30 Ocak 2003

Ne Demeye ve Hangi Hakla...

Şubat tatili geliyor ya, son derece mutluyuz bu durumdan. Hakiki bir ders yorgunu oğlum. Git okula, çık okuldan, koş etüde, dersti, ödevdi derken bunaldı haklı olarak. E haftada kırk saat da kırk saat diye dayatanlar utansın. Bir de yaz mesaimizi kırparak bu kırk saatleri daha da uzattılar. Sabah sekiz akşam beş. Aslında sabah yedi buçuk akşam altı demek bu. İster istemez çocuklar da katılıyor bu yorgun sarmalın içine. Sanki yaz mesaisi üç aya düşürülüp, kuşa çevrilince yüce devletimiz büyük kârlara geçti. Domuz kuyruğu kadar tasarruf ettiyse Arabistan çöllerinde üç gün duşsuz kalayım, canına yandığımın. Bütün gün klimalar çalışsın, telefonlar işlesin, sabah sabah beş tur at ki park yeri bulasın. Sonra çamurların içinden bata çıka gel. Yarım saat ayakkabılarını temizle, kurula. Sonra ikinin ikisi elektrikler kesilsin. Jeneratörü olanların tuzu kuru kalsın, olmayanların ki ıslansın, kaya taşı olsun, bana ne.

Yani diyeceğim o ki, sen çalış çabala, başbakan yüz bilmem kaç milyarlık mersedes alsın. İyi mi? Cumhurbaşkanı İstanbullarda otuz milyarlık perde diktirsin saraya. Sonra oğlum gelsin desin ki; Anne ben okulda tuvalete gitmek istemiyorum, ıyyyy, çok pis. E haklı çocuk. Ben de iş yerinde tuvalete gitmek istemiyorum. Aynısından: Iyyyyyyyyyy, çok pis. Üstelik bir de kuyruk. E böyle olunca haliyle çok mutlu oluyoruz tatillerde. Bir de ben ha bire emekliye ayrılıyorum rüyalarımda. Her gece dilekçeler veriyor, emeklilik izinlerine başlıyorum. Bir gamsızım bir gamsızım ki bu rüyalarda, o kadar olur yani.

İşte bu yüzden, sırf bu yüzden gelsin dini, milli, zilli bayramlar. Dinlensin anneler, çocuklar. Kış kıyamet otursunlar evlerinde azacık. Sabahları alsınlar çocuklarını da yataklarına, sabah sefası yapsınlar. Doyasıya koklasınlar onları, gıdıklasınlar, şımartsınlar. Sonra şöyle koyun koyuna, sıcacık bir uyku daha çeksinler. Okullarda, etütlerde, kreşlerde hırpalanmasın çocuklar bir süre. Disiplin, disiplin. Ders, ödev, kolejlere hazırlık, test soruları. Gına geliyor haklı olarak. Çocuklarımızın çocuklukları komutlarla, zil sesleriyle geçiyor. Şu saatten şu saate yemek, şu saatten şu saate ödev yapma, tuvalete gitmek için izin, telefon etmek için izin. Çekilmiyor doğrusu. Geçen gün öğretmeni kızmış Ahmet’e. Neymiş, kendisinden izin almadan telefon etmiş bana. Son derece kırgındı sesi. Çünkü başı çok ama çook ağrıyormuş, üstelik o gün harçlığını almayı da unutmuş. Sonra Temre ile de kavga edip küsüşmüşler. Anneciğiyle dertleşmek istemiş besbelli, annesine, bana ihtiyacı olmuş. Ne var burnundan getirecek? Dün de suratı asıktı eve geldiğinde. “Bu gün arkadaşlarım bana güldü, öğretmenim de kızdı.”dedi. Etütte oluyor bütün bunlar. Öğretmeni defterini kontrol etmek istemiş, Ahmet kendi defterinin kontrol edildiğini söyleyince öğretmen “Sen bunadın Ahmet.”deyivermiş. Defteri açınca hakkaten kontrol edildiğini görmüş tabii. O zaman da Ahmet lafını esirgememiş “Siz bunadınız öğretmenim.”demiş, kibar kibar, sizli bizli. Bütün çocuklar gülmüş, öğretmeni de çok kızmış tabii. Ahmet de üzgün. Gözlerini yüzüme dikip ağzımdan çıkacak cümleyi bekliyor. Kızacak mıyım, gülecek miyim, ayıplayacak mıyım? Siz olsanız ne yapardınız allah aşkına.

Demek ki tatile çıkmanın zamanı gelmiş. Demek ki öğretmenlerin öğrencilerini, öğrencilerin de öğretmenlerini özlemeye ihtiyaçları var. Birbirlerinin gözünü kaşını yarmadan. Aslında Kıbrıs Türk halkı olarak külliyen tatile çıkmalıyız. Belki de topluca, yüzlercemiz meselâ, Pile’den geçip Trodos’a gitmeliyiz. Ne demeye ve hangi hakla mahrum kalıyor muşuz bakalım sevgili adamızın tek karlı dağından. Sedir ağaçlı ormanından ve kar topu oynayarak stres atma zevkinden.

Tijen Zeybek (30 Ocak 2003 Yenidüzen)

