24 Eylül 2013

Yeniden Doğdum


Toprağın sesini duydum
 Sen kokuyordu
 Yağmurda ıslandım
 Sanki sendin
 Yumruğum sıkıldı
 Sertti, demirdendi
 Gözlerim açıldı
 Sanki dünya ateştendi
 Parçaladım kendimi
 Bir yapboz gibi dağıldım
 Kurşunladım kalbimi
 En derin yerimden vuruldum
 İşte şimdi, tam da şimdi
 Yeniden doğdum

At





                                                         
                                                                  Gül serp yüzüme,
                                                               Göbeğimde nar çatlat
                                                                 Ağzımı doldursun
                                                                 Kır yeleli, azgın at.

                                                                 De ki; ben değilim
                                                                  De ki; vazgeçtim
                                                                  Sen pişman ol ki
                                                                 Yerine ben öleyim.


Frida Kahlo


Frida Kahlo: hem hayat hikâyesi hem de resimleriyle insanı şaşırtan, kendine hayran bırakan bir insan. Yaşadığı kâbus gibi kazanın bedeninde ve ruhunda bıraktığı tahribatın altından kalkmak başlı başına zor hatta neredeyse imkânsızken, o bununla yaşamayı başarmak bir yana inandığı değerler uğruna kavga etmekten de zerre kadar imtina etmemiş bir kadın, bir güzel insan. Daha sonra kocası olan Diego Riviera ile olan tutkulu ve bir o kadar da çalkantılı beraberliğindeki tutumuna kafa yormak ve direncine hayran olmamak elde değil. Sadece bu direncin kaynağına kafa yormak onunla ilgili her şeyi değilse bile çok şeyi anlamamıza yol açar. Ancak bu kafa yorma sürecinin sonunda sadece Frida Kahlo’ya dair değil kendimize dair de birçok yeni soruyu sormak ve yeni cevaplar bulmak sorunuyla ya da şansıyla karşı karşıya kalmak kaçınılmaz ve en azından benim indimde arzu edilir bir yan etkidir.
Onun şartlarında bir çok insan kendini güçsüz, yetersiz hissedip köşesine çekilecekken o hayatla olan bağlarını daha da güçlendirmiş gibidir. Tam da hayatın, sanatsal ve siyasi kavganın en önemlisi de deli gibi bir aşkın ortasına atmıştır kendini.

Frida Kahlo'nun hayatı

Meksikalı olan Frida doğum tarihini üç yıl gecikmeli olarak Meksika devrimine rastgelen 7 Temmuz 1910 olarak kabul etmiştir. Kız kardeşleri vardır Frida’nın ancak hiç erkek kardeşi yoktur. Bazı kaynaklar babasını memnun etmek için zaman zaman erkek kılığında dolaştığını söyler onun. Ancak bana göre bu tutumu en azından sadece babasını memnun etmek için değildir. İçindeki  daima kuralların –bunlar tabiat kuralları bile olsa- sınırlarına dayanıp ötesine geçme arzusu ve isyanının da bir dışavurumuydu. Bu isyankar ve kural tanımaz ruh halini eserlerinde de kolaylıkla takip edebilirsiniz. Zaten kendisi de tuvale kendi gerçekliğini yansıttığını söylemektedir. Bu olağanüstü kadının eserlerini ve hayatını birbirinden ayırmanın imkânı yoktur. Ve eserleri onun sadece somut hayatının değil hayal dünyasının da tercümeleridir bir ölçüde.
Frida’nın gene kendi deyimiyle hayatı boyunca başına iki büyük kaza gelmiştir. Birincisi onu sakat bırakan, yatağa mahkûm eden ve hayatı boyunca bir çocuk sahibi olmasını engelleyen otobüs kazasıdır. Kazadan sonra çocuk sahibi olamayacağını öğrendiğinde hayali oğlu “Leonardo” için bir doğum belgesi hazırlar Frida.
Belgeye göre Leonardo Eylül 1925’te doğar. Gerçeğe, başına gelen kötü kazanın hayatında yol açtığı geri dönülmez mahrumiyetlere ilk büyük isyanı ve itirazıdır bu Frida’nın. Doğum kayıt belgesiyle bu itirazı somutlar.
Yatağa bağımlı olduğu günlerde babasının aldığı fırça ve tuval, annesinin yatağının üzerine astığı ayna hayata tutunacak çelikten halatları olur genç kadının. Sırt üstü yattığı yatağından aynadaki aksini seyredip, orada gördüklerini tuvaline aktarır.
Bütün acılarını ve yoksunluklarını renklere akıtır. Tuvalde onlarca Frida vardır ve çevresinde dönen hayattan yüzler, eşyalar ve kendisinden başka hiç kimsenin göremediği nice şeyler. Tuval onun günlüğü gibidir aslında. İçini döker, öfkesini, acısını, isyanını.



