29 Aralık 2002

Ta ki Dünya Fikrini Değiştirinceye Kadar

Kaçımızın inançları ve değerleriyle ilgili rüyaları var hâlâ. Kaçımız en başından beri inandıklarımıza inanmaya devam ediyoruz. Bunların büyük düşünceler olmaları da gerekmiyor hani. En basit değerlerimizden bile ilk çıkar çatışmasında, ilk yol çatallanmasında, daha ilk işittirme ya da tehditte vazgeçmedik mi? Kaçımız karşısındaki kalabalık ne kadar büyük olursa olsun onlara karşı kendi fikirlerini ve inançlarını savunma cesaretini gösterebiliyor. Büyük kalabalığa, koroya, gücü elinde bulunduran tarafa dahil olmanın güvenli rahatlığını elinin tersiyle itip doğru bildiği yoldan yalnız yürümeye yüreği olanlar kaç kişi bu dünyada.

Kalabalıklara dahil olarak onlar arasında, onlardan biri olarak yitip gitmenin ve bütün değer ve inançlarından arınarak, ideolojilerinden vazgeçerek, yaşamayı “güce tapmaya”, “mal sahibi olmaya”, “insan tanrılara kul olmaya” indirgeyerek hangi gelişmeden bahsedeceğiz. Hangi yüce değerlerden, insan olmanın hangi erdeminden bahsedeceğiz. Ya işi daha da ileri götürüp, kendi ideolojilerinden, inançlarından böylelikle de aslında kendi kendilerinden vazgeçenlerin bunu yapmayanlara karşı duydukları tahammülsüzlüğün şiddetine ne demeli. Yüzyıl önce söylenmiş ve bugün çoktan aşılmış olan bir sözün ne anlamı var bu ülkede. Hani “Söylediklerinize katılmıyorum ama bunları söyleme hakkınızı sonuna kadar savunuyorum.”diyen. Oysa biz, tanrılığa soyunan ama kendi halkı önünde ancak goncoloza dönüşenlerin “Benim doğru bulmadıklarımı asla söyleyemezsiniz.”sözleriyle uğraşıyoruz hâlâ. Ve bu sözleri koro halinde tekrarlamayı bir çeşit ayine dönüştüren “kul”larla uğraşıyoruz. Onlar sabah akşam ibadetlerini yerine getirip tanrılarına karşı iman tazelerken, diğer bir avuç insan da inandığı yoldan yürümeye devam ediyor ve bu yürüyüşe “ta ki dünya fikrini değiştirinceye kadar” da devam edeceğine söz veriyor. Evet, ta ki dünya fikrini değiştirinceye kadar.

Dünya insanlığı tüketme pahasına tüketimi teşvik etmekten, dünya insanı bir makinenin dişlisi olarak görmekten, dünya insanı otoritelere karşı gelmeden, tüketen, çalışan, vergi ödeyen ve sessizce ölen insanımsılar olarak görmekten vazgeçinceye kadar devam etmeli insana insanlığını geri verecek değerleri savunmaya. Mesela özgürlüğe sıkı sıkıya sarılmalı, özgür düşünceye ölünceye, öldürülünceye kadar inanmalı. Ait olmaya, düşüncelerini, içinde bulunduğun toplulukta daha çok maddeye sahip olmak, daha konforlu ve rahat yaşamak adına saklamayı, sınırlamayı, yok saymayı seçmemeli. İnsanlar böyle seçimlere zorlanmamalı.
Önce kendi kendine, kendi bedenine, kendi düşüncelerine ve inançlarına sahip olmalı belki de. Ne gövdenin ne de düşüncenin ve bunun günümüzde ifade ettiği anlam olarak “oy”un koçanı olmamalı. İnsanların isimleri listeler halinde ceplerde dolaşmamalı, hiç kimse kendine bunun yapılmasına izin vermemeli.

