6 Eylül 2005

160 SAYFALIK KEDER

Öğrenirsiniz. Öğrenmek büyümektir. Büyümekse ölmeye yaklaşmak. Bin bir zahmetle çoğalır saçlarda karlar. Hayat, bin bir eziyetle yüzünüzdeki çizgilere yeni çizgiler katar. Hayat mı yazsam yaşam mı, hangisinde asıl anlam. Saatlerce düşünürsünüz kimi zaman. Hayata dair bir öykünün kitaba dönüşme serüveninde yaşanan hayal kırıklıkları ve hüznün can yakışında sınır var mıdır. Yüz altmış sayfalık bir kederden nasıl kurtulur insan. Ah, bakanlarla yapılan toplantılar daha önemlidir edebiyattan. Ah, çok işi vardır herkesin ve dostlar istisna değildir bundan. Sosyalist bir düzeni isteyip, sosyalist bir düzeni özleyerek sabah sekiz akşam beş, ter döker kendi deliğinde herkes. Sonrası, yorgunluk. Sonrası, uyku. Sonrası...sonrasızlık. Ara sıra bir çığlık kopar, koptuğu yerde kalır... Kalsın. Çarpıp yankılanacak bir duvar bile bulmaz önünde...Bulmasın. Sesinizle rahatız etmeyin işyeri sahiplerini, fark etmez birlikte yürümüşseniz bile Mağusa'dan Lefkoşa'ya onca mesafeyi. Hiç kimsenin düzeni bozulmasın. Randevular ve işler önemlidir. Ne demiş kapitalizm, vakit nakittir!

Her gün onlarca kitap düşer piyasaya. İlânlar boy boy, reklamlar sayfa sayfa. Kitap yazmak yürek işiydi...eskiden diyorum. Şimdiyse varsıl oyalantısı. Kitapları binlerce basılıp satılan birisi yazarken çok eğlediğini söylemiş, çok keyif alarak yapmış bu işi. Oysa yazmak cehenneminden söz eder yazar. Yazmak acımaktır, dağılmaktır, hayatın her bir yerinize sapladığı cam kırıklarını yerinden oynatmak, kanamaktır. Eğlenmek için yazmaz yazar. Bir zorunluluktur onun için. Çünkü, düzenin insanı boğan, farklılıklarını törpüleyen baskısından kurtulup, varolmayı sürdürebilecek kadar soluk alabilmesi gerekir. Düzenin sıkı sıkıya ördüğü duvarlarda böylesi yaşamsal bir gediği ancak yazarak açar.

Oysa seyirciler gibi okurlar da 'eğlenmek' istiyor. Gönül Yarası çok iyi bir film olmasına
rağmen gösterimde olan diğer Türk filmleri çok daha fazla seyirci toplamış ve eleştirmenler bunu insanların komedi filmlerine daha fazla itibar ettiğine yormuşlar. Öyledir elbet. Bunda şaşacak bir şey yok. Kapitalist düzenin insanlarıyız biz. Ve bu düzenin tezgâhından geçen her nesil bir öncekinden daha acımasız, daha ben merkezci, daha duyarsız olacak. Herkesin 'barış' adına uzlaşmayı seçtiği böylesi düzenlerde kavga, emek, acı, yürek, dostluk ve fedakârlık elbette anlamını yitirecek. Acıtmayan filmler, acıtmayan kitaplar, acıtmayan yapıtlar derken acıtmayan 'gerçekler' istemeye başlayacak insanlar. Güney Asya'nın cennet adalarında keyifle kumsalda uzanma 'haklarından' söz edecekler. Ve kıyıya vurarak bu haklarına 'gölge düşüren' düşüncesiz cesetlerden rahatsız olmamayı öğrenecekler. ?Barış ve düzen? için böylesi bir duygusuzluğu benimseyip onunla uzlaşacaklar. Sokaklarda aç gezerek, dilenen, hırsızlığa başvuran, köprü altlarında tiner koklayan çocukların acıtan gerçekliğinden kurtulmak, steril hayatlarını korumak için bu çocukları Yassıada'ya toplamaktan söz edecek insanlar. Akıllarına gelen bu parlak fikirle çoktan uzlaşmışlar. Bu düşüncenin normal ve hatta çok iyi bir düşünce olduğuna inanmışlar.

Evet. Kaldıralım gözümüzün önünden bizden fedakârlık isteyen, yardım isteyen, insanlık isteyen ne varsa. Açlıksa açlık, dostluksa dostluk. Bize ne. Elimizin tersiyle itelim. Kaldıramadıklarımızı canımız acımadan görmeye alışalım. Ölen ölür, biz keyfimize bakalım. İster doğal afet kurbanı olsun, isterse doğal olmayan afet ?savaş, açlık- olsun, fark etmez. Halının altına süpüremiyorsak, önce gözlerimizi kapatalım, yetmeyince görsek bile aldırmamamız gerektiği konusunda piyasayla uzlaşalım, olsun bitsin. Her şeye, ama her şeye alışalım. Her şeyle, ama her şeyle uzlaşalım.

Eh madem öyle, yeni sloganlar bulalım kendimize: Gerçekçi ol, imkânsızı isteme. Uzlaş kapitalizminle.


Tijen Zeybek (Mayıs, 2005 - Evrensel Gazetesi)