Böylece aylar, yıllar geçer, acılı tedaviler, ameliyatlar birbirini kovalar. O dehşetli kazadan sonra yaşaması bile mucizeyken ayağa kalkmayı, ağır aksak da olsa yürümeyi başarır Frida. Ve hayatının ikinci büyük kazasını yapmak üzere biriyle tanışır;  Komünist, Ressam Diego Rivera. Frida delicesine âşık olur.
Kendisinden yirmi bir yaş büyüktür Diego. İki kez evlenmiştir ve çocukları vardır. Sanatının yanında güzel kadınlara olan düşkünlüğü ve iflah olmaz bir çapkın oluşuyla ün yapmıştır. Diego’da bu çılgın, güçlü ve biraz da vahşi kıza âşık olur. Evlenme kararları büyük yankı yapar onları tanıyanlar arasında. Çevresindeki hemen herkes  gibi Frida’nın annesi de  karşı çıkmaktadır evliliklerine ve  aralarındaki ilişkiyi bir güvercin ile filin birlikteliğine benzetmektedir.


Ona göre Diego “Çok yaşlı, çok şişman ve daha beteri bir komünist ateist” idi. Aslında Diego Frida’nın yaslandığı dağ, güvendiği ve kendisinden güç aldığı koca bir doruk idi. Evlendiler. Çok büyük acılar ce çok büyük mutluluklar yaşadılar. Frida’nın sağlık sorunları hiç aman vermiyordu. Hiç beklemedikleri bir anda hamile kalması ise hakiki bir mucizeydi. Ancak gebelik tehlikeli bir düşükle sonuçlandı. Genç kadın fiziken yaşadığı perişanlıktan çok ruhen yıkıldı. O bebeği ölümüne istemişti. 
Bir yandan bunlarla boğuşurlarken bir yandan da Diego’nun kadınlar konusundaki arsızlığı Frida’yı kahrediyordu. Kıskançlık içini kemiriyor ve onu içinden çıkılmaz kederlere boğuyordu. Kimi zaman da Diego’ya olan öfkesini ve kırgınlığını başka erkeklerin kucağında dindirmeyi denedi. Ancak evlilikleri en büyük yarayı Diego’nun baldızıyla yaşadığı ilişkiden dolayı alır. Frida kahrolmuştur. Kendisini iki taraflı bir ihanete uğramışlık içinde hisseder. Ayrılırlar. Frida kızkardeşini affetse bile Diego’yu bu sefer affedememektedir. Boşanırlar ancak birbirlerine olan aşklarını bitiremezler.
O dönem Meksika’da sürgünde olan Troçki’yi evinde misafir eder Frida. O’nunla bir ilişki yaşadığı anlatılır daha sonra. Öyleyse de asıl aşkı hâlâ Diego’dur ve hep o olmuştur. Onlar sadece birbirlerinin âşığı ya da karısı kocası değildiler. Onlar birbirlerinin annesi, babası, kardeşi, sevgilisi, yoldaşı, meslektaşıydılar da aynı zamanda. Hayatın neredeyse tüm boyutlarına uzanan bir aşk haliydi onlarınki. Kimselerinkine benzemeyen. Başkalarıyla sevişseler de hiç kimseyi birbirlerini sevdikleri gibi ve kadar sevmediler.
Frida resim yapmayı hiç bırakmadı. Hastayken de, hastanedeyken de, kocasıyla korkunç bir kavganın içindeyken de ve mutlu günlerinde… hep resim yaptı. Amerika’da ve Fransa’da sergilere katıldı. Kendi ülkesindeki ilk kişisel sergisinde rahatsızlığı bir hayli sorun olmaya başlamıştı ve yatağa bağımlıydı. Doktorlar sergisinin açılışına kesinlikle gidemeyeceğini bildirdiler. Ancak bu Frida’yı durduramazdı ve durduramadı. Yakınları çareyi onu yatağı ile birlikte sergi salonuna taşımakta buldu.
Yatmaktan bıkmıştı. Ölümden sonrası için yatarak yeterince vakit geçirdim, cesedimi yakın diyordu gülerek. 13 Temmuz 1954 tarihinde göçtü Frida. Gömülmedi. Dediği gibi oldu;  yakıldı. Külleri şimdi müze olan evi  Mavi Ev’de sergilenmektedir.



