26 Eylül 2013

Güz Düşleri

Kışın hiç uğramadığı bir coğrafyanın, güneş yanığı çocukları olarak  güz düşleri görüyoruz. Sarıya, turuncuya, kırmızıya eğilimli yazılar yazıyor, şiirlerden birer sığınak kazıyoruz kendimize. Sarıya ve turuncuya meyilli yazıların hürriyete ve demokrasiye ağıt yakması doğaldır belki de.  Kim bilir, böylesi güz düşkünü insanların yazılarına gri/beyaz bulutların, şiirlerine sağanak yağmurların musallat olması da doğaldır belki.  Yazın fazla geliyor olması, güneşin ışığının fazla aydınlatıyor olması şiire yazgılı olmamızdandır.  Sabahtan akşama her noktayı, duvardaki her çatlağı, topraktaki her kımıltıyı gözümüze gözümüze sokan güneş hayda hayda gösterir hayatın ve faşizmin iğrenç yüzünü bu ülkede. 

Güz düşlerine dalmak niyetiyle uykuya yatıyorum ben her gece. Güz düşlerimin ertesinde bilirim ki incitici yazılara ve yaralayıcı şiirlere gebe olarak uyanacağım. Tahammül ötesi ışığını tepemize salan güneşin altındaki sabahlara her şeyin üstüne acıtıcı suyundan döken bir simyacı gibi uyanacağım. Bulutsuzluk ve yağmursuzluk cenderesinden avuçlarımda kendi tuzlu sularımla kurtulacağım.

Her şeyin üzerinde sertçe bir rüzgâr essin istiyorum şimdi. Meselâ televizyonda, yeni açtığı sergisinden heyecanla söz eden ressam, adamızı paylaştığımız Rum halkından  “karşı unsur” diye söz ettikçe,  hızlı bir sonbahar rüzgârı deli deli essin, katıp önüne kinayeli ve hasım gören sözcükleri, darmadağın etsin, yerlerde sürüklesin diye bekliyorum.  Oysa her yerde güneş, her yerde sıcak, her yerde çöl ıssızlığı var. 

Kışın hiç uğramadığı bir coğrafyanın, güneş yanığı çocukları olarak doğduk. Sonra, barışın bir türlü uğramadığı bir ülkenin savaş yeniği çocukları olarak büyüdük. Hayatımızın ortasında hep korku oldu. Hayatımızın orta yerinde hep kurşun, bomba, çatışma ve yaz akşamlarının yasemin kokulu havasına inat barut kokusu oldu.  Bundan da beter iz bıraktı göçler. Ölümden ve savaştan da beter, bir koyu gölge halinde yer aldı göç, geride kalan her çocuğun, her kadının, her erkeğin ruhunda. Kimimiz savaşta öldük.  Savaşta ölmeyenlerimizi en sevdiğinin ölümü mahvetti. Savaşta ölmeyen biri varsaydı eğer ve sevdiklerinden birini de yitirmediyse, o da göç etti bu ülkeden, gitti nihayette. İşte budur Kıbrıslı Türk demek. Ne tarafından baksan, kolu kanadı kırık, ne tarafından baksan yaralı bir bilinç ve ne tarafından baksan hırpalanmış, kışa da yağmura da, barışa da hasret mi hasret.

Bu yüzden işte, sertçe bir rüzgâr essin istiyorum şimdi. Katıp önüne götürsün her şeyi. Meselâ, yeni sergisini açan ünlü heykeltıraşımızın “Barışı isteyen ve barışı istemeyenleri bir birine daha hoş görülü davranmaya çağıran” sergisini iyice bir dağıtsın istiyorum. Ben barışı istemeyenlere hoş görülü davranmak istemiyorum. Kimse de öyle davranmasın. Barış istemeyenlerle uzlaşacaksak eğer Hitler’i de şimdi, buracıkda affetmek lazım. Hatta Şaron’dan özür dilemek, Pinochet için günah çıkarmak gerekecek.  Bu yüzden güz düşleri görmeye yatıyorum hep. Bu yüzdendir uykulara sığınışım.

