
bir kuş,
içimde.
açtım gözlerimi,
uyanmadım,
düş ülkesi peşimde

Düşüm Mavi


dalıp giderim göğün bağrına
düşüm mavi, gerçeğim mavidir artık