26 Ocak 2003

Kıbrıs Sorununa Günlük Yaşamdan Bir Bakış

Bütünü bile oldukça küçük bir toprak parçasının yarısına hapsedilmiş bir halk olarak yıllardan beridir dünyadan izole bir durumda varolmaya çalışıyoruz. Kaldı ki yurdumuz ikiye bölünmüş ve adamızın diğer yarısı bize yasak edilmiş bir durumda. Yaşadığımız yarımın ise tümünde özgürce dolaşabildiğimiz söylenemez. Çünkü bu yarımın yarısı da askeri bölge olarak dikenli tellerle çevrilmiş ve sivil topluma yasak. Yurdumuzun birçok sahili, ovası, ormanlık alanı da bu şekilde yani ateş kes koşullarında yaşamanın bir bedeli olarak bize yasaklanmış bulunuyor. Ateşkes durumunda yaşadığımızı bize hatırlatan sadece bunlar değil. Bütün resmi bayramlarda sürekli tekrarlanan askeri geçitler, komutanların, elçinin ve egemenlerin söylevleri de bize sürekli yaşadığımız savaşı ve eğer Türk Askeri olmasaydı bugün hepimizin nasıl toplu mezarlarda olacağını hatırlatmak ve sürekli bu “geçmiş” bilinciyle yaşamamızı talep etmek üzerine inşa edilen hitaplar da kurulu düzenimizin temellerini ve sınırlarını durmaksızın bize hatırlatmaktadır. Yani bizden istenen bu düzeni olduğu gibi benimsememiz ve sorgulamadan kabul etmemizdir.Bizden istenen, varoluşumuzu, ancak, her üç sivile bir asker düşecek şekilde militarize olmuş bir düzende sürdürebileceğimiz ve bunun dışında, başka türlü bir yurt tasarlamanın olanaksızlığını ebediyen kabul ederek boyun eğmemizdir.

Bizler,özellikle son otuz yıldır, bölünmüş bir yurdun, kendi içinde askeri kamplar olarak tekrar tekrar bölünmüş yarısında, bütün dünyadan tecrit edilmiş bir yaşam sürdürmekteyiz. Bizler bu küçücük adada yılda en az iki kere düzenlenen Toros ve Nikiforos tatbikatlarıyla savaş ve şiddeti tekrar tekrar yaşar ve savaşsız bir dünya, barış içinde bir yurt hayallerimiz her seferinde gerçek bombalar ve makineli sesleriyle delik deşik edilirken var olmayı ve silâhlardan arındırılmış bir yurt özlemini içimizde, derinlerde bir yerlerde saklamayı ve yaşatmayı başarabilmiş bir halkız. 1960’lı yıllarda şehirden köyümüze dönerken önümüzü kesen Rum askerleri bizden kimlik sorar ve bazen de yoklardı. Şimdiyse şehirden köyümüze dönerken bazen silahlı Türk askeri yolumuzu keser ve tatbikat olduğu için köyümüze giremeyeceğimizi, devam etmemizi söyler. Ama bizim evimiz orda, nereye gidebiliriz ki derseniz, bunun sizin kendi güvenliğiniz açısından olduğunu, tatbikat bittikten sonra dönebileceğinizi söyler.

Küçücük, nüfusu az bir toprak parçasında, dış dünyaya tamamen kapalı, üretimi yok denecek kadar azalmış, ateşkes koşullarında, böylesi bir yaşama daha fazla direnemeyerek yarısı göç etmiş bir halkız. Kalan diğer yarım yurt dışındaki yakınlarını ziyaret etmeye niyetlendiğinde yabancı ülkelerin vize veren ofislerinin önünde kuyruklar oluşturmakta ve tanınmamış, dünya hukukunda yerini almamış bir ülkenin yurttaşları olmaları nedeniyle bin bir çeşit hakarete ve eziyete maruz kalmaktadır. Gecenin ikisinden üçünden sıraya giren insanlar ne zaman biteceği belli olmayan işlemler için ve sonunda çoğunca hüsrana da uğrayarak bekleşip dururlar. İşte ateşkes koşullarında ve tuhaf bir düzende yaşadığımızı bize hatırlatan ve insanca bir düzen talebimizi haklı kılan manzaralardan biri de budur.

Bütün bunları yaşarken ve adanın her iki tarafında tırmanan silahlanma yarışı ve gövde gösterisine dönüşen tatbikatlar nedeniyle ülkenin dağı ovası savaş alanına döndürülür, sivil savunma tatbikatları okullarda gerçeğini aratmaz şekilde dramatize edilip minicik beyinler hep geçmişte yaşanan savaşın ve çatışmaların korkularıyla doldurulur ve bugünkünden farklı bir yaşam şeklinin asla mümkün olamayacağı, barışın ancak silahların gölgesinde ve askerle iç içe bir yaşamla sağlanabileceği kanaati yerleştirilirken bizler için yeni bir umut doğmuştur.

Bu umut Annan Plânıyla somut bir hale gelmiştir. İlk kez kendi geleceğimizin şekillenmesinde irademizi yansıtabileceğimiz bir süreç başlamış ve bölünmemiş bir ortak vatan üzerinde, barış içinde ve dünya hukukunda yerini almış bir ülkenin yurttaşları olarak yaşayabileceğimiz bir tasarım önümüze konmuştur. Bu sadece bir tasarımdır ve Kıbrıs’ın Kuzeyinde yaşayan bizler bunun olabilecek en iyi tasarım olduğunu ve bunu hayata geçirmenin ve barış için ileri bir adım olarak değerlendirmenin ve sürdürmenin ancak bizim elimizde olduğunu biliyoruz. Çünkü, kâğıt üzerinde yazılı olanları hayata geçirmek ve geçmişte yaşanan savaş ve şiddet olaylarının üzerine yeni bir ortak yaşam kurmak iki halkın özgür iradesiyle bu ortak geleceği sahiplenmesine bağlıdır.

Bunun için kendi geleceğimizi kurmada söz sahibi olmak istiyoruz. Ve bu arzumuzu en barışçıl bir şekilde meydanlarda mitinglerle dile getirirken en azından Türkiye basını tarafından suçlanmamak ve “hain”, “satılmışlar”, “bir avuç kendini bilmez” nitelemelerine maruz kalmamak istiyoruz. Topu başı yüz elli bin nüfuslu bir ülkenin altmış bini meydanlarda bir şey söylüyorsa görevi ve varoluş amacı insanlar arasında iletişimi sağlamak olan medyanın bunu doğru olarak anlayıp doğru olarak aktarmasını beklemek hakkımızdır. Bu bağlamda Hürriyet gazetesinin yaptığı ne basın etiğine, ne tarafsızlığa ne de doğru habercilik anlayışına uymamaktadır. Özgür basını savunurken bizzat basının bu özgürlüğü kötüye kullanıyor olması üzücüdür.