Şiirin, resmin, yazının, müziğin yetmediği yerde rüzgâr olup deli deli esmek lazım. “Uzlaşma kültürü” dedikleri, “Uzlaşım eğitimi” dedikleri  buysa eğer vazgeçelim bu kültürden de eğitimden de. Vazgeçelim de zehirlemeyelim ne sanatımızı ne de kendimizi. Psikolojiye ucundan, kenarından bulaştığım gün, bu bilim dalının bu günkü haliyle sadece insanlara her şeyi olduğu gibi kabul etmelerini öğütleyen, vahşi kapitalizme direnen, onun bir “çıktı”sı olmak istemeyen insanları çarklara karşı daha az direnç göstermeleri için ikna etmeye uğraşan yeni bir yöntem olduğunu düşünmüştüm. Bu beni epeyce ürkütmüştü. Uzlaşma denen şey de onun bir parçası olarak bir başka koldan sokuluyor hayatlarımıza.

Uzlaşın ve unutun her şeyi. Uzlaşın ve vazgeçin kendinizden. Uzlaşmak için küreselcilerle istifa edin milliyetinizden, utanın ana dilinizden, çok görün kendinize bir avuç toprağı, o topraklarda kendi kendini yönetip hürriyet içinde yaşamayı, uzlaşın azınlık haklarıyla ve ikna olun tarih diye bir şey yok her şey biyografi deyen akılla. Uzlaşın ve buharlaşın. Ben uzlaşmıyorum. Ben sevilesi olmayan hiçbir insanı sevmiyorum ve nefret etme hakkımı saklı tutuyorum.  

En deli rüzgâr asıl şimdi lazım... En deli yağmur, şimdi.


Ben Kızıl Siyah Bir Düş Yarasıydım

Serin serin örtündü gecenin örtüsünü o sevgili ova üzerine. Yalnızlığın ve acıtıcı kalabalığın inme indiren parıltısı suçlu suçlu baktılar. Mor dağlar gündüz düşlerinden gece düşlerine kayarken usulcacık “çıt” “çıt” diye sesler çıkardılar.  Bir kuş sürüsü pırr diye havalandı Efkaliptonun kollarından.  Kanat kanata uçup geldiler gecenin içinden, kanat kanata kondular penceremin pervazına. Küçük, siyah incilere benziyordu gözleri ve bakışlardan haberler saldılar bana. Oysa pencereler kapalı bense derin uykudaydım o sıra. Üstelik gecenin bir yarısıydı ve ben kızıl/siyah bir düş yarasıydım.  Hüzün hüzün baktı kuşlar, derin derin baktı kuşlar, esir esir baktı kuşlar...düşümü ürkütüp kaçırdı kuşlar.  Yüzüm ağrıyordu düşsüz uykularda oysa, izler buluyordum üzerimde, işaretler; ürküp alelacele kaçan düşlerden kalma. Bir yarım uykuya, bir yarım uyanıklığa açıyordu gözlerini, bir yarım düşlere bir yarım gerçeğe akıyordu kesintisiz ve biri diğerine yenilmiyordu asla. Kuşlar... Siyah inciden gözlerinden kederli bakışlar düşürdüler üzerime, hüzünlü bakışlarından tuzlu gözyaşları damlattılar soğuk soğuk tenime de doğrulup oturdum yerimde. Doğrulup oturdum kendi çıplaklığına bir türlü alışamayan sevgili ovamın yamacına.

Ben uyanınca uyandı ay da, uyandı ful da, uyandı asma da.  Asma kadın çabucak çıkardı memelerini yapraklarının arasından ve emzirmeye durdu arsız üzümlerini ay ışığında.  Mesarya Beşparmaklardan bir örtü çekip saklamak istedi çıplak gövdesini. Uzun bej tenli kolunu uzatıp sedir ağaçlarının yapraklarından elma kokulu bir yorgan çekti üstüne. Utangaç bir kadının içi gibi rahat etti içi.  Sessizce ahh etti...gülümsedi. Gülümsedim ben de uykulu gözlerle. Bir Meltem esti birden, ılık bir nefes Mesarya’nın kuytularında biten gecetütenlerin kokusunu getirdi.  Küçükbeleng Büyükbelenge sokuldu ürpererek, içi titredi gecenin, çiy düştü ota ocağa, yarı mahcup bir arzuyla kalkıp inen sevdalı bir göğüs gibi sarsıldı bütün ova. Mesarya hüzünlü gözlerini dikip yüzüme “Beyaz zambağı koklayıp İsa’ya gebe kalan bakire Meryem” bakışlarıyla baktı bana. Oysa biliyordum ki bal gibi sevişgendi o da. Hatta aynıydı Aşk Tanrıçası Afrodit’i doğuran topraklarla.  Afrodit’i doğuran toprakana gövdesini örtmüştü mavi sularla, Mesarya ise Beşparmaklardan gelen çam kokulu yorganla. 