Yaşadığımız dünyadaki bu düzen en büyük adaletsizlikleri ve en büyük onursuzlukları yaşamın doğal bir sonucuymuş gibi görmemizi emrediyor. Aynı dünya üzerinde bir ülkede milyonlarca çocuk fabrikalarda sömürülürken, sokaklarda dilendirilirken bir başka ülkede çocuğuna bir tokat vuran annenin elinden çocuğu alınabiliyor. Bir yanda koca bir kıtada insanlar açlıktan ölürken, annelerin sütsüz memelerinde yeni doğmuş bebekler ölürken diğer yanda milyonlarca insanı doyuracak yiyecekler çöplere atılıyor, bir yanda aç insanlar ekranlardan gösterilip, hastalıktan ve açlıktan kırılan çocukların üzerinde dolaşan kara sinekler seyredilirken aynı ekranlar az sonra gece kulüplerinde şampanya banyosu yapan insanları gösterebiliyor ya da dolar yağmuruna tutulan şarkıcıları. Ve dünya bize “bütün bunlar normaldir, olması gerektiği gibidir.”diyor. Afganistanlılar açlıktan bitki köklerini kemirirken, dünya “Afganistan futbol izlemeye başladı.”diyor, Afgan kadınları insandan sayılmazken, dünya “Afgan kadınlarının şimdi en büyük sorunu aseton ve makyaj malzemesi.”diyor. Amerika’da insanlar aşırı beslenmeden obeze yakalanırken dünyanın başka ülkelerinde köprü altlarında yaşayan çocuklar ve genç insanlar bir sabah gözlerini açtıklarında kendi gövdelerinde ameliyat izleriyle karşılaşıyorlar. Bu dünya bize “Parası olmayanların yaşamaya da hakkı yoktur.”diyor. Parası olanlar için sağlıklı ve genç bedenlerin böbrekleri, ciğerleri çalınıyor. İşte bu dünya bize “Bütün bunlar normaldir, bu dünyanın düzeni böyledir.”diyor. Bazıları da yürekten inanarak ve cesurca “Hayır bütün bunlar sizin düzmeceniz ve bütün bunlar yanlış. İnsanların kendilerine yapılanları apaçık görüp de artık yeter diyeceği güne kadar, yani, ta ki dünya fikrini değiştirinceye kadar bizler bunların yanlış olduğunu haykıracağız.”diyor.
Kabul ediyorum. Bunu herkesin yapması imkânsız. Her muhalifin yapması da imkânsız. Ama yapabilenlere bu düşmanlık niye? İnsanlığa giydirilen bu deli gömleği düzenden tek kurtuluş yolunun *“Ya kardeş gibi birlikte yaşarız ya da deliler gibi birlikte ölürüz.” sözlerindeki anlamda gizli olduğunu anlamaya çalışamazlar mı, en azından, hiç olmazsa, şimdilik.

*M. L. King

Tijen Zeybek (28 Aralık 2002 Yenidüzen)



25 Aralık 2002

HÜZÜN YAKIŞIR “YÜZLER”E

Biraz gecikmeli de olsa yazmak istiyorum Feryal Sükan'’ın sergisini. Çünkü orada gördüğüm tuvalleri halâ düşünüyorum. Hâlâ gözümün önünden gitmiş değil bazı “yüzler”. Her tuval, her resim konuşmaz insana. Her sergi heyecan yaratmaz yüreğinizde. Çoğu birbirine benzeyen resimlerden oluşur, bir önceki bir sonrakinin eskizi gibidir. Oysa Feryal Sükan'’ın tuvalleri konuşmak için birbirleriyle yarışıyorlardı ve bakmasını bilmezseniz bir kaos yaşama ve bu kaos içinde her eserin söylediklerini ayrı ayrı dinleyip anlayamama sorunu yaşayabilirdiniz.

Adımımı içeri atar atmaz açgözlü bir merakla çabucak dolaştırdım bakışlarımı resimlerin üzerinde. Bu kısacık ve özentisiz dolaşmada bile net bir görüş belirivermişti hemen kafamda; sanatçının “yüzler”indeki tül perdesi hâlâ kalkmamıştı. Hüzün, soğuk bir “dışarı”yla sıcacık “iç”imizi ayıran camda oluşan buğu gibi asılı duruyordu boşlukta. Elle tutulur gözle görülür bir niteliğe bürünmüş, gelip serginin ana mesajı olarak kendini ortaya koymuştu işte. Feryal Sükan’'ın fırçasından tuvaline damlayan hüzün, acıtıcı bir duygu olmaktan çıkıyor sevilesi bir duygu haline geliyordu. Şaşırtıcıydı bu. Her yüz kendini çizen elin yüzünden kocaman bir parça taşıyordu. Yüzlerdeki ifadeler kabullenilmiş bir acının, kendine de, resme de katılmış, sahiplenilmiş bir yalnızlığın ve yaşama da tuvale de yapışan, ısrarcı hatta kesinkes kalıcı bir hüznün ifadesini taşıyordu.