Ancak Kuzey Kıbrıs’ta yaşananları anlamak için çaba ve emek sarf eden, sadece egemenlerle değil sivil toplumla ve sokaktaki insanla da görüşen, onlarla zaman harcayan, okuruna doğru ve yansız haber ulaştırmak kaygısı dışında kaygılar taşımayan basın emekçileri ve medya kuruluşları da vardır. Kavgamızı onlarla dayanışarak, onlardan güç alarak sürdürmeye devam edeceğiz.

Tijen Zeybek (26 Ocak 2003 Evrensel-Türkiye)

25 Ocak 2003

Durup Duruken Aşk’a Gelmek

Koşuyorum. Yennar’ın soğuk elleri saçlarımı karıştırıp, yanaklarımı okşuyor. Üşümüyorum. Ayaklarım beni uçuruyor, geleceğe...,ve her adımda geçmişim biraz daha uzak, gelecekse daha yakındır bana. Hızla koşturuyor beni ayaklarım ve geçerken dünyanın ve yaşamın kıyısından bir beyazlık takılıyor gözüme. Yennar’ın soğuk ama hoyrat olmayan dokunuşlarıyla sallanıyor beyazlık, sallanıyor...öne...arkaya...Bir an asılı kalıyor “şimdi”,geçmiş ve geleceğin arasında ve aklım kavrıyor ki sarı gözlü bir nergistir beyaz bir bulut gibi çarpan gözüme. Kaçak bir nergis. Uzun etekli bir kız gibi dolanıyor yaprakları gövdesine. Anlık bu kavrayış, anlık bu farkındalık ve geçip giderken zamanla birlikte nergisçiğin yanından kokusu inatla yarışıyor benimle. İnatla uzanmak istiyor geleceğe.

Nergis geride kalıyor, geçmişte. Aşk da öyle. Zaman törpülüyor aşkın tırmalayan parmaklarını. Aşk uysallaşıyor ve akmaya başlıyor sakince, kendi halinde ve kendi yatağında ve taşmadan ve sıçramadan..., öyle dingince. Aşk, mesela bir kedi olup mırıldamıyor Mart gelince. Aşk, mesela karanlıktan başka kimsenin olmadığı sokaklarda bir bardak konyakla sevişmeye kalkmıyor. Eteğiyle zamanı ve geceyi kırbaçlayan bir çingene değildir artık ve geçmişten arta kalan yarım bir şiire sığınmayı da reddetmektedir inatla. Aşk, mesela çılgınca ve biraz da vahşi sevişmelerde kaybedilen mavi taşlı bir yüzük, küçücük, pembe bir kulağı fazlasıyla kurcalayan dilin ısrarlarına dayanamayıp kendini yere atan inci bir küpe olabilir. Yarısı yanmış, kırmızı boncuklu kısacık eteğinden bacakları görünen bir kadın fotoğrafıdır aşk. Denizden çalınıp şeffaf bir kutuya doldurulmuş deniz kabuklarıdır, nerde olduğu unutulan. Aşk sevgiliyle bölüşülen bir paket taze çileğin damakta kalan tadıdır ama kendisi değildir. Aşk, her durumda ve mutlaka kaybedilmiş bir şeydir. Ya da kaybedilmeye aday bir bilmece, hiç keşfedilmemiş ve asla tam olarak keşfedilemeyecek “yabancı” bir dildir. Sırdır aşk, gizdir.

Koşuyorum. Yeşil ve mor ovalar geçiyor yanımdan. Koşuyorum. Siyah ve mor geceler geçiyor yanımdan. Koşuyorum, nergis, papatya, gül, Zeytin, Alıç, Yennar, Güvercin, Kırlangıç benimle birlikte, düşlerimde bile. Birlikte geçiyoruz yaşamın kıyısından ve zaman da geçiyor bizimle. Bir mor/menekşe dağ laleleri eksikti diyorum rüyalarımda. Bir uzun saçlı, çıplak Apollon heykeli eksikti, bir ipeksi yumuşaklık ve kocaman bir kucak eksikti düşlerimde. Sonra uzun, siyah cübbesiyle bir rahip, elinde haç tutuyor, kukuletası düşmüş gözlerinin üstüne ve kapkara sakallarını örtünmüş yüzüne. Gülüyorum, kahkahalar atıyorum düşümde. Çünkü biliyorum kara cübbeli rahip biraz sonra sevişmek isteyecek benimle ve çok kızacak kahkahalarıma, çook. Düşüm beni görüyor uykusunun içinde ve sıçrayarak uyanıyoruz uykumuzdan, birlikte.

Aşk da düştür. Düş de gerçektir. Gerçek yaşamdır ve yaşam ölümdür nihayetinde. Tersten başlayalım cümleye. Ölüm yaşamdır ve yaşam gerçektir ve gerçek de düştür ve düş de aşktır.

Oturup çözelim düşleri ve oturup çözelim aşkları. Tam çözecekken uyanalım, tam sevecekken ayrılalım. Hep yarım kalsın ve hep kaybedilmeye mahkûm olsun düşler de aşklar da. Sabah olsun düşümüzden olalım, yasak olsun aşkımızdan. Bir koşudur tutturdum gidiyorum, bir koşudur tutturduk gidiyoruz. Geçiyor yanımdan hızla mor/siyah zamanlar, geçiyor yanımdan hızla, düşler, aşklar, kuşlar ve ağaçlar. Zamanın asılı kaldığı anlarda, ne geçmiş ne de gelecek sayılmayan “şimdiki” zamanlarda bir beyazlık çarpıyor gözüme, nergisi fark ediyorum, bir kızıllık çarpıyor gözüme aşkı, bir morluğa takılıyor gözlerim düşleri ve kopkoyu bir boşluğu sezince de güzelim yıldızsız geceleri fark ediyorum.

Düşlerime aşklarımı katıp koşuyorum, bugünüme yarını, şimdiye anları ve anlara tüm dünyayı sığdırıyorum.

