26 Ocak 2003

Kıbrıs Sorununa Günlük Yaşamdan Bir Bakış

Bütünü bile oldukça küçük bir toprak parçasının yarısına hapsedilmiş bir halk olarak yıllardan beridir dünyadan izole bir durumda varolmaya çalışıyoruz. Kaldı ki yurdumuz ikiye bölünmüş ve adamızın diğer yarısı bize yasak edilmiş bir durumda. Yaşadığımız yarımın ise tümünde özgürce dolaşabildiğimiz söylenemez. Çünkü bu yarımın yarısı da askeri bölge olarak dikenli tellerle çevrilmiş ve sivil topluma yasak. Yurdumuzun birçok sahili, ovası, ormanlık alanı da bu şekilde yani ateş kes koşullarında yaşamanın bir bedeli olarak bize yasaklanmış bulunuyor. Ateşkes durumunda yaşadığımızı bize hatırlatan sadece bunlar değil. Bütün resmi bayramlarda sürekli tekrarlanan askeri geçitler, komutanların, elçinin ve egemenlerin söylevleri de bize sürekli yaşadığımız savaşı ve eğer Türk Askeri olmasaydı bugün hepimizin nasıl toplu mezarlarda olacağını hatırlatmak ve sürekli bu “geçmiş” bilinciyle yaşamamızı talep etmek üzerine inşa edilen hitaplar da kurulu düzenimizin temellerini ve sınırlarını durmaksızın bize hatırlatmaktadır. Yani bizden istenen bu düzeni olduğu gibi benimsememiz ve sorgulamadan kabul etmemizdir.Bizden istenen, varoluşumuzu, ancak, her üç sivile bir asker düşecek şekilde militarize olmuş bir düzende sürdürebileceğimiz ve bunun dışında, başka türlü bir yurt tasarlamanın olanaksızlığını ebediyen kabul ederek boyun eğmemizdir.

Bizler,özellikle son otuz yıldır, bölünmüş bir yurdun, kendi içinde askeri kamplar olarak tekrar tekrar bölünmüş yarısında, bütün dünyadan tecrit edilmiş bir yaşam sürdürmekteyiz. Bizler bu küçücük adada yılda en az iki kere düzenlenen Toros ve Nikiforos tatbikatlarıyla savaş ve şiddeti tekrar tekrar yaşar ve savaşsız bir dünya, barış içinde bir yurt hayallerimiz her seferinde gerçek bombalar ve makineli sesleriyle delik deşik edilirken var olmayı ve silâhlardan arındırılmış bir yurt özlemini içimizde, derinlerde bir yerlerde saklamayı ve yaşatmayı başarabilmiş bir halkız. 1960’lı yıllarda şehirden köyümüze dönerken önümüzü kesen Rum askerleri bizden kimlik sorar ve bazen de yoklardı. Şimdiyse şehirden köyümüze dönerken bazen silahlı Türk askeri yolumuzu keser ve tatbikat olduğu için köyümüze giremeyeceğimizi, devam etmemizi söyler. Ama bizim evimiz orda, nereye gidebiliriz ki derseniz, bunun sizin kendi güvenliğiniz açısından olduğunu, tatbikat bittikten sonra dönebileceğinizi söyler.

Küçücük, nüfusu az bir toprak parçasında, dış dünyaya tamamen kapalı, üretimi yok denecek kadar azalmış, ateşkes koşullarında, böylesi bir yaşama daha fazla direnemeyerek yarısı göç etmiş bir halkız. Kalan diğer yarım yurt dışındaki yakınlarını ziyaret etmeye niyetlendiğinde yabancı ülkelerin vize veren ofislerinin önünde kuyruklar oluşturmakta ve tanınmamış, dünya hukukunda yerini almamış bir ülkenin yurttaşları olmaları nedeniyle bin bir çeşit hakarete ve eziyete maruz kalmaktadır. Gecenin ikisinden üçünden sıraya giren insanlar ne zaman biteceği belli olmayan işlemler için ve sonunda çoğunca hüsrana da uğrayarak bekleşip dururlar. İşte ateşkes koşullarında ve tuhaf bir düzende yaşadığımızı bize hatırlatan ve insanca bir düzen talebimizi haklı kılan manzaralardan biri de budur.

Bütün bunları yaşarken ve adanın her iki tarafında tırmanan silahlanma yarışı ve gövde gösterisine dönüşen tatbikatlar nedeniyle ülkenin dağı ovası savaş alanına döndürülür, sivil savunma tatbikatları okullarda gerçeğini aratmaz şekilde dramatize edilip minicik beyinler hep geçmişte yaşanan savaşın ve çatışmaların korkularıyla doldurulur ve bugünkünden farklı bir yaşam şeklinin asla mümkün olamayacağı, barışın ancak silahların gölgesinde ve askerle iç içe bir yaşamla sağlanabileceği kanaati yerleştirilirken bizler için yeni bir umut doğmuştur.

Bu umut Annan Plânıyla somut bir hale gelmiştir. İlk kez kendi geleceğimizin şekillenmesinde irademizi yansıtabileceğimiz bir süreç başlamış ve bölünmemiş bir ortak vatan üzerinde, barış içinde ve dünya hukukunda yerini almış bir ülkenin yurttaşları olarak yaşayabileceğimiz bir tasarım önümüze konmuştur. Bu sadece bir tasarımdır ve Kıbrıs’ın Kuzeyinde yaşayan bizler bunun olabilecek en iyi tasarım olduğunu ve bunu hayata geçirmenin ve barış için ileri bir adım olarak değerlendirmenin ve sürdürmenin ancak bizim elimizde olduğunu biliyoruz. Çünkü, kâğıt üzerinde yazılı olanları hayata geçirmek ve geçmişte yaşanan savaş ve şiddet olaylarının üzerine yeni bir ortak yaşam kurmak iki halkın özgür iradesiyle bu ortak geleceği sahiplenmesine bağlıdır.

Bunun için kendi geleceğimizi kurmada söz sahibi olmak istiyoruz. Ve bu arzumuzu en barışçıl bir şekilde meydanlarda mitinglerle dile getirirken en azından Türkiye basını tarafından suçlanmamak ve “hain”, “satılmışlar”, “bir avuç kendini bilmez” nitelemelerine maruz kalmamak istiyoruz. Topu başı yüz elli bin nüfuslu bir ülkenin altmış bini meydanlarda bir şey söylüyorsa görevi ve varoluş amacı insanlar arasında iletişimi sağlamak olan medyanın bunu doğru olarak anlayıp doğru olarak aktarmasını beklemek hakkımızdır. Bu bağlamda Hürriyet gazetesinin yaptığı ne basın etiğine, ne tarafsızlığa ne de doğru habercilik anlayışına uymamaktadır. Özgür basını savunurken bizzat basının bu özgürlüğü kötüye kullanıyor olması üzücüdür.

Ancak Kuzey Kıbrıs’ta yaşananları anlamak için çaba ve emek sarf eden, sadece egemenlerle değil sivil toplumla ve sokaktaki insanla da görüşen, onlarla zaman harcayan, okuruna doğru ve yansız haber ulaştırmak kaygısı dışında kaygılar taşımayan basın emekçileri ve medya kuruluşları da vardır. Kavgamızı onlarla dayanışarak, onlardan güç alarak sürdürmeye devam edeceğiz.

Tijen Zeybek (26 Ocak 2003 Evrensel-Türkiye)