Bu tespitimi bozan, bu genellemeye dahil olmayan bir tek “negatif” vardı. Bir tek “negatif” isimli portre ters düşüyordu buna. “Negatif” adına da, rengine de itiraz edecek özgünlükte, başına buyruk bir dinamizm taşıyor. Bu tuvalde eser kendini yaratan elin hükmedici etkisinden olabildiğince bağımsızlaşmış gibi. “Negatif”de içselleştirilmiş hüzünden eser yok. Tam tersine o gözlerde, sergi arkadaşlığı yaptığı diğer yüzlerdeki hüznü hafife alan, onları adeta küçümseyen, hayata tepeden bakan, görmüş geçirmiş bir eda var. Tüm siyahlığına rağmen “negatif” hüzünle değil ancak isyanla, karşı duruşla ifadesini bulan bir dik başlılığı anlatıyor bence.
Sergide yer alan yüzlerin tümü kadın yüzleri ve ressamlarına çok benzeyen yüzler bunlar. Bu da, serüvenin, sanatçının iç hesaplaşmalarının ürünü olduğuna dair bir ipucu olarak değerlendirilebilir. Dünyayla, diğer insanlarla, ilişkilerin öteki ucundakilerle bir hesaplaşma değil bu. İlle de kendi kendiyle, kendi iç dünyasındakilerin hayata katılamayan kısmıyla ilgili bir şey.

Resimler üç ana tema altında toplanabilir diye düşünüyorum. “Yüzler”, “Evler-Sokaklar”, “Çiçekler”(daha çok güller.) Uçurumlar, uçurumsokaklar ve ancak uçurumlara tutunabilmiş evleri var sanatçının. Bunlar yaşamın kıyısında sallanan tutunmalar gibi. Bir yanı sağlama alınmaya çalışılsa da bir yanı uçurumda kalmakta ısrarcı. “İstediğim zaman düşerim, düşmeye kalktığımda buna engel olacak sağlamlıkta tutunmalar istemiyorum.” Der gibi bir halleri var bu evlerin. Ve güller. Onlar da tıpkı yüzler gibi tepeden tırnağa hüzne kesmişler. Sonbahara yakışır renkleri ve sonbaharın apansız ortaya çıkan öfkeli rüzgârına kapılmış, hırpalanmış bir halleri var. Güzel güller onlar, yaşayan güller. Ve kim ne derse desin harika bir ressam Feryal Sükan.

Not:
Şimdi sergi geçti, bitti. Ne diye anlatıyorsun bunları diyeceksiniz. Demeyin. Çünkü, 1. İzlenimlerimi yazıya dökerek kalıcılaştırmak istiyorum. 2. Gidip görmemişsiniz, bari benim ne gördüklerimden haberiniz olsun. 3. Sanatçının bir sonraki sergisini belki kaçırmazsınız. Gördüğünüz gibi konuyu işlemekte sayısız faide var. Ayrıca bildiğiniz gibi bu köşenin gündemle mündemle de bir derdi olmamıştır şimdiye kadar.

Tijen Zeybek

İKİ BUÇUK YAŞINDA BİR REHİN

Sanırım 1967 yılı içinde olacak, çünkü annem bu olayı anlatırken hep “İki, iki buçuk yaşlarında ufacık bir çocuktun.” der. Babamla ben bisikletle köye dönüyormuşuz. Akaraltı’nda silahlı bir Rum askeri bizi durdurmuş. (Akaraltı dediğimiz yer, o zaman tren yolu denen, şimdiki Mağusa-Lefkoşa yolundan Cihangir’e dönünce, köyden önce sizi karşılayan zeytinlik bölge.) Babama “Kimlik kartını göster.”demiş. Babam kimliğinin yanında olmadığını söyleyince, “Çocuğu bırak, git al gel.”demiş. Babam, beni silahlı Rum askerine rehin bırakıp asılmış pedallara. Nefes nefese varmış eve. Askerin durduğu yerden bizim ev yaklaşık iki kilometre ve babam bu mesafeyi ne kadar zamanda aldı bilmiyorum. Annem, babamın bensiz eve döndüğünü görünce telâşlanmış ama asıl panik ve dehşet babam olanları anlatınca başlamış. Annem hâlâ büyük bir kızgınlıkla anlatır o günü. Sanırım babama olan kızgınlığı da en az Rum askere olan kadar büyük ve canlıdır hâlâ. Annem hiç itiraf etmedi ama ben onun bu olayda babamı hiç affetmediğini düşünürüm zaman zaman.