Meltem kulaklarıma doldurdu masum bakışlı, mahzun bakışlı ovamın sesini; dedi ki: Haydi, anlat bana, dök içini.  Bir yandan da çam kokulu örtüsünden dışarı çıkarıp sedef tenli, ayva tüylü minik ayağını, karıştırmaya durdu parmak aralarının pespembe boşluğunu. Gülümsedi tatlı tatlı. Gülümsedim ben de, hem gerçekte, hem düşümde. Dizlerimi çekip göğsüme, doladım kollarımı kendi gövdeme ve dökeyim içimi dedim, dökeyim derdimi, ne kadar birikmiş kahır varsa içimde bırakayım o sevgili ovanın böğrüne. Ovadır o, kaldırır, kocamandır kucağı sığdırır, kurduna yedirir, kuşuna yedirir, dertler ona vız gelir.

Dinle Asma, Alıç, Zeytin, dinle. Dinle Efkalipto, Süpürgeotu, Kırlangıç, Yabangüvercini sen de. Dinle Çaltılı Ova, Mağaralı Kıraç, Büyükbeleng, Dutlu Akar. Sen de dinle Karadut, Kırmızıgül, Elma, Kış ve Oklu Kirpiklerinin altından esmer esmer bakan bay Hüzünlügöz, dinle. Anasının yaptığı bittayla kıçını silip Tanrı tarafından taşa döndürülen Analı Kızlı, sen de dinle. Aşk tütsüsü Gecetüten, kadınların memelerini süsleyen Ful, arsız ve dikenli Çatırez sen de dinle, dinleyin hepiniz.

 Dur Meltem, esme. Bekle biraz, biriktir sözcüklerimi, doldur kocaman ağzına ve sonra üfle, uçur onları. Limasol’a, Larnaka’ya, Baf’a.  Trodos’a Omorfo’ya, Eğlence’ye, Beşparmağa.
Durduramaz seni hiçbir şey, sakın sınır tanıma. Üfür Avustralya’ya, çocukluk arkadaşlarıma götür, Londra’ya, Kanada’ya fotoğraflarımda tebessümlerini bırakıp da giden dostlarıma. Ve ulaştır sesimi Pir Sultan Abdal’a, Yunus’a, Şeyh Bedrettin’e ve yoluma nur saçan tüm ululara. Üstüne titrediğim anacığıma... Aman Meltem, sakın ha... Babacığımı unutma.

Ve dedim ki; gece hasret, gündüz çaresizlik büyütüyorum içimde.  Bütün kapılar kapalı ve bir yabancı gibi duruyorum ben eşikte.  Eşikte duruyorum ve söylenmesi yasak sihirli sözcüklerden tohumlar ekiyorum yüreğime. Bu tohumlar büyüyüp,  küçük kızım, olmasına izin verilmeyen o çukur çeneli prematüre oluyor, hep peşimden geliyor. Bu tohumlar büyüyüp  “O ölü kırlangıç” oluyor ve duruyor hâlâ merdivenlerde. Bu tohumlar Mavi Kitapların sayfaları arasından fırlayıp ellerime batan vavi çuvaldızlara dönüşüyorlar.  Kanıyor ellerim.  Hangi zehirli çiçeklerin ya da hangi pembe/beyaz güllerin olduğunu bilemediğim tohumlar biriktiriyorum içimde. Söylenemeyen sözcüklerden, yazılamayan öfkelerden, dillendirilemeyen gerçeklerden olma,  pişmanlıklardan, keşkelerden, kapanmayan, kapatılamayan yaralardan doğma bu tohumlar. İçimde dağlarca tohumlar ve kilometrelerce ekilmedik tarlaların bir türlü dolduramadığım boşlukları var. Nadas tarlalar gibi içim,  üzümlü asmalar gibi içim, bazen çok şey bazen de hiç’im.

İşte her şeyi söyledim. Gidin artık kuşlar, düşlerimi kaçırmayın.  Yüzüm ağrıyor düşsüz uykulardan sonra, üzerimde izler buluyorum, tuhaf işaretler, apansız ürküp kaçan düşlerden kalma. Düşsüz uykular iyi gelmez bana, ama iyi gelir yazıya. Yarım kalan ne aşklar ne de düşler yaramaz bana ama iyi gelir onlar da yazıya.


