Bu bir kâbus olmalı ya da de ja vous. Ekranlarda görüşmeci, karşısında iktidar partilerinin, iktidarı kendi özel tarihlerinin bir parçası haline getirmiş muktedirlerinin ayakları henüz suya ermemiş evlatçıkları. Kısacık bir bölüm görüyorum bu kâbustan ve bunun bir kâbus olduğunu anlamama yetiyor. Görüşmeci şöyle diyor, aşağı yukarı; Görmezmisiniz be çocuklar Rum nasıl silahlanır Her gün yeni tank tüfek alır. E hal böyleyken Türkiyenin askerini azaltması ya da çekmesi nasıl olacak? Hiçbir vatan evladının gıkı çıkmıyor tabiyatıynan. Kimsecikler, böylesi bir talep hangi BM plânında var, planın hangi sahifesinde, hangi satırında yer alıyor, diye soracak olmuyor, sorar gibi dahi olmuyor en azından. Gerçek bir ben bu filmi daha önce görmüştümduygusu sarıyor tüm benliğimi. Artık uyansam iyi olacak, ama kâbuslar uzun sürer, öyle hemencecik uyanamazsınız. Özellikle bu topraklarda yaşayanların başına çöken kâbuslar taşlar kadar, demirler kadar, ağırdır.
Tatildeyim ve tatilde oluşum bu kâbusları görmeme engel değil. Tv kanalları tatile çıkmıyor hiç, gazeteler de öyle ve eş dost sohbetleri de. Hatta reklamlar bile. Hele bir tanesi var ki, iki yüzlülüğün görsel alanda nasıl bir sanat eseri halinde sunulabileceğinin abidesi adeta. Uzanın Genç Partisinin sözde savaş karşıtı reklâmından söz ediyorum. Türkiyede yaşayan insanların %90ı bu savaşa karşı...diye öyle bir girişi var ki Kıbrıs konusundaki faşizan yaklaşımını, kitleleri nasıl hiçe saydığını, onlara nasıl da pahalı cicilerinin üzerine konmuş ve tek bir el hareketiyle silkelenesi tozlar olarak baktığını bilmesek çoğulculuğa inandığını zannedeceğiz. Miting alanında toplanan altmış bin insanı hiçe sayan sözleriyle hepimizi aşağılayan sanki o değil. Ve en hafifinden çirkin yaklaşımına gösterdiğimiz tepki kendisine hatırlatılınca da Beş on gün bağırır, susarlar.diyen ve eylemsiz Kıbrıs Türkünü gazaba getirerek bütün telsim hatlarını iade ettiren o değil. Bu şımarık çocuk sanki seçimlerden ders almamış gibi, yenilen pehlivan güreşe doymazmış misali, yakaladığı her alanda, yumrukları sıkılı, havaya havaya sekiyor. Ve reklamlardaki tok ve etkileyici ses, hepimizi, ama özellikle de Kıbrıs Türkünü, patronuyla yaşadığı bu ilginç deneyimden sonra iyice aptal yerine koyarak devam ediyor: Unutmayın!, Millet kendi iradesine karşı çıkanlardan hesap sorar. Vay Uzun efendi vay. Neler de bilirmiş bu küçük, Türkiyenin Berlusconisi olmaya aday, Amerikan makyajlı, yeni yetme siyasetçi.
Eh işte! Kâbus. Gör gör, terle. Kendi kâbuslarında bile bir tekrar, bir de ja vous. Neyse ki tatil, neyse ki kış, neyse ki sabah sabah uyanınca gökkuşağı beni bekliyor oluyor mor dağlarımın eteklerinde. Ve canım sıkılınca koşuyorum aşağı, küçük bir tur Mesaryamın göbeğinde, elimde bir demet nergisle geliyorum evime. Derin bir nefes çekiyorum sarı gözlü başlarına gömüp burnumu, derin derin kokluyorum. Ne kâbuslardan eser kalıyor üzerimde, ne demir ne de taşlardan. Sarışın sürprizler gibi nergisler. İpeksi kucaklar kadar sıcacık ve sarışın başları. Gökkuşağı öylesine renkli ki, o kadar iyi geliyor ki ruhuma, sadece bakışlarımla değil bütün varlığım ve düşüncemle ulaşıyorum Mesaryadan Trodosa.
Ve kim ne derse desin, hangi milliyetçi akıl çizdirirse çizdirsin o kocaman bayrakları dağlara, insanlığa yakışan barıştır, kardeşliktir. Ülkelere yakışan sınırsızlıktır. Bütün insanlar kardeştir ve evimiz dünyadır. Kıbrıs yarım değildir, Kıbrıs ve Kıbrısta yaşayanlar bir bütündür. Kıbrısın bütünlüğü ancak bir başka bütüne, dünyaya dahil olmak içindir. O kocaman bütünün bir parçası olmak içindir.
Sınırsız, dibine kadar özgür hayatlar için, sınırsız ve dibine kadar özgür düşler isterim. Doğrudur, uzun sürer kâbuslar ve ağırdır taşlar. Ama ne kâbuslar ne de taşlar sonsuz değildir. Her kâbus uyanıklığa mahkûmdur ve her taş da zamana, zaman içinde ufalanmaya...
Tijen Zeybek (5 Şubat 2003 Yenidüzen)