13 Mart 2003

BU MEMLEKET BİZİM Mİ? “BİZ” KİMİZ?

1950’li yıllardan beri Kıbrıs’ta verilen kavga her dönemeçte yeni bir “şey”e dönüşmüş ama asla halkın uğruna kavga ettiğini sandığı şeye yani özgürlüğe ve barışa giden yolda dosdoğru bir adıma dönüştürülememiştir. Bunun böyle olmasında şaşılacak bir şey yoktur aslında. Çünkü dünyanın tekrar tekrar paylaşımı kavgasında bin türlü alengirli hesap yapan “büyük” devletler önlerine haritalar koyup o haritalar üzerindeki coğrafyalarla ilgili uzun vadeli plânlarını yaparlarken o coğrafyalar üzerinde yaşayan halkların mutluluğunu değil kendi çıkarlarını düşündüler/düşünürler. Bizim ülkemiz Kıbrıs da bu paylaşımda olabildiğince çetin kavgaların ortasında bulmuştur hep kendini. Ve günlük yaşantılara dıştan yapılan bilinçli müdahaleler yoluyla halklar olayları etnik kodlarla yorumlamaya yönlendirilmişlerdir. İşte hayatın akışına yapılan bu bilinçli müdahaleler sayesinde iki halk –Kıbrıs Rum ve Kıbrıs Türk halkı- birbirine düşman edilmiş ve her iki taraf da bütün sorunların suçlusu olarak “öteki”ni görmeyi öğrenmiştir. Ne yazık ki olayların iç yüzünü bilebilen, dış güçlerin adamız üzerindeki oyunlarını sezebilenlerin susturulması küçük nüfusumuzun da etkisiyle hiç zor olmamıştır.

Bütün bu süreç 1974 yılında yeni bir dönemece geldi ve Garantör ülke olan Türkiye’nin Garanti Antlaşmalarına dayandırdığı müdahalesi gerçekleşti. Büyük bir savaş yaşandı ve bizler Garantör ülke Yunanistan’ın adada darbeye kalkışması yüzünden bir diğer garantör ülke olan Türkiye’nin müdahalesiyle birbirimizi o kadar çok öldürdük ki artık düşman olmak için hakiki ve inanılmaz acı yaşanmışlıklarımız vardı. Yığınlarla ölü, binlerce kayıp, yakılıp yıkılmış köyler, bombalanmış evler, toplu mezarlar vardı artık geçmişimizde. Garanti Antlaşmaları Garantör ülkelerin adaya müdahalesinin ancak “Bozulan anayasal nizamı sağlamak” amacıyla olması şartını getirmekteydi. Ancak yapılan “müdahale” öylesine kanlı bir savaşa yol açmış ve o kadar büyük acılara neden olmuştu ki değil anayasal düzeni sağlamak herhangi bir başka amaç için dahi her iki halkın işbirliğine gitmesi artık hiç kolay değildi . Kaldı ki adamız ortasından ikiye bölünmüş, tel örgülerle sınırlar belirlenmiş ve bambaşka bir süreç başlatılmıştı. Müdahale sanki bozulan anayasal düzeni sağlamak için değil kalıcılaştırmak için yapılmıştı.

İşte neredeyse son otuz yıldır bu süreci yaşıyorduk. Ancak yavaş yavaş fark ettik ki gene özgür değildik ve adamızda da barış hüküm sürmüyordu ne yazık ki. Ortada bıçak yarası gibi duran ve sadece yurdumuzu değil, aslında geçmişimizi, anılarımızı, benliğimizi de bölen bir çizgi vardı. Bu çizgi kültürümüzü de, çok dilliliğimizi de, çok dinliliğimizi de bölüyor ve bizi fakirleştiriyordu. Bu çizgi bizi sadece yurdumuzun diğer yarısından değil bütün dünyadan da ayırıyordu. Çünkü hiçbir ülkenin tanımadığı bir devlet ilân etmiş ve onun üzerinden bir kimlik oluşturmaya kalkmıştık. Oysa hiçbir yapay oluşum geçmişimizden gelen hakiki kimliğimizin yerini tutamayacağı ve böylesi bir ayrılıkçı çizginin de hukuk düzeni temelinde şekillenmiş dünya ülkeleri tarafından desteklenemeyeceği apaçık ortaya çıktığında kendimizi yapayalnız bulmamız kaçınılmazdı. Küçücük bir ada yarısında, dünyadan izole olmuş, hiçbir ülkeyle doğru dürüst ve direkt ilişkisi olmayan, kimliği tartışılan bir toplum olarak köşeye kıstırılmıştık. Diğer yandan Türkiye ile birlikte sürdürülen tamamen yanlış ya da maksatlı ekonomi politikaları sayesinde üretimden tamamen kopmuş, Rumlardan kalan fabrikalara kilit vurmuş, Rumların bıraktığı binlerce dönüm narenciye bahçesini kurutmuştuk. Nüfusumuzun

yarısı bütün bunlardan bunalmış ve çaresiz ülkeden göç etmişti. Üstelik göç eden nüfusun yerine Türkiye’den başka nüfus aktarıldığı ve küçücük bir alanda kırk bine yakın da asker barındırıldığı için geride kalanlar da kendini, kendi ülkesinde yabancı hissetmekten kurtulamıyordu. Ama ganimet düzeninden faydalanarak devasa servetler yapan ve bunu kaybetmemek için her türlü anlaşmaya ve çözüme karşı çıkan bir kesim de yaratmıştık. Bunlar Türkiye’deki çözüm karşıtı egemenlerle eşgüdüm içinde hareket eden ve son otuz yıldır ülkeyi çekip çeviren işbirlikçilerdi.