25 Eylül 2013

Kuş Olsam


altım mavi üstüm mavi
ben mavi
kuş olsaydım keşke
ışıktan atlas üzerinde
akça bir leke
o zaman çarpardı
sonsuza dek yüreciğim
hür ve lekesiz
tanrının yüreğiyle
ahenk içinde

24 Eylül 2013

Yeniden Doğdum


Toprağın sesini duydum
 Sen kokuyordu
 Yağmurda ıslandım
 Sanki sendin
 Yumruğum sıkıldı
 Sertti, demirdendi
 Gözlerim açıldı
 Sanki dünya ateştendi
 Parçaladım kendimi
 Bir yapboz gibi dağıldım
 Kurşunladım kalbimi
 En derin yerimden vuruldum
 İşte şimdi, tam da şimdi
 Yeniden doğdum

At





                                                         
                                                                  Gül serp yüzüme,
                                                               Göbeğimde nar çatlat
                                                                 Ağzımı doldursun
                                                                 Kır yeleli, azgın at.

                                                                 De ki; ben değilim
                                                                  De ki; vazgeçtim
                                                                  Sen pişman ol ki
                                                                 Yerine ben öleyim.


Frida Kahlo


Frida Kahlo: hem hayat hikâyesi hem de resimleriyle insanı şaşırtan, kendine hayran bırakan bir insan. Yaşadığı kâbus gibi kazanın bedeninde ve ruhunda bıraktığı tahribatın altından kalkmak başlı başına zor hatta neredeyse imkânsızken, o bununla yaşamayı başarmak bir yana inandığı değerler uğruna kavga etmekten de zerre kadar imtina etmemiş bir kadın, bir güzel insan. Daha sonra kocası olan Diego Riviera ile olan tutkulu ve bir o kadar da çalkantılı beraberliğindeki tutumuna kafa yormak ve direncine hayran olmamak elde değil. Sadece bu direncin kaynağına kafa yormak onunla ilgili her şeyi değilse bile çok şeyi anlamamıza yol açar. Ancak bu kafa yorma sürecinin sonunda sadece Frida Kahlo’ya dair değil kendimize dair de birçok yeni soruyu sormak ve yeni cevaplar bulmak sorunuyla ya da şansıyla karşı karşıya kalmak kaçınılmaz ve en azından benim indimde arzu edilir bir yan etkidir.
Onun şartlarında bir çok insan kendini güçsüz, yetersiz hissedip köşesine çekilecekken o hayatla olan bağlarını daha da güçlendirmiş gibidir. Tam da hayatın, sanatsal ve siyasi kavganın en önemlisi de deli gibi bir aşkın ortasına atmıştır kendini.

Frida Kahlo'nun hayatı

Meksikalı olan Frida doğum tarihini üç yıl gecikmeli olarak Meksika devrimine rastgelen 7 Temmuz 1910 olarak kabul etmiştir. Kız kardeşleri vardır Frida’nın ancak hiç erkek kardeşi yoktur. Bazı kaynaklar babasını memnun etmek için zaman zaman erkek kılığında dolaştığını söyler onun. Ancak bana göre bu tutumu en azından sadece babasını memnun etmek için değildir. İçindeki  daima kuralların –bunlar tabiat kuralları bile olsa- sınırlarına dayanıp ötesine geçme arzusu ve isyanının da bir dışavurumuydu. Bu isyankar ve kural tanımaz ruh halini eserlerinde de kolaylıkla takip edebilirsiniz. Zaten kendisi de tuvale kendi gerçekliğini yansıttığını söylemektedir. Bu olağanüstü kadının eserlerini ve hayatını birbirinden ayırmanın imkânı yoktur. Ve eserleri onun sadece somut hayatının değil hayal dünyasının da tercümeleridir bir ölçüde.
Frida’nın gene kendi deyimiyle hayatı boyunca başına iki büyük kaza gelmiştir. Birincisi onu sakat bırakan, yatağa mahkûm eden ve hayatı boyunca bir çocuk sahibi olmasını engelleyen otobüs kazasıdır. Kazadan sonra çocuk sahibi olamayacağını öğrendiğinde hayali oğlu “Leonardo” için bir doğum belgesi hazırlar Frida.
Belgeye göre Leonardo Eylül 1925’te doğar. Gerçeğe, başına gelen kötü kazanın hayatında yol açtığı geri dönülmez mahrumiyetlere ilk büyük isyanı ve itirazıdır bu Frida’nın. Doğum kayıt belgesiyle bu itirazı somutlar.
Yatağa bağımlı olduğu günlerde babasının aldığı fırça ve tuval, annesinin yatağının üzerine astığı ayna hayata tutunacak çelikten halatları olur genç kadının. Sırt üstü yattığı yatağından aynadaki aksini seyredip, orada gördüklerini tuvaline aktarır.
Bütün acılarını ve yoksunluklarını renklere akıtır. Tuvalde onlarca Frida vardır ve çevresinde dönen hayattan yüzler, eşyalar ve kendisinden başka hiç kimsenin göremediği nice şeyler. Tuval onun günlüğü gibidir aslında. İçini döker, öfkesini, acısını, isyanını.