Dolores Ibárruri


“Dizlerimiz üzerinde yaşamaktansa ayakta ölmeyi yeğleriz”




İspanya’nın en tanınmış komünist kişiliği kuşkusuz Dolores Ibárruri’dir. Yetenekli bir ajitatör olarak efsaneleşti ve coşkulu konuşmalarıyla yazıları onun “La Pasionaria” (Tutku Çiçeği) lakabıyla anılmasına neden oldu. İspanya İç Savaşı’nda büyük “siyahlı ana”nın yükselttiği mücadele ve direniş çağrısı “No Passaran!” (Geçit Yok!), dünyanın her yanında faşizme karşı direnişin sloganı haline geldi. “Dizlerimiz üzerinde yaşamaktansa ayakta ölmeyi yeğleriz” sözü de ona aittir.



Asıl adı İsidora İbárruri Gómez olan Dolores İbárruri, Bask Bölgesi’nde Vizcaya kentine bağlı Gallarta’nın bir kasabasında yoksul bir madenci ailesinin 11 çocuğundan sekizincisi olarak dünyaya geldi. Çok küçük yaşlarından itibaren konuşma yeteneğiyle dikkat çekti. Öğretmeni öğretmen okuluna gönderilmesini istediyse de ailesi ekonomik durumu nedeniyle kızlarını okutamadı. Dolores balık satarak, hizmetçilik ve terzilik yaparak yaşamını kazanmak durumundaydı.




1916’da bir komünist ve maden işçisi olan Julián Ruiz Gabina’yla evlendi. Ağır yaşam şartları nedeniyle altı çocuklarından dördü erişkinliğe eremedi. Dolores, eşi politik faaliyetleri nedeniyle sık sık tutuklandığından tek başına ayakta durmak zorundaydı. 1917’de İspanya Sosyalist İşçi Partisi’ne üye oldu. Ekim Devrimi’nin ardından okumaya başladığı Marx ve Engels’in eserleri onun için kendi deyimiyle “yaşama açılan bir pencere” oldu.



Dolores 1920’de, İspanya Komünist Partisi’nin kurucuları arasında yer aldı. Aynı yıl BASK Bölge Komitesi’ne seçildi ve bölgesinde hızla önemli bir politik figür haline geldi. Madenci gazetesi El Minero Vizcaíno için “La Pasionara” imzasıyla yazılar yazmaya başladı ve işçi hareketinde faal olarak çalıştı. 1930’da İspanya Komünist Partisi Merkez Komitesi’ne seçilen ilk kadındı. Kısa bir süre sonra kocasından ayrılarak Madrid’e yerleşti.