Tijen Zeybek (25 Ocak 2003 Yenidüzen)

23 Ocak 2003

Ölümü Hayata Seçmenin Mazareti

Bir asker, yurdundan binlerce kilometre uzakta, kim bilir ne zamandır burada. Binlerce askerden biri. Lüks marketlerden birinden bir çok şey alıp parasını öder. Ama sonra çıkarken kapıdaki güvenlik sistemi öter. Bütün başlar oraya döner. Gözler arsız bir merakla suçluyu teşhis etmek telaşındadır. Asker çağrılır. Çantası boşaltılır, fişi ve aldıkları kontrol edilir. Bir paket tıraş bıçağı, yani jilet ödenmemiştir. Bu olayı şahit olan kişiden dinleyenler “Yazıklar olsun.”, “Cık cık cık, ne utanmazlık.”, “Nasıl da yaparlar?”vb tepkilerle hoşnutsuzluklarını dile getirdiler. Oysa belki de, hatta büyük ihtimalle satın alıp ödediği o “bir çok şey” kendisine ait değildir. Taa Anadolu’dan buraya asker gönderilen çocuk nerede bulsun o kadar parayı. (Kendi parasının sigarasına yetmediğine eminim.) “Komutanı biraz para vermiş ve eline de bir liste tutuşturmuştur.” diyorum. Bütün onları alacak parası olsa bir paket jileti de öderdi. Askerde erler tıraş olsun diye jilet verirler mi bilmem. Veriyorlarsa belki de iyi kesmiyorlardır ve tıraşı iyi olmadığı için komutanından dayak yiyordur. Vermiyorlarsa belki de alacak parası yoktur ve sakalı uzadığı için komutanından dayak yiyordur. Diyorum. Arkadaşım “Hiçbir şey hırsızlığın mazereti olamaz.”diye kestirip atıyor. Olamaz mı sahiden? Dayak hırsızlığın mazereti olamaz mı? Peki ya açlık? Kötü koşullar, hakaret, çaresizlik, kıstırılmışlık duygusu, yalnızlık...vs. Çok kısa süre öncesine kadar oralarda bir şeyler intiharların mazereti olabiliyordu ama. Oralarda, askerde genç çocuklar ölümü yaşama yeğliyorlardı. Kapalı kapılar, tel örgüler ve kuru baş işaretlerinin altında “girilmez” yazan levhaların arkasında neler olduğunu kim bilebilir ki?

Aklıma Türkiye’de aç oldukları için bir tepsi baklava çalan çocuklar geliyor. Aynı anda da Boyacı. O dilimizden düşürmediğimiz hukuk kuralları kötü ellerde nasılda her şey için aciz kalıyor. Ayrıca, aç bir çocuğun, çaresiz bir erin “çalmak” eylemiyle, ülkesinde adı şehit sözcüğüyle başlayan okullarının damı bakımsızlıktan çocukların başına yıkılırken kendi sarayını on binlerce sterline yeniden döşetenlerin “çalmak” eylemi nasıl da farklılaşıyor ve hukuğu nasıl da çaresiz kılabiliyor. Açlıktan baklava çalan çocuklar ömürlerinin koca bir bölümünü hapiste geçirmek zorunda kalmışlardı. Belki de hâlâ parmaklıklar arkasındadırlar ve dışarıdaki dünyadan daha da acımasız bir dünyanın bıçaktan kollarında, naif gövdelerinde açılan yaralara her gün bir yenisini katarak, doğmak şanssızlığını yaşadıkları bu coğrafyada büyümenin nasıl bir şey olduğunu öğreniyorlardır. Oradan çıktıklarında eğitimini aldıkları okulun felsefesinden taşlaşmış birer yüreğe ve kaybolmuş adalet duygusunun boş bıraktığı o kocaman boşluğa yerleşmiş acımasız bir öfkeye sahip olacaklardır. Onları kim suçlayabilir ki?

Burada modern zamanların maddece zengin insanlarının tatminsiz ruhlarını tatmin etmek, tekdüze yaşamlarına heyecan katmak, varlıklarında keşfedemedikleri anlama ulaşmak için girdikleri karmaşık süreçten çıkamayarak kleptomaninin kollarında aradıkları yapay heyecandan söz etmiyoruz. Bunun da ötesinde hiçbir insan “Hiçbir şey hırsızlığın mazereti olamaz.” cümlesindeki kadar basit ve indirgemeci bir yaklaşımla yargılanıp kendi kaderine terk edilemez, edilmemeli. İnsan denen varlık o kadar karmaşık ve kendine özgü ki. Ayrıca içinde yaşadığımız düzen insan doğasına o kadar aykırı ve onun ihtiyaçlarına cevap vermekten o kadar uzak ki.

Ne yazık ki bunu fark etmeden yürüyüp geçiyoruz ve arkamızda kırılıp dökülmüş, itilmiş, gözden çıkarılmış, “öteki”leştirilmiş koskoca bir dünya bırakıyoruz... Ya da onları bıraktığımızı zannederken aslında kendimizin de “gerçeğinin” onlarla birlikte kaldığını fark edemiyoruz. Yürüyüp giden insanlığından soyunmuş bir kabuktan başka bir şey değil.

Tijen Zeybek (22 Ocak 2003 Yenidüzen)

17 Ocak 2003

Kıbrıs Türk Yazınını ya da Kıbrıs Türk Söylemini Anlamak

Neşe Yaşın’ın son kitabının tanıtım ve imza gecesinde Fikret Demirağ yazara şöyle bir soru yöneltmişti: “Kitabınızın Türkiye’de derin okumasının yapılabileceğine inanıyor musunuz?” Çok çarpıcı bulmuştum bu soruyu ve aynı zamanda da kafamda bu sorunun yanıtının evet olmasının ne kadar zor hatta imkânsız olduğu düşüncesi geçmişti. Neşe Yaşın benimle aynı fikirde değildi. Şimdi tam olarak hatırlamıyorum ama uzaklardan bir yazarın ismini vererek bizim de onları okuduğumuzu söylemişti. Elbette okuyoruz dünyanın bir ucundan yazan yazarları. Mesela Isabel Allende’yi okuyorum diyelim. Müthiş etkileniyorum, kitap beni uçuruyor. Ama O’nu Şili’li bir okur kadar “derin” okuyabildiğimi söyleyebilir miyim? Mümkün mü bu, olabilir mi? Belki de bu soruya cevap verebilmek için bir kitabı derin okumak demek ne demek sorusunun cevabını aramamız gerekir. Derin okumaktan benim anladığım o romanı yazara yazdıran süreçleri de iyice bilmekten, bilmekten de öte doğru olarak anlamaktan geçen bir değerlendirme kapasitesine sahip olmaktır. Nasıl ki hiçbir eser yazarından tamamen bağımsız olarak değerlendirilemezse, yazarlar da kendilerini yoğuran öznel ve toplumsal süreçlerden bağımsız olarak ele alınamazlar. Yazarı o eseri vermeye, onu yaratmaya iten koşullar göz ardı edilerek, yazarın ait olduğu coğrafyanın tarihsel süreçleri ve bütün bunların onun üzerindeki etkileri irdelenmeden bir eseri okumak, anlamaya çalışmak ve bir dereceye kadar da anlamak mümkün olabilir ancak bir eserin derin okumasından bahsetmek pek de olası değildir.