Böylece aylar, yıllar geçer, acılı tedaviler, ameliyatlar birbirini kovalar. O dehşetli kazadan sonra yaşaması bile mucizeyken ayağa kalkmayı, ağır aksak da olsa yürümeyi başarır Frida. Ve hayatının ikinci büyük kazasını yapmak üzere biriyle tanışır;  Komünist, Ressam Diego Rivera. Frida delicesine âşık olur.
Kendisinden yirmi bir yaş büyüktür Diego. İki kez evlenmiştir ve çocukları vardır. Sanatının yanında güzel kadınlara olan düşkünlüğü ve iflah olmaz bir çapkın oluşuyla ün yapmıştır. Diego’da bu çılgın, güçlü ve biraz da vahşi kıza âşık olur. Evlenme kararları büyük yankı yapar onları tanıyanlar arasında. Çevresindeki hemen herkes  gibi Frida’nın annesi de  karşı çıkmaktadır evliliklerine ve  aralarındaki ilişkiyi bir güvercin ile filin birlikteliğine benzetmektedir.


Ona göre Diego “Çok yaşlı, çok şişman ve daha beteri bir komünist ateist” idi. Aslında Diego Frida’nın yaslandığı dağ, güvendiği ve kendisinden güç aldığı koca bir doruk idi. Evlendiler. Çok büyük acılar ce çok büyük mutluluklar yaşadılar. Frida’nın sağlık sorunları hiç aman vermiyordu. Hiç beklemedikleri bir anda hamile kalması ise hakiki bir mucizeydi. Ancak gebelik tehlikeli bir düşükle sonuçlandı. Genç kadın fiziken yaşadığı perişanlıktan çok ruhen yıkıldı. O bebeği ölümüne istemişti. 
Bir yandan bunlarla boğuşurlarken bir yandan da Diego’nun kadınlar konusundaki arsızlığı Frida’yı kahrediyordu. Kıskançlık içini kemiriyor ve onu içinden çıkılmaz kederlere boğuyordu. Kimi zaman da Diego’ya olan öfkesini ve kırgınlığını başka erkeklerin kucağında dindirmeyi denedi. Ancak evlilikleri en büyük yarayı Diego’nun baldızıyla yaşadığı ilişkiden dolayı alır. Frida kahrolmuştur. Kendisini iki taraflı bir ihanete uğramışlık içinde hisseder. Ayrılırlar. Frida kızkardeşini affetse bile Diego’yu bu sefer affedememektedir. Boşanırlar ancak birbirlerine olan aşklarını bitiremezler.
O dönem Meksika’da sürgünde olan Troçki’yi evinde misafir eder Frida. O’nunla bir ilişki yaşadığı anlatılır daha sonra. Öyleyse de asıl aşkı hâlâ Diego’dur ve hep o olmuştur. Onlar sadece birbirlerinin âşığı ya da karısı kocası değildiler. Onlar birbirlerinin annesi, babası, kardeşi, sevgilisi, yoldaşı, meslektaşıydılar da aynı zamanda. Hayatın neredeyse tüm boyutlarına uzanan bir aşk haliydi onlarınki. Kimselerinkine benzemeyen. Başkalarıyla sevişseler de hiç kimseyi birbirlerini sevdikleri gibi ve kadar sevmediler.
Frida resim yapmayı hiç bırakmadı. Hastayken de, hastanedeyken de, kocasıyla korkunç bir kavganın içindeyken de ve mutlu günlerinde… hep resim yaptı. Amerika’da ve Fransa’da sergilere katıldı. Kendi ülkesindeki ilk kişisel sergisinde rahatsızlığı bir hayli sorun olmaya başlamıştı ve yatağa bağımlıydı. Doktorlar sergisinin açılışına kesinlikle gidemeyeceğini bildirdiler. Ancak bu Frida’yı durduramazdı ve durduramadı. Yakınları çareyi onu yatağı ile birlikte sergi salonuna taşımakta buldu.
Yatmaktan bıkmıştı. Ölümden sonrası için yatarak yeterince vakit geçirdim, cesedimi yakın diyordu gülerek. 13 Temmuz 1954 tarihinde göçtü Frida. Gömülmedi. Dediği gibi oldu;  yakıldı. Külleri şimdi müze olan evi  Mavi Ev’de sergilenmektedir.