Babam kimliğini gösterip beni kurtarmış rehinlikten. Doğal olarak o güne dair hiçbir şey hatırlamıyorum. Acaba babamın arkasından ağlamış mıydım, onun arkasından koşmaya çabalamış mıydım, bana tamamen yabancı o Rum askerden korkmuş muydum? Ya babam, nasıl cesaret etmişti beni bırakmaya. Bu olayı hep gülerek anlatırdı babam. Annem ise her seferinde tazelenmiş bir öfke ve inanamaz gözlerle bakardı babama. Peki babam kimliğini bulamasaydı, ya da “Ne olursa olsun ben çocuğumu bırakmam.”deseydi ne olurdu acaba? Doğrusu bilemiyorum. Ama silahlı bir insanla, bir askerle ilk tanışmam bu olmalı. (Mücahit babamı, eniştemi ve ailenin diğer üyelerini saymazsak.) Hatırlamadığım ama yaşamımı temelinden etkileyebilecek, gergin ve tehlikeli bir tanışmaydı bu.

Bir sonraki tanışma ise çok daha farklıydı. 1974 yılı, savaş sonrası ve ben artık dokuz yaşlarında bir çocuğum. Köyün içinden tanklar, kamyon dolusu askerler geçiyor artık. Biz çocuklar hatta büyükler usanıp bıkmadan hepsine el sallıyoruz, hepsine gülücükler saçıyor, koşabildiğimizce arkalarından koşuyoruz. Bir gün kocaman bir askeri kamyon köyün ortasındaki Atatürk büstünün orda duruyor. İçindeki askerler civardaki Rum köylerinden topladıkları ganimetleri, üşüşen insanlara dağıtıyorlar. Kamyonun etrafı bir anda kadınlar ve çocuklarla doluyor. Herkes uzatılanları kapmaya çalışıyor. Tabak-çanak, nakış iplikleri, örtüler, oyuncaklar, tablolar. Ben de önümdeki kalabalığı yararak yaklaşmayı ve oyuncak almayı istiyorum ama herkese göre çok ufacığım, elimi kolumu uzatıyor; “Abi bana da ver, abi bana ver.”diye bağırıyorum, nafile, ne kendim ulaşabiliyor ne de sesimi onlara duyurabiliyorum. Ama derken mucizevi bir şey oluyor. Şimdi bile hatırlarken halâ gülümserim ve içim bir tuhaf olur. Kamyondaki askerlerden birinin beni işaret ederek seslendiğini duyuyorum; “Hey sen, ufaklık sana sesleniyorum.” Ben inanamaz gözlerle, ben mi dercesine kendimi işaret ediyorum, bu arada diğer çocuklar bağıra çağıra önüme fırlıyorlar ama asker “Sen, arkadaki gözlüklü.”diyor. Çocuk-büyük herkes bana bakarak iki kenara ayrılıyorlar. Önümde kamyona kadar, iki kenarında insandan duvarlar oluşmuş bir yol açılıyor. Yüreğim küt küt atarak yaklaşıyorum ve kamyondan bana uzatılan, kahverengi-beyaz çizgili, kocaman, oyuncak tekir kediyi alıyorum. (Bu kedicik şimdi oğlumun odasında duruyor.)

Geçenlerde iş dönüşü eve dönerken köyün girişinde, elinde tüfeği, parmağı tetikte bir asker beni durdurdu. “Bu tarafa gidemezsiniz hanımefendi.”dedi kibarca. “Neden?”diye sorunca, tatbikat olduğunu ve kendi güvenliğim için devam etmemi söyledi. Yani köy güvenli değil mi, ama benim bütün ailem orda, dedim. Annem, kardeşlerim. Nasıl olur... Sonuçta, köyden öteye, yani Cihangir’den sonra, Serdarlı’ya falan gitmeyeceksem geçebileceğimi söyledi. Daha bir çok insan iş dönüşü böyle bir sürprizle karşılaştı o gün. Ve bir hafta kadar önce aynı olay yinelendi.

Bütün bunlar birden yukarıda anlattığım anıları canlandırdı gözümde. Ben tüm bunları düşünürken bir de Başaran Düzgün’ün köşe yazısı takıldı gözüme. Orada İspanyol gazetecilerin Gazeteciler Birliği Başkanı Süleyman Ergüçlü’ye sorduğu “Türk askerinin adadan ayrılmasını ister misiniz?”sorusuna Ergüçlü’nün “Kesinlikle hayır.”dediğini yazıyordu. Köşe yazısını da “Türk ordusu adadan elbette ki ayrılmayacak, Türk ordusunu burada tutacak bir anlaşma olacak, AB’ye gireceğiz.”anlamında cümlelerle bitiriyordu.

Kendi kendime, bu soru bana sorulsa ben, “Sadece Türk askerini değil, ülkemde, Yunan askerini de, İngiliz üslerini de, BM askerlerini de gereksiz kılacak bir çözüm istiyorum.”