İşte bütün bunlardan dolayı Neşe Yaşın’ın kitabında geçen bir çok cümlenin bende, bir Kıbrıslı’da uyandırdığı etkinin ve çağrışımlar zincirinin bir başka ülkenin okurunda da baş göstermesi mümkün değildir. Yani İnci’nin günlüğüne yazdıklarının altını “Akdenizin kuzeydoğusundaki küçük ada. Balkonunda kurşun deliği olan ev.”diye imzalamasının altında yatan yaşanmışlıkları, ne kadar çarpıcı bir dille, ne kadar büyüleyici bir kurguyla yazılırsa yazılsın İspanyadaki bir okurun “derin” okuması mümkün değildir. Oradaki derinliği ancak bir Kıbrıslı keşfedebilir. (Burada bir parantez açarak “her Kıbrıslı ”demediğimin altını çizmek isterim.) “Balkonunda kurşun deliği olan ev.”tanımlaması hayatında hiç savaş yüzü görmemiş bir Amerikalı için pek de anlamlı olmayabilir. Öte yandan, yakın tarihinde büyük bir iç savaş yaşamış olan Şilili için bir anlamı olabilir ama hiç biri benimle kitabın yazarının aynı coğrafyayı, aynı dili ve aynı kavgayı paylaşıyor, aynı tarihsel süreçleri yaşıyor olmaktan doğan “ortaklığımızın” yarattığı güçlü kavrayışa ulaşamayacaktır.

Bütün bunları, aslında 14 Ocak mitinginde sloganlarla, pankartlarla, sembollerle anlatmaya çalıştığımız derdimizin, vermeye çalıştığımız mesajların neden Türkiye’den gelen ya da gelmeyen siyasiler ve sokaktaki insan tarafından anlaşılamadığının benim düşüncemdeki izahını sizlerle paylaşmak için anlattım. Taşınan AB bayraklarının Kıbrıs Türkü için aslında, sadece, Şırnak olmak ile AB üyesi bir ülkenin yurttaşları olmak arasındaki tercihlerinin bir belirtisi olduğunu anlayamazlar. İnsansız bir toprağın yurt olamayacağını yazan pankartları taşıyanları da anlayamazlar çünkü onların ideolojisini oluşturan dil tamamen farklıdır. Bu dil onlara bireysel varlıklarının “vatan” ve “devlet” kavramları karşısında hiçbir kıymet-i harbiyesi olmadığını öğretmiş, bu dil onlara bayrağın, toprağın ve devletin insanlar için değil, insanların bu yolda gerektikçe telef edilmesi için var olduğunu belletmiş ve belletmektedir. Onların dilinde, “baba”ların, “ağa”ların, “reis”lerin sözünden asla çıkılamayacağı, onların sözünün kutsal olduğu, onların halkın “aklının kesmediği” konularda her şeyi bildikleri ve asla eleştirilemeyecekleri gözlere çekilen kara sürmeler kadar doğal gerçekler olarak yaşamları boyunca düşüncelerine örülmüştür.

Bu nedenle “Denktaş istifa” diye bağıran mitingcileri “40 yıllık dava adamı”na hakaret etmekle suçlamakta, iktidar edenlerin yaptıklarının halk tarafından sorgulanmasını “Bu ne cüret?”diye karşılamakta ve insanların yaşamlarının değerini bildikleri ve tepedekilerin keyfi istediğinde “Allah allah...”diye ölmeye koşmadıkları için “itaatsiz asiler” olarak görmekte ve hoş karşılamamaktadırlar.

Dil önemlidir ve aynı dili konuştuğunu sananlar bazen fark ederler ki aslında pek de aynı şeyi söylememekte ve çoğu zaman duyduklarından farklı anlamlar çıkarmaktadırlar.

Tijen Zeybek (17 Ocak 2003 Cuma Yenidüzen)

14 Ocak 2003

İktidar Bağımlıları

Evet, statüko bazıları için dayanılmazdır. Koltukları bir gözden geçirsenize. Ve bu koltukların sahiplerini. Hep aynı isimler değil mi? Bir oturan bir daha kalkmamış, kaldırılmamış. Ya da kalkmışsa daha büyük bir koltuğa oturmak için kalkmış. Bir yerlerden emekli olanlar başka bir yerlere genel müdür, başkan, komisyon üyesi, danışman, koordinatör vb cafcaflı isimler altında atanarak yeni ve okkalı bir maaş için mevkiler yaratılmış. Emekli lise müdürleri komisyon üyesi, emekli bakanlar kurumlara genel müdür, emekli müsteşarlar KİT’lere müdür, emekli daire müdürleri bankalara başkan, başkan yardımcısı olmuşlar. Bakanlar hep aynı, başbakan hep aynı. Kâh Ekonomi ve Maliye, kâh ayrı ayrı Ekonomi Bakanlığı, Maliye Bakanlığı, bir ara Maliye v e Gümrükler, bir başka ara Ekonomiden Sorumlu .....ne bileyim ben ne bakanlığı. Amman yandaşlardan kimse açıkta kalmasın korkusuyla ne kadar lazımsa o kadar bölüp, ne kadar lazımsa o kadar koltuk yaratarak, koltuk sayısı kadar da “statükocu” yaratmayı başarmışlar.