Dolores Ibárruri


“Dizlerimiz üzerinde yaşamaktansa ayakta ölmeyi yeğleriz”




İspanya’nın en tanınmış komünist kişiliği kuşkusuz Dolores Ibárruri’dir. Yetenekli bir ajitatör olarak efsaneleşti ve coşkulu konuşmalarıyla yazıları onun “La Pasionaria” (Tutku Çiçeği) lakabıyla anılmasına neden oldu. İspanya İç Savaşı’nda büyük “siyahlı ana”nın yükselttiği mücadele ve direniş çağrısı “No Passaran!” (Geçit Yok!), dünyanın her yanında faşizme karşı direnişin sloganı haline geldi. “Dizlerimiz üzerinde yaşamaktansa ayakta ölmeyi yeğleriz” sözü de ona aittir.



Asıl adı İsidora İbárruri Gómez olan Dolores İbárruri, Bask Bölgesi’nde Vizcaya kentine bağlı Gallarta’nın bir kasabasında yoksul bir madenci ailesinin 11 çocuğundan sekizincisi olarak dünyaya geldi. Çok küçük yaşlarından itibaren konuşma yeteneğiyle dikkat çekti. Öğretmeni öğretmen okuluna gönderilmesini istediyse de ailesi ekonomik durumu nedeniyle kızlarını okutamadı. Dolores balık satarak, hizmetçilik ve terzilik yaparak yaşamını kazanmak durumundaydı.




1916’da bir komünist ve maden işçisi olan Julián Ruiz Gabina’yla evlendi. Ağır yaşam şartları nedeniyle altı çocuklarından dördü erişkinliğe eremedi. Dolores, eşi politik faaliyetleri nedeniyle sık sık tutuklandığından tek başına ayakta durmak zorundaydı. 1917’de İspanya Sosyalist İşçi Partisi’ne üye oldu. Ekim Devrimi’nin ardından okumaya başladığı Marx ve Engels’in eserleri onun için kendi deyimiyle “yaşama açılan bir pencere” oldu.



Dolores 1920’de, İspanya Komünist Partisi’nin kurucuları arasında yer aldı. Aynı yıl BASK Bölge Komitesi’ne seçildi ve bölgesinde hızla önemli bir politik figür haline geldi. Madenci gazetesi El Minero Vizcaíno için “La Pasionara” imzasıyla yazılar yazmaya başladı ve işçi hareketinde faal olarak çalıştı. 1930’da İspanya Komünist Partisi Merkez Komitesi’ne seçilen ilk kadındı. Kısa bir süre sonra kocasından ayrılarak Madrid’e yerleşti.

Partinin merkez yayın organı “Mundo Obrero”ya (İşçi Dünyası) yazdığı yazılar nedeniyle birçok kez tutuklandı. 1933’te parlamentoya milletvekili seçildi. Burada kadının toplumdaki yeri sorunuyla ilgilendi ve kadınların haklarını ve yaşam koşullarını iyileştirmek için çalışmalar yürüttü. Aynı yıl 13. parti kongresine katılmak üzere SSCB’yi ziyaret etti ve Moskova’da gerçekleştirilen Komintern’e (Komünist Enternasyonal) delege olarak katıldı.



1934’te Paris’te düzenlenen Dünya Kadın Kongresi’nde ülkesini temsil etti.

1936 seçimlerinde cumhuriyetçiler, sosyalistler ve komünistler birleşerek büyük bir zafer kazandılar. Milletvekili seçilen Dolores İbárruri İspanya İç Savaşı sırasında (1936-1939) temsilciler meclisine başkanlık etti. Dolores, “No Pasaran!” sloganı eşliğinde Cumhuriyetin savunusu için sesini daha da yükseltti. Faşist Franco birliklerine karşı radyoda ateşli konuşmalar yaptı ve savaşçıların morallerini yükseltmek için onları cephede ziyaret etti. Konuşmaları toplumun büyük bir kısmını, özellikle kadınları, anti-faşist mücadele için bir araya getirdi.



Kanlı üç yılın ardından 1939 yılında Madrid’in düşmesiyle beraber Milliyetçi güçler galip geldi. Cumhuriyetçi hükümetin Madrid’den çekilerek yerleştiği Barcelona da düştüğünde İbárruri yoldaşlarıyla birlikte önce Paris’e, ardından da Sovyetler Birliği’ne sığındı.
Mülteciliği sırasında Moskova’da İspanya Komünist Partisi’ni temsil etti ve sonraki yıllarda defalarca parti başkanlığına seçildi.


