25 Ağustos 2005

BİRAZ KAHIR, BİRAZ ÖFKE...

Yeni bir mevsime dönen doğaya usul usul tanıklık ederken zaman, hiç acele etmiyor. Öylece, insan olma durumuna ters bir sükûnet içinde sürüyor hükmünü. Biz ki kendimize efendi kıldık zamanı, kaçınılmaz bir telaş içinde, bir şeyleri yetişmek için vaktinde, ıskalıyoruz hayatı. Çok acelemiz var, bankaya gideceğiz, çok az vaktimiz kaldı, zil çalmak üzere, çocuklar aranacak okuldan. Çok sıkıştım, hiç vaktim yok, sonra görüşürüz... hoşça kal tatlım.

Ve uçuyor hayat, biz de arkasından. Zamanı hiçbir şey durduramıyor ama sizin zamanınız bitiyor. Siz zamanı yakalamaya çalışırken zaman ezip geçiyor üstünüzden. Bakıyorsunuz büyümüşsünüz. Bakıyorsunuz büyütmüşsünüz ve yaşlanmışsınız üstelik.

Sokaklarında cesetlerin eksik olmadığı şehirlerde yaşayan çocuklar da okula gidiyorlar. Aynı zamanı paylaşıyor olmaktan dolayı sorumluyuz diye düşünüyorum onlardan. Yıllardan iki bin dört ise ve siz bir yetişkinseniz, eli balta tutan, sıva yapan, kalem tutan, aşkı yazan... paylaştığınız zaman diliminden dolayı sorumlusunuz çağınızın çocuklarından. Eğer sırtını ölülere dönüp okul yolunda ilerliyorsa bir çocuk suçlusunuz, eğer elleri kelepçeleniyorsa, eğer kafalarına çuval geçiriliyorsa, eğer babalarıyla birlikte öldürülüyorlarsa terörist olma iddiasıyla başınız dik yaşayamazsınız, yaşamayınız bundan sonra.

Bayram günü sokaklarda boyacılık yapan çocuklara uzatıyorsak ayaklarımızı, fabrikalarda çocuk işçiler geçiriliyorsa dayaktan, ve sokaklarımız aç, çıplak çocuklardan geçilmiyorsa ve böylesi bir zamanda yetişkinseniz, kaçamazsınız sorumluluktan. Dönüp bakalım geçmişimize, ne yaptık bu güne kadar, nerde vazgeçtik kavgadan çıkıp seslenir size en yakınınızda duyduğunuz bir ses, çıkıp seslenir uzaklardan: dünyayı sen mi kurtaracaksın, yetmez mi bunca yaptığın, diye. Yetseydi bu halde olmazdı dünya. Yetseydi benim yaptıklarım hâlâ bölünmüş olmazdı ülkem. Hâlâ sinir olmazdık sınır deliklerinde. Yetseydi çabalarımız, yaşından çok sayıda kurşunla delik deşik edilmezdi minik gövdeler ve cezasız kalmazdı böylesi affı imkânsız suç işleyenler.

Aynı çağı paylaşıyor olmaktan dolayı sorumludur her tok her açtan. Eğer üç öğün karnınız doyuyorsa ve üç günde bir öğünü bulamayan insanlar varsa, suçlusunuz, inkâr neye yarar. İki bin dört yılını birlikte yaşıyorsunuz ve siz burun kıvırırken seçeneklere Afrika?da açlıktan ve hatta susuzluktan ölüyorsa insanlar nasıl söz edebiliriz vicdandan, insan haklarından ve hatta insan olmaktan. Çok mu insanca, karnı tok ülkelerin kapılarına dayanan aç insanları geri çevirmesi sınırlardan. Sormaz mısınız kendinize yıllar yıllar önce ne işi vardı Büyük Britanya'nın Kenya'da, Uganda'da. Ve bugün niye hiçbir 'uygar' ülke yok o topraklarda. Sormaz mısınız ne işi vardı büyük Fransa'nın yıllar önce Burkino Faso'da, Afrika'da.