Sadece Annan Planı’na değil aslında herhangi bir anlaşmayla varılacak çözüme karşı çıkanlara bir bakın. Hepsi kocaman kocaman koltuklarda oturuyorlar. Hepsi en az iki, üç maaş alıyorlar, bir çoğu aile boyu koltukçu. Her şeye iktidarın o baş döndürücü zirvelerinden bakmaya o kadar alışmışlar ki başka türlü nasıl varolacaklarını bilemiyorlar. Onlar, kapılarında el pençe divan odacıların, şoförlerin kendilerinde uyandırdığı o büyüklük duygusunun esiri olmuş bağımlılardır. Birileri onlara varlıklarının ne kadar önemli olduğunu, içinde bulundukları kurumun ve dahi ülkenin onların paha biçilmez zekâlarına ne kadar da ihtiyacı olduğunu mütemadiyen hatırlatmalıdır. Sürekli zirvelerde dolanan bu “adamlar” ofislerinin kapısından girdiklerinde kendilerini bekleyen ful makyaj, ful aksesuar, ful evet efendimci, sadakatinden kuşku duymadıkları “özel sekreter”leri tarafından günaydınlanmazlarsa o gün onlar için gün değildir. İmkânı yok nefes alamaz, yaşayamaz, varlıklarını hissedemezler.

Bu güne kadar dolaştıkları zirvelerin sarhoşluğundan yüzlerinde genellikle alaycı bir gülümseme ve gözlerinde karşısındakini kayıtsız şartsız hakir gören yabancı bir bakış vardır. Uzatılan mikrofonlara konuşurken ve kameralar karşısında hep bu öğrenilmiş maske ifadelerin arkasına saklanırlar. Kendilerini bir kale gibi kuşatan kurumlarından çıkarken kapının önünde bekleyen siyah makam arabaları ve ne yanında durup, nasıl hizmet edeceğini şaşıran, emekçi olduğunu çoktan unutarak tanrılaşmış patronları karşısında ister istemez kullaşan şöförleri iktidarlarının dayanılmaz lezzetteki tadını onlara bir kez daha tattırırlar. Bu tat gün boyu, bütün icraatları boyunca ağızlarından hiç eksilmez çünkü varlık nedenleri, bağlı bulundukları rozete oy toplamak için yurttaşların zaten hakkı olanı onlara inayet gibi sunmaktan ibarettir. “Efendim çocuğun kadro meselesi...”, “Bakanım oğlanın iş konusu...”, “Sayın Yutan, söz verdiğiniz düşük faizli kredi...” Ve onlar, bütün bunlar karşısında “borcunu” nasıl ödeyeceğini bilemeyen insanların iltifatları ve minnet duygularıyla ha babam narsist duşlar alırlar.

Bu durum o kadar uzun bir süredir devam etmektedir ki, onlar için bütün bunların olmadığı bir yaşam tahayyül edilesi değildir. Bu konuda son derece haklıdırlar. Çünkü için için hissettikleri o değersizlik duygusu sonuna kadar gerçektir. Taa derinlerinde bir yerlerde varlığını duyumsadıkları ama bir türlü bilinçlerinden söküp atamadıkları bu gerçeklik, yani bulundukları yeri sahip oldukları değerli meziyetlerin varlığına değil de aslında sahip olamadıkları bir takım özelliklerin eksikliğine borçlu oldukları duygusu, koltuklarına sıkı sıkı yapışmalarına yol açar. Ve kaçınılmaz olarak statükoya. İçin için bilirler ki iktidarlarını diğer insanlarda olmayan bilgi ve becerilerine değil, onlarda var olan ama kendilerinde bulunmayan onur ve kişilik eksikliğine borçludurlar. Bu onursuzluk ve kişiliksizlik durumu o derece ruhlarına sinmiştir ki konuşma sırasında “Ben, Bakanım bu eşeği buraya bağla derse buraya bağlarım, buradan çöz şuraya bağla derse şuraya bağlarım.”diyebilmektedirler.

Bu yüzden başka bir düzen, bambaşka bir Kıbrıs onların ödünü patlatır. Sudan çıkmış balık yanlarında halt eder, perişan olurlar.

Tijen Zeybek (14 Ocak 2003 Yenidüzen)

10 Ocak 2003

Halk Koyun mudur

Hâlâ televizyonlara çıkıp “Halk bu planı bilmiyor.”demiyorlar mı hayretten ne düşüneceğimi şaşırıyorum. Bazıları “Halk yanlış bilgilendiriliyor. Bu plan esaret planıdır ”diyor. Hatta kimileri “Halka bu planda olmayan şeyler varmış, olan şeyler de yokmuş gibi gösteriliyor.” diyor. Yani kim bu “halk”. Halk sen, ben, biz değil miyiz? Eğer öyleyse biz aptal mıyız? Biz okuma yazması olmayan kara cahiller miyiz? Biz dünyayla bağlantısı kopuk, balta girmemiş ormanlarda yaşayan “yerliler”miyiz? Yoksa biz yılın dokuz ayı karlardan yolları kapanan, kırsal kesim insanları mıyız? Yoksa okuduğunu anlamayan, kandırılmaya açık, hafifçe alık saftirikler miyiz?

Bütün bunları bıkmadan usanmadan, her uzatılan mikrofona papağan gibi tekrarlayanların kafasındaki “halk” imgesi nasıl bir şey acaba? Onlara göre halk dediğin kalabalık, çobanlarının arkasından giden koyunlar olmalı. Çoban nereye giderse gitmeli, nerede durursa durmalı. Çoban kurt olup kuzuları yese dahi koyunluğa devam etmeli.

Halk koyun mudur?

Zaten bunlar değil midir en küçük bir farklı söylem ve eylem de çevrenizdekileri “Her koyun kendi bacağından asılır. Siz ona uymayın.”diye uyaran. Bu zihniyet değil midir gelenekselleşmiş haksız uygulamalara, yasa dışı emirlere dur diyenleri yalnızlaştırmak için diğerlerine “Sakın ona uyma. Sürüden ayrılanı kurt kapar.”diyen.

Halk sürü müdür?