Partinin merkez yayın organı “Mundo Obrero”ya (İşçi Dünyası) yazdığı yazılar nedeniyle birçok kez tutuklandı. 1933’te parlamentoya milletvekili seçildi. Burada kadının toplumdaki yeri sorunuyla ilgilendi ve kadınların haklarını ve yaşam koşullarını iyileştirmek için çalışmalar yürüttü. Aynı yıl 13. parti kongresine katılmak üzere SSCB’yi ziyaret etti ve Moskova’da gerçekleştirilen Komintern’e (Komünist Enternasyonal) delege olarak katıldı.



1934’te Paris’te düzenlenen Dünya Kadın Kongresi’nde ülkesini temsil etti.

1936 seçimlerinde cumhuriyetçiler, sosyalistler ve komünistler birleşerek büyük bir zafer kazandılar. Milletvekili seçilen Dolores İbárruri İspanya İç Savaşı sırasında (1936-1939) temsilciler meclisine başkanlık etti. Dolores, “No Pasaran!” sloganı eşliğinde Cumhuriyetin savunusu için sesini daha da yükseltti. Faşist Franco birliklerine karşı radyoda ateşli konuşmalar yaptı ve savaşçıların morallerini yükseltmek için onları cephede ziyaret etti. Konuşmaları toplumun büyük bir kısmını, özellikle kadınları, anti-faşist mücadele için bir araya getirdi.



Kanlı üç yılın ardından 1939 yılında Madrid’in düşmesiyle beraber Milliyetçi güçler galip geldi. Cumhuriyetçi hükümetin Madrid’den çekilerek yerleştiği Barcelona da düştüğünde İbárruri yoldaşlarıyla birlikte önce Paris’e, ardından da Sovyetler Birliği’ne sığındı.
Mülteciliği sırasında Moskova’da İspanya Komünist Partisi’ni temsil etti ve sonraki yıllarda defalarca parti başkanlığına seçildi.


Tek oğlu Rubén, Kızıl Ordu’ya katıldı ve 1942’de Stalingrad savunması sırasında hayatını kaybetti. Sonraki yıllarda Lenin Madalyası ve Lenin Barış Ödülü başta olmak üzere
Sovyetler Birliği’nin en önemli nişanlarıyla onurlandırıldı. 1966’da “No Passaran!” adıyla otobiyografisini yayınladı.



Franco’nun ölümünün ardından Dolores İbárruri ülkesine geri döndü. Aynı yıl yeniden milletvekili olarak parlamentoya seçildi. Aktif politik yaşamını ölümüne değin sürdürdü. “La Pasionaria” 1989 yılında 93 yaşında Madrid’de geçirdiği zatürre sonucu yaşamını yitirdi.


HER ŞEYLERİNİ VERDİLER


 “Farklı ideolojilere, farklı dinlere mensup, farklı deri rengine sahip olan ama özgürlük ve adalete sevdalı komünistler, sosyalistler, anarşistler, cumhuriyetçiler, mücadelemize koşulsuz katılmak üzere buraya gelmişlerdi. Bizlere her şeylerini verdiler, gençliklerini veya olgunluklarını, bilgilerini ve deneyimlerini, kanlarını ve yaşamlarını, umutlarını ve arzularını verdiler ve bizden hiçbir şey talep etmediler. Onlar mücadelede yer almak istediler ve bizler için ölme onuruna erişmek istediler…”

(Dolores İbárruri’nin 28 Ekim 1938’de Barcelona’da yaptığı Enternasyonal Tugaylar’a veda konuşmasından. Birleşmiş Milletler Uluslararası Müdahale Etmeme Komitesi tüm yabancı askerlerin İspanya’dan ayrılmasına karar vermişti)