Yeni bir mevsime giriyor dünya ve zaman sakince akıyor kendi seyrinde. Gazete sayfalarından gözümüzün içine bakan çocuklar var ayakları çıplak ve sıraya girmiş neşter bekliyor zamane kadınları estetikçilerde. Bazı çocuklar erken büyüyüp erken ölüyorlar ve bazı büyükler yeni atom bombalarını muştuluyorlar geleceğe. Hiroşima'yı özleyen insan olabilir mi, ya Hitler'in yeniden doğuşunu bekleyen.

Ah! Evet şiirin vakti gelmiştir gene,
Ah evet! Çocuk ölülerden geçilmeyen bir çağda
ne gerek insana, biraz kahır, biraz öfke,
yaşayacak kadar da şiir işte.
Fazlası neyimize.

Tijen Zeybek (06-12-2004 Evrensel)
















BAYRAM ŞEKERİ NİYETİNE

Her bayram öncesinde bazı büyük şirketler mallarını satmak için farklı bir yönteme başvurmayı adet haline getirdiler. Bu ise duygu sömürüsünün alabildiğine estetize edilmiş bir şekilde reklam niyetine sunulmasından başka bir şey değil. Şimdilerde bu dizinin son bölümü geliyor ekranlara. Bu seferki sömürü nesnemiz boyacı çocuklar. (Daha öncekiler kapılarını kimsenin çalmadığı yaşlılardı) Reklam filmindeki senaryo o kadar bildik ve roller de o kadar klişe bir şekilde dağıtılmış ki, mesaj kolayca algılanabiliyor. Bu mesajın sıradan seyirciye vereceği içerik; her zaman fakirler ve zenginler vardır ya da her zaman siyahlar ve beyazlar vardır veya her zaman şansı yaver gidenler ve gitmeyenler vardır. Ama asla sömürenler ve sömürülenler, bütün insanların eşitliği, her şeyin adilane bir şekilde paylaşıldığı, eşitlikçi bir düzen yoktur. Esmer, kara gözlü çocuk ?elbette- boyacı çocuktur. Karnını doyurmak için, o yaşta ve bayram gününde bile, koca koca insanların hiç utanıp sıkılmadan burnuna doğru uzattıkları ayakkabılarını, ellerinden büyük fırçasıyla boyamak parlatmak zorundadır. Hiçbir reklam senaryosu gerçeği tıpkısının aynısı olarak ekranlara taşıdığı halde asla nasıl olup da bir bayram gününde, 6-7 yaşlarında bir çocuğa vicdanı sızlamadan ayakkabılarını boyatan insanların var olabildiğini sorgulamaz. Asla, vicdanını çoktandır tatile göndermiş bu Müslümanların neden oruç tutup, camiye gittiklerini de sormaz.

Kaçınılmaz olarak boyacı çocuk kara kuru, esmer, zeytin gözlüdür. Bakışları mahzun, yüz ifadesi en ufak bir yardımda duyacağı minnetin ne zamandır oraya yerleşmiş haliyle hep yalvarır pozisyonundadır. Dudağındaki gülümseme hayli ikircikli, her an acıya dönüşecek haklı bir güvensizliğin izini taşır. Çünkü uzanan elin ne zaman şeker verip ne zaman tokat atacağı hiç belli olmaz.

Annesi babasıyla neşe içinde bayram ziyaretine giden çocuk gene kaçınılmaz olarak sarışın ve beyaz tenlidir. Saçları özenle taranmış, büyük ihtimal kuaför elinden çıkmıştır. Sevildiğinden emin, alabildiğine keyifli ve mutludur. Ve kapitalistimizin tavsiyesiyle bu küçük kız el öptüğü evlerden biraz daha fazla şeker alarak kendi şekerlerini fakir, esmer çocukla paylaşacaktır. Zaten bayrama giderken görüntüyü bozan, içindeki ferahlığa gölge düşüren, hafiften de olsa can sıkan bu 'kötü' durumdan kendini kurtarmanın tek yolu da budur. Fakire yardım etmek. Hiçbir reklam filminde sarışın çocuğun anne babasına dönüp de neden bazı çocukların okula gidemediğini, neden kendi yaşıtında bazı çocukların sokaklarda dilendiğini sorduğunu göremezsiniz. Reklamlar kapitalistinizin size 'en derin saygılarıyla sunduğu' ve gerektikçe arasına biraz 'keder' katmaktan kaçınmadığı ve eğer satışları patlatacaksa kendi yaşlı nine ve dedesini dahi oynatmaktan kaçınmayacağı düzen aklayıcı, kısa metrajlı filmlerdir çünkü.