Bin bir yalan ve küçümsedikleri halkın güveninin istismarıyla oturdukları koltuklarda padişahlıklarını ilân eden bu “seçilmiş krallar” ın gözünde halk hiç büyümeyen çocuklardır. Ve bütün çocuklar gibi idare edilmeli, ana-babalarının sözünden çıkmamaları onlara iyice belletilmeli ve böyle bir yola meylettikleri zaman da dövülmelidirler. Bütün çocuklar yaramazlık yaparlar ve mutlaka sonunda özür dilemelidirler. El etek öpüp, af dileyen, beş kilometre öteden dahi ceket düğmelerini ilikleyenler “hayırlı evlat”lardır. Diğerleri hayırsızdırlar, ihanet içindedirler, çizmeyi aşmıştırlar, çok ileri gitmiştirler velhasıl dayağı hak etmiştirler. Çocuklar da böylesi muameleye asla layık değildirler.

Halk çocuk mudur?

Bu ülkenin yüzde doksanı okuma yazma biliyor. Bu ülke gençliğinin neredeyse tümü üniversite mezunu ve büyük bir kısmı işsiz. Şimdi, bu “seçilmiş krallar” ve onların önünde ceket ilikleyip, emirlerine amade duran kraldan kralcılar bilmiyorlar mı ki bu okumuş yazmışlar aylardan beridir tüm gazetelerin ekinde verilen Annan Planını okuyorlar. Hiç akılları kesmiyor mu ki bu işsiz ve işli üniversite mezunları internetlerde geziniyorlar ve oralardan Annan Planının orijinalini bulup çatır çatır okuyorlar. Şimdi bu kafasındaki halk imgesinde bir gariplik sezilen kesim bilmiyorlar mı ki aylardır bütün köşe yazarları Annan Planının gerek hukuki dil gerekse siyasi terimler dolayısıyla kolayca anlaşılamayacak bölümleri hakkında neredeyse ayrıntının ayrıntısını anlatıyorlar. Ve ben, sen, biz yani halk durup dinlenmeden bunları okuyup içimize sindiriyoruz.

Bu, bizim hafifçe alık olduğumuzdan iyice emin olan yaşlılar güruhu ve düşünme özürlü takipçileri işlerini halâ gece yarıları kapıların altından attıkları pusulalarla mı görüyorlar ki bizim de teknolojiden yararlanmadığımızı zannediyorlar.

Biz okuduğumuzu anlıyoruz, anlamadığımızı otoritelere soruyoruz. Tahmin edebileceğiniz gibi de otorite dendi mi aklımıza siz gelmiyorsunuz. Sizi çağrıştıran terimler daha çok bağnazlık, dayatmacılık, küçümseme, paranoya, megalomani, padişahlık vb.

Tijen Zeybek (10 Ocak 2003 Yenidüzen)

8 Ocak 2003

Şımarma Arzusu

Yılbaşı tantanası da bitti. Bu arada doğum günüm de geldi geçti. Neme lazım çok şımardım, çok şımartıldım bu sene. İyi oluyor arada bir böyle hediye paketlerine kaçışlar. İzin vermeli insan arada bir ruhunun hediye paketlerine saklanmasına, çiçekçinin getirdiği “assolistler gibi şık” buketlerle haşır neşir olmasına. Sonra sizi çok iyi tanıyan dostlar tarafından seçilmiş, bembeyaz çiçeklerini açmış “Tavşan Kulakları”, güzelim ahşap oymadan mücevher kutuları. Üzgün ruhlara iyi gelebiliyor bunlar. Derinlerde bir yerlerde besinsizlikten iyice cılızlaşan egonuz şahlanıyor, şımarma arzunuz tatmin ediliyor. Var işte böyle de bir arzu. “Arzu edilen şeyler” listenizde yerini alıyor. Pırıltılı, kurdeleli paketler, hışır hışır elinizin altında. Çocukluğunuzda ya da yirmili yaşlarınızda olduğu kadar değilse bile heyecanlanır ve paketin içinde ne var diye merak edersiniz. Yani bana böyle oluyor. Bu günlerde ruhuma hediye paketi kaçmış gibiyim.

Oluyor böyle şeyler. Mesela geçen gün okudum. Müjdat Gezen’in şiiri gelmiş. “Şiirim geldi. Bırakın beni!” moodundaydı. Şiirlerini CD’ye okutmuş. Dostları okumuşlar. Sonra, mesela Levent Kırca’nın iki de bir filmi geliyor. Film çekme krizi tutuyor, milyon dolarları saçıp bir film yapıyor ki neye uğradığımızı şaşırıyoruz. Sonuna kadar katılıyorum Perihan Mağden'’e bu noktada. Ben de o ilk felaketi görmeye kalkma gafletinde bulunanlardan biriydim. Hamide’ciğimle gitmiştik. Çevremizde bir çok insanın gülmekten gözlerinden yaşlar akarken biz şaşkın şaşkın birbirimize bakıp durmuştuk. “Normal” kavramını genel çoğunlukla açıklayacaksak o sinemadaki yegâne iki “anormal” bizdik o akşam. Bu nedenle ikinci bir Levent Kırca filminin yanımızda kıymeti-i harbiyesi yok, olamaz bu durumda. Yani her zaman iyi şeyler kaçmıyor insanın ruhuna. Bazen ruha kaçan şeyler oradan “iyi” ürünler olarak çıkmıyor. Hatta hiç çıkamıyor. O zaman onları orada bırakmak lazım.
Ama aldığım yılbaşı ve yaş günü hediyelerinin en önemlisi oğlumun yılbaşı kartıydı. İçine yazdıklarına inanamazsınız. Önce, bir gün önce aksesuar olarak aldığım, porselenden, sevimli köpek yavrularını düşürüp, kuyruklarını kulaklarını kırdığı için özür dilemiş. Sonra “Bu yıl inşallah barış olur. Barış olursa ne güzel Trodos Dağlarına giderik. Orada çok kar yağıyor.”demiş. Aynen böyle. Hem güldüm hem de bir tuhaf oldum okurken. Sonra kartın her tarafına güle güle 2002, hoş geldin 2003 diye yazıp renkli renkli boyamış. Hoş geldi mi acaba, hoş gelecek mi acaba bu 2003.