Tek oğlu Rubén, Kızıl Ordu’ya katıldı ve 1942’de Stalingrad savunması sırasında hayatını kaybetti. Sonraki yıllarda Lenin Madalyası ve Lenin Barış Ödülü başta olmak üzere
Sovyetler Birliği’nin en önemli nişanlarıyla onurlandırıldı. 1966’da “No Passaran!” adıyla otobiyografisini yayınladı.



Franco’nun ölümünün ardından Dolores İbárruri ülkesine geri döndü. Aynı yıl yeniden milletvekili olarak parlamentoya seçildi. Aktif politik yaşamını ölümüne değin sürdürdü. “La Pasionaria” 1989 yılında 93 yaşında Madrid’de geçirdiği zatürre sonucu yaşamını yitirdi.


HER ŞEYLERİNİ VERDİLER


 “Farklı ideolojilere, farklı dinlere mensup, farklı deri rengine sahip olan ama özgürlük ve adalete sevdalı komünistler, sosyalistler, anarşistler, cumhuriyetçiler, mücadelemize koşulsuz katılmak üzere buraya gelmişlerdi. Bizlere her şeylerini verdiler, gençliklerini veya olgunluklarını, bilgilerini ve deneyimlerini, kanlarını ve yaşamlarını, umutlarını ve arzularını verdiler ve bizden hiçbir şey talep etmediler. Onlar mücadelede yer almak istediler ve bizler için ölme onuruna erişmek istediler…”

(Dolores İbárruri’nin 28 Ekim 1938’de Barcelona’da yaptığı Enternasyonal Tugaylar’a veda konuşmasından. Birleşmiş Milletler Uluslararası Müdahale Etmeme Komitesi tüm yabancı askerlerin İspanya’dan ayrılmasına karar vermişti)



22 Eylül 2013

Düşyazılar - 2


 Gücünü kuşandı geliyor kış. Soluğunu duyuyorum içimde. Gözüm takvimde bekliyordum nicedir. Öyle bir özledim ki zemheri’yi. Toprak kokusu çekiyor canım. Yağmur sonrası ıslak sabahlara uyanmak, pencerede vınlayan rüzgârın sesini duymak, ateşin başında, içimi yeni bir romana dökmek istiyorum. Acele ediyorum evet. Çünkü korkuyorum. Gecikirsem eğer… eğer gecikirsem… içimde birikenler taşlaşır da dökülmez belki. Öylece kaskatı kalırlar. Neşemi, huzurumu, aşklarımı, arzumu bir kenara itip beni ıssıza atarlar diye korkuyorum.

Düşyazılar - 1


Sabahı zor gecelerin varlığını sezmiştim. Orada bir yerlerde sessizce bekliyorlardı. Sonunda geldiler. Artık usul usul inmiyor akşam üstüme. Yürek kütürtüsü gibi güm diye aniden iniyor. Bir göz kırpımı vaktinde. Kapıyorum gözlerimi gündüze, açıyorum gece. Sakince yürüyorum koridor boyunca, sakince duruyorum al duvaklı sandığın önünde. Karşımdaki aynadaki aksim de öyle. Duruyoruz göz göze. Bir çiçeğin taç yapraklarını okşar gibi açıyorum kapağını sandığın. Alıyorum ışıktan geceliğimi elime. Aynadaki aksim de alıyor. Zaten soyunmuştum koridor boyunca, gün rengi geceliği geçiriyorum üstüme.

21 Eylül 2013

Kor Ateşe Benziyor Sevdan


nerene dokunsam elim yanıyor
 kor ateşe benziyor sevdan
 kavgamız öyle kutsal ki
 sevişemeyiz asla
 gelmeden müsaade nur'dan
 ve o'nun suyunda yıkanmadan, yunmadan

Lâl ve Nar


canım çekiyor diye
 bir bardak şarap döküyorum kadehe
 oturuyoruz karşılıklı
 şarap tutturuyor bir şarkı, lâl
 ben tutturuyorum bir çoğalmak, nar

Öldüremezler Bizi



deprem, yangın, sel
 savaş, acı, keder
 duvarlar, demirler, dikenli teller,
 kurşun, bomba, kör bıçak
 hepsi nafile
 öldüremezler bizi
 dizlerim dizlerine değdikçe