Dini bayramlar kullanılarak insanların yüreği sızlatılacak ancak asla bu yürek sızısı sokaktaki her Müslüman?ın ?yollarda aç çocuklar olduğu sürece bayram bizim neyimize?demesine yol açacak denli sahipsiz, derin ve denetimsiz olmamalıdır. Bu yürek sızısı, hiçbir Müslüman?ın el kadar çocuğa ayakkabılarını boyattırmasına, bütün cüssesiyle onu ezip, daha o yaşta çaresizliğin ve yoksulluğun pençesinde terbiye etmesine engel olacak denli uzun boylu olmamalıdır.

Böylelikle sokaktaki açlar, kimsesiz yaşlılar, işsizler, evsizler yani ezcümle ülkenin ?zencileri? bir kere daha kapitalistin hizmetine koşulmakta ve onun kendi açlığı pahasına egosuyla koşut olarak durmaksızın semirttiği sermayesine malzeme olmaktadır. Her gece boğazımıza bir yumruk gibi takılı kalan çocuk kurbanlar gerçeği işte sadece buna yaramaktadır.

Not:
Dünyadaki hiçbir tok insan sokaklardaki açların sorumluluğundan istisna değildir. Israrla Müslüman'lardan söz etmemin nedeni reklamın konu ettiği bayramın İslâm dinine özgü bir bayram olması ve özellikle bu amaçla konu edinilmesinden dolayıdır.

Tijen Zeybek (08-11-2004 Evrensel)




AŞK DEDİĞİN...


Biz kadınlara ‘tepelerden’ bir yerlerden mesaj var. Gene. Bu sefer ki de yüksek yüksek tepelerin hep olduğu üzere bir erkekten geliyor. Son elli yıldır Türkiye’de edebiyatçıların aşk konusunda kadınlara yalan söylediğini, kendisinin de artık dayanamayıp bu aşkın ne olup ne olmadığını kadın kısmına anlatmak üzere tarzının dışına çıkıp ‘Aşk Köpekliktir’ adında bir ‘aşk’ romanı yazdığını muştuluyor bize Ahmet Ümit. Biz kadınlara... hani ekonomiyi, siyaseti, matematiği, anlamadığımız gibi aşkı da anlamıyoruz ya... Hani her konuda yarım aklımızla bizi hep kandırıyorlar ya bu konuda da kandırılmışız elli yıldır, haberimiz olsun diye... o bakımdan yani. İllâ ki bir erkek tarafından kandırılıp gene bir erkek tarafından kurtarılmamız lazım diye kendini ortaya atmış Ahmet Ümit. Bizim için. Sırf biz artık kandırılmayalım, sırf aşk neymiş artık öğrenelim diye. Ne kadar erkekçe, ne kadar şövalyece bir davranış. Kimden kurtaracak bizi’ Ahmet Altan’dan olabilir mi’ Ahmet Altan’ın romanlarını ciddiye alıp, roman kahramanlarının hayatı ile kendi hayatımızı karıştırıp ‘kötü yola’ düşeriz diye korkmuş sanki. Öyle ya, ‘Kadınlar bir uyanış içerisindedir ve kadınların kendilerini erkeklerden biraz daha üstün hissettikleri tek alan aşktır.’ diyor. Tek alanda da olsa kadınların böyle bir ‘yanlış’ hissiyat içine girmelerini belli ki içi kaldırmamış Ahmet Ümit’in. Diğer alanlarda olduğu gibi aşk konusunda da kendilerini erkeğin gerisinde ‘hatta özellikle aşk konusunda- hissetmeye devam etmelerinin (ta ki hayatın her alanında kendilerini erkekle eşit olarak hissetmeye başlayıncaya kadar) daha hayırlı olacağına karar vermiş. Kadınlar bu uyanışla evdeki babayı, abiyi, amcaoğlunu, enişteyi, daha sonra bakkal Hasan’ı, mahallenin namus bekçisini, devleti, vs. atlatıp aşk yaşamaya ve üstüne üstlük de bu aşkı yaşarken kendilerini erkeklerden üstün hissetmeye başladılar ya, olacak gibi değil. Birinin, bir ‘errrrrrrrkeğin’ meseleye el koyma vakti gelmişti. Bu ‘tatsız’ işin gönüllüsü de Ahmet Ümit oldu işte. Kadınlar aşkı öğrenmek istiyorlarsa bundan sonra Ahmet Altan’ı değil beni okusunlar, diyor.