Ayrıca bu günlerde gene mutfakla aşkımız depreşti ne olduysa. Attım kendimi tezgâhın başına. Harika bir Krismas kek yaptım. İçinde acı badem likörü var. Sonra kıymalı bohçalar, dondurma kaplarında servis yapılan krem karamelli, meyveli, pudingler. En tepesinde kar gibi bembeyaz bir köpüğün ortasında kocaman bir yalnız çilek oturuyor. İster önce çileği yersiniz, isterseniz çileği sona saklarsınız. Kış kıyamet bulunur çilek. Komposto halinde, kocaman kocaman. Modern zamanların avantajı. Ruhuna mutfak kaçanların bilgisine sunulur, buradan. Sonra hindili menülere daldım. Hindiyi bir keşfettim ki onsuz geçen bunca yılıma yazıklandım.

İşte böyle. Beşon gündür ruhuna hem mutfak hem de hediye paketi kaçmış bir haldeyim.
Son durum böyle. Hışır hışır, süslü paketler ve tepesinde yalnız çileklerin oturduğu pudingler.
Bu kadar.

Tijen Zeybek (8 Ocak 2003 Yenidüzen)


4 Ocak 2003

SAM AMCALAR ÇOKTUR

Bir yandan savaşa bir yandan da yeni yıla hazırlandı dünya. Bir yanda ışıl ışıl süslenmiş sokaklar, öte yanda namluya sürülmüş kurşunlar. Bir yanda ak sakallı noel babalar, torbalarında çocuklara armağanlar, öte tanda uçaklar dolusu bombalar. Çıkıp yeni yılını kutlar dünyamızın Afganistan’dan sonra Irak’ı da ölüler diyarına çevirmek için sabırsızlanan atsız kovboylar. Amerika! Amerika! Uygarlığın ve varsıllığın cenneti. Steinbeck’in “Gazap Üzümleri”nin olgunlaştığı, sefaletin ve insanlıktan uzaklığın mesafelerle anlatılamadığı zamanlar görmüş topraklar. Geçmişinden ders almayan insanoğlu insanların dünyası bu dünya. Böylesi bir geçmişten sonra geliyor gelecek. Acılardan ve çığ gibi büyüyen öfkelerden sonra gazaba geliyor yığınlar ve bir daha bir daha kanla yıkanıyor sokaklar. Bir daha bir daha en büyük bedeli ödemekten kurtulamıyor çocuklar ve bir daha bir daha yerle bir edilmiş şehirler üzerine kurulmaya çalışılıyor hayatlar.

Modern zamanlarda biraz daha kibarca sömürülüyor zengin yurttaşlar ve modern zamanlarda modern silahlarla ve hâlâ hoyratça ve dövülerek atılıyor kendi topraklarından yoksul yurttaşlar. Fark bu kadar. Hepsi bu kadar. Iraktaki petrol lazımsa yağdırırsın “high teknolocy” bombalarını, yıkarsın halkın başına evlerinin damlarını, alırsın alacağını. İngiliz kapitalizminin tıkanmışlığıysa söz konusu olan, sermaye istediği kadar kâr edemiyorsa, İngiliz emekçisinin emeklilik yaşını yetmişe dayarsın, çalışma saatlerini de tıpkı eskisi gibi uzatırsın gün doğumundan gün batımına, hepsi bu işte. Yeter ki sistem tıkanmasın, yeter ki kapitalistler yüksek kârlarından mahrum kalmasın, yeter ki dönsün sömürü çarkları, insan etiyle insan ruhuyla beslenen kazanlar yakıtsız kalmasın. Böyle bilir böyle yapar Sam Amca.

Sam Amca’lar çoktur. Kimileri kendi ülkesine gizlice, bir hırsız gibi girer korkusundan. Helikopterler zoom yapar kımıldayan her şeye. Paranoyakça bir korkuyla ve kendi sinsi komplolarından alışık oldukları üzere, kanlı maestrolarına doğrultulmuş bir silah ararlar kıyıda köşede. Bir kalabalık arar gözleri ellerinde çürük yumurtalar. Bir okul dolusu çocuk, banyolarda kurşunlanmamış henüz ve daha tanışmamışlar ülküler uğruna kesilen yandaş başlarla. Ve yetmiş dörtten sonra doğan çocuklar bugün otuzuna merdiven dayamışlar ama kıyaslayınca yetmiş sekiz  seksen yaşlarla hâlâ bebek muamelesi yapmak ister maestrolar onlara. Kaç kişinin yüz binlerce doları var ki ödemek için Amerikan tıbbına.

Yığın yığın insanlar var gücüyle bağırırken yağmurun altında, demokrasicilik oyunundaki arkadaşları saklanıyor Çin Seddi’nden bile uzak “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.”yazan duvarların arkasında. O duvarlar ki bayraklar döşenmiş her metrekaresine mayınlar gibi. Ve onlar buz kesmiş elleri sıkılırken havada ve ıslanırken ayakları yağmurdan, bir çocuk koltuğunun altında baskül “tartayım abla”diye soruyor şaka yapar gibi. Traji komik bir tiyatronun tuhaf sahnelerinden biri sergileniyor sanırsın ve sanırsın ki tanrının gülmekten akan gözyaşlarıdır bizi ıslatan. Yakınında bir yüz uzanıp da kulağına sorunca “Sence kaç yaşında bu çocuk?”diye uyanırsın bir gerçekten bir başka gerçeğe. Anlarsın ki sefaletin de, kötülüğün de, erdemin ve felâketlerin de dibi yok bu yerde.

Gazabın ve kahrın  nefretin ve aşkın, öfke ve sabrın, sevgi ve umursamazlığın sınırı yok bu yerde. İyiliğin ve kötülüğün, açlık ve tokluğun, varlık ve yoksulluğun, kavga ve barışın, huzur ve huzursuzluğun, terör ve şiddetin acı ve kederin sınırı yok.

İnsanlığın ve insanlık dışılığın haddi hesabı yok. Ne eskisinde yılın, ne de yenisinde.

Tijen Zeybek