İki Güzel Hırsız


üşümüştüm
 titriyordum
 zaman fenaydı
 zaman düşman
 iki güzel hırsız olduk
 çaldık mânayı 
 bin başlı gardiyandan

Unuttum Gözlerimi Yüzünde


hayat dar gelince
 bakarım yüzüne
 son seferinde
 unuttum gözlerimi yüzünde

20 Eylül 2013

Kış Destanı


 yennar gelse çabucak
 üşüsem çok üşüsem
 gel desen, gel yanıma
 ah seni sarı yapıncak
 alsan topuğumu avcuna
 sarılıp yatsak ikimiz
 yıkılsa dışarıda dünya

Sondan Bir Önceydi


sondan bir önceydi
 girmiştin kapıdan içeri
 üzerimde ak gecelik
 dans etmiştim senin için
 kulaklarımda hala
 o delirten, o isyankar
 lal renkli o müzik...

Yeminimden Dönemem


yeminim var iki şeye
 hayat nedir ki
 senin için tek solukta
 geçerim öte'ye
 bir de saçlarım
 ışıktan bir demet gibi
 uzuyorlar hiç durmadan
 inseler topuklarımca
 geçerim canımdan
 ama kestirmem
 yeminimden dönemem...

Kendimi Yıkarım Kendi İçimle


yürüyünce ardı sıra yağmurun
 ıslanır ellerim, yüzüm, saçlarım
 biriktiririm suyunu yüreğimde
 sonra her kirlendiğimde
 kendimi yıkarım 
 kendi içimle...

Ben Denizim


derin uykusuyum suyun
 hem denizim
 hem de uykuya başkaldıran
 kavgasıyım annemin
 deniz ben, ben denizim.

 (foto: başar taşlı)

Sarhoş Tanrıça Şiirleri - 6


 alıyorum kendimi
 vuruyorum ovaya
 sabahın dibindeyim
 gecenin içinde
 çıt çıt sesleriyle
 genişliyor zaman
 aman, aman amannnnnnnnnnnn

Kendimden Geçtim


çağırdım bin yıl önceden
 duydun
 geldin kök saldın toprağa
 uzaktaydım, rahminde
 tanrı'mın
 varlığını sezdim
 kendimden geçtim

 (foto: g. özpulat)

18 Eylül 2013

Yüzüm Gökyüzü


döndüm uzaklardan
 biliyorsun
 gittiğim gibi gelmedim
 dolup boşalıyorum 
 yüzüm gökyüzü
 görüyorsun
 bir bulut kıyameti
 bir lekesiz, kesintisiz mavi
 eyy sevgili
 etim, kemiğim senin olsun
 ancak ruhumu isteme 
 biliyorsun
 ruhum çingene, 
 ruhum serseri,
 ruhum uçsuz bucaksız
 bir çöl kadar kızgın
 ve bir orman kadar
 serin, ıslak ve gölgeli.

7 Eylül 2013

Söylemek Lazım Cesurca


Koşuysa, çıplak ayak
Uykuysa, anadan doğma
Sevişmekse eğer...
Korkusuz ve arsızca
Söylemek lazım cesurca.

Gitmekse, en uzağa
Düşmekse, en çukura
Kalmaksa eğer,
Gidilemiyorsa...
İtiraf etmek lazım
Alıştık demek ki,
Alışılırmış demek ki
Müebbete de, prangaya da.

6 Eylül 2013

Utandı Gece


uykuyla girince halvete
utandı gece
çekti kadife örtüsünü üstümüze
aydede hınzır, usulca sıyrıldı buluttan
dikti gözünü mahremimize
git başımdan aydede
yargılayacak mahkeme yok
tanıklık edemezsin aleyhimize

5 Eylül 2013

Nefesim ki Hakikatin Sözüdür


Nefesim ki hakikatin sözüdür
Çekip sabahı aşkla içime
Haykırırım gerçeği
Hayatın yeryüzüne

Soyunup Daldım Suyuna

                                     
                                                              
                                                                İki Arjantin bardakta
                                                               İçtik ve sildik ağzımızı
                                                                 Sildik sevdamızla.
                                                                  Buz gibi iki bira
                                                              Soyunup daldım suyuna
                                                                    Suyun mavi
                                                                     Suyun deli
                                                                    Suyun fırtına.
                                                               Müebbet âşığındım
                                                               Beter oldum bilesin
                                                               Köpük mühür oldu
                                                            Mühür oldu sevdamıza.

                                                                          9/13