Bu konunun bunun dışında daha bir dolu rahatsız edici boyutu var. Mesela  Ahmet Ümit’in kendi kafasındaki aşk tanımını kitabının kapağından başlayarak herkese dayatmaya kalkışıyor olması. Ona göre’ Aşk Köpekliktir’, o kadar. Bu son derece rahatsız edici bir genelleme. Böylece benim aşklarım, seninkiler, yaşanmış ve yaşanacak bütün aşklar hakkındaki nihai kararını tepeden bir yerlerden biz aşağıdakilere bildiriyor yazar. Kitabı daha okumadım ama röportajındaki üslup bu. Bu düşüncesinde o kadar ısrarlı ki röportajı yapan kişinin ‘Aşka karşı neden bu kadar öfkelisiniz’’ sorusuna, yalan söylüyorlaaaaar, insanları kandırıyorlaraaaar. Diye cevap veriyor. Ama aslında verdiği bütün mesajlar kadına yönelik. ‘Kadınlar aşkla kurtulmaz, aşkla aldatılır.’ diyor mesela  Aşk denen bu ‘köpeklik’ durumunun erkeğe ne yaptığı, erkeğin bu ‘köpeklik’ durumunu nasıl yaşadığı konusunda pek bir düşünce üretmemiş. Kendiyle ilgili söylediklerini ise bu söylemiyle ve bu bakış açısıyla erkekler adına söylenmiş şeyler olarak almak mümkün değil. Çünkü tepeden söylemi kendini bütün edebiyatçıların yalan söylediği ve bütün kadınların kandırıldığı, insanların yanıltıldığı bir ortamda doğruyu bilen, bilebilen biricik, üstün şahsiyet olarak gördüğünü ele veriyor. Bütün bunları insanları kışkırtmak için söylediğini de söylüyor. Bir yazarın görevi insanı kışkırtmaktır, diyor. (Bu durumda ben şimdi kışkırmış sayılıyorum.) Aziz Nesin bunu çok iyi yapan biriydi diye de ekliyor. Doğrudur da Aziz Nesin neyi, niye yazıp, yaptığını açıklama gereği duymadan yapardı. Öyle ki kimse ‘Sen bunu niye böyle söylüyorsun, niye böyle yapıyorsun.’diye sorma gereği duymazdı. Üstelik de büyük usta insanların tamamıyla kendi öznel duygu dünyalarında olup biten böylesi bir konuyu, böylesine estetikten uzak bir başlıkla kitabına isim yapacak kadar da edebi söylemden uzaklaşmamıştı.

Evet. ‘Aşk Köpekliktir’ gibi bir cümlenin bir edebi metine, kitaba başlık olarak konmasının, böyle bir başlığı yazara yazdıran psikodinamiğin de irdelenmesi gerekiyor. Ama yazarı aşka ve aşkı güzel bir şey olarak tanımlayanlara karşı öfke ve kinle dolduran, onu bu konuda böylesine tahammülsüz ve agresif kılan deneyimlerin ne olduğu onun kendi sorunu olmakla birlikte bu başlığın edebiyattaki yerine ya da söz konusu kitabın edebi değerine bakmak ve eleştirmek gerekiyor.

Umarım Türkiyeli edebiyatçıları ve özellikle kadınlar bunun altında kalmazlar.

Tijen Zeybek (29-11-2004 Evrensel)