Bütün bunlar olurken ve Kuzey Kıbrıs halkı bir çıkmaz içinde çırpınırken Annan Plânı ve bu plânla birlikte AB üyeliği ortaya çıkmıştır. Kuşkusuz bu plân da özgürlüğü ve barışı simgeleyen bir belge olarak göklere çıkarılamaz. Üstelik adamızı birleştirmeye ve iki halkın barış içinde yaşaması için gerekli şartları oluşturmaya yönelik olmaktan ziyade iki bölgeliliği yani de facto durumu teyit eden ve iki halk arasındaki iletişimi olabildiğince asgari düzeyde tutmaya çalışan bir temel üzerinde şekillendirilmişti. Ancak içinde bulunduğumuz durumla kıyaslandığında dünyaya açılan kocaman bir pencereydi Annan Plânı. Konumumuzu, dünyaca kabul edilmiş, hukuki temelleri olan, sağlam, büyük bir yapının içine monte edebilecektik. Bütün dünyada geçerliliği olan seyahat belgelerimiz, dünyaca tanınan bir kimliğimiz ve belki adamızı bütün kılacak ve biri gerçek barışa götürecek adımları atabilmek için bir zeminimiz olacaktı. Annan Plânı temelinde bir çözümle AB’ye girdiğimizde adamız artık yüzen uçak gemisi olmaktan, garantör ülkelerin cephaneliği ve tatbikat alanı olmaktan kurtulacaktı. Ateşkes durumunda yaşamaktan ve silâhların gölgesinde huzur aramaktan başka bir yoldu bu. Denemeye değerdi doğrusu. Ve Kuzey Kıbrıs’ta yaşayan bizler bunu yürekten istedik.

İşte bu bağlamda Kopenhag’da yaşananlar da Lahey’de yaşananlar da çözüm ve barış yanlıları için tam bir bozgun olmuştur. Çünkü halk her şeyini ortaya koyarak bu plânı desteklemiş ve bu plâna onay vermiştir. Ancak Annan Plânı çerçevesinde bir anlaşma ve AB üyeliğinin önünde Türkiye’nin ve Kuzey Kıbrıs’ın çözüm karşıtı egemenlerini bulmuştur. Aylardan beridir medyada sürdürülen tartışmalarda Kıbrıs Türkü Türkiye’nin adaya bakışında insan faktörünün hiçbir değeri olmadığını acı bir şekilde öğrenmiştir. Dillerde dolanan sadece stratejik önemdir, jeopolitik önemdir ve hep Türkiye’nin çıkarlarıdır. Ve bu söylemi tutturanlar Türkiye’nin çıkarlarıyla Kıbrıs’ın çıkarları çatıştığında dikkate Türkiye’nin çıkarlarının alınacağını açıkça belirtmektedir. Hatta Kıbrıs Türkü adına görüşmeleri sürdüren Denktaş bile “Yetmiş milyon dururken bizim ne hükmümüz olur?” demektedir. O zaman bu memleket kimin? KKTC nedir? Garantör ülke ne demektir? Biz neden savaştık, neden öldük? Türkiye buraya neden geldi? Neden gitmedi? Gelmeli miydi, gitmeli mi? Böyle uzunca bir sorgulama döneminden sonra Kıbrıs Türkünün toplumsal iradesi meydanlarda ve sloganlarda belirdi : “Bu memleket bizim, biz yöneteceğiz.” Bu söylem önce Türkiye egemenlerini sonra da burada ki “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” yazısının altında, mecliste oturan ancak temsil ettiği halkın kendi kaderini tayin etme hakkını, referandum hakkını dahi teslim etmeyen egemenleri hedef aldı. Aslında ikisini birbirinden pek ayrı düşünmemek gerektiğini de ortaya çıkarıyordu süreç.

Şimdi Lahey bozgunundan (!) sonra Kıbrıs Türk halkı elinden alınan iradesine sahip çıkmak için yeni bir kavgaya başlayacaktır. Ve bu kavgadan çıkar güdenler de gene aynı yöntemi ortaya sürmek için sahnedeki yerlerini almakta gecikmemişlerdir. Bütün hazırlıklar tamamdır ve etnik kodlamalar bu sefer de Kıbrıslı Türk ile Türkiyeli Türk arasında yapılmaya çalışılacaktır. Bu yüzden Annan Plânını kabul ederek AB’ye girmeyi destekleyen Kıbrıs Türk

Halkı’nın karşısına, sivil giydirilmiş askerlerden, Türkiyeli kaçak işçilerden ve üniversitelerde okuyan Türkiyeli öğrencilerden devşirilmiş bir başka “halk” çıkarılmaktadır. Ve bu iki kesim birbirine hedef gösterilerek yeni yeni düşmanlık tohumları serpilmektedir. İşte bu noktada Bu Memleket Bizim Plâtformunda bir araya gelen Kıbrıs Türk Solunun çok dikkatli olması ve başlatılan mücadelenin başka başka mecralara sürüklenmesine meydan vermemesi gerekmektedir. Bu konuda Türkiye Soluna da çok iş düşmekte ve her iki ülke aydınlarının işbirliği içinde olması kaçınılmaz görünmektedir.

Tijen Zeybek (13 Mart 2003-Evrensel/ 17 Mart 2003 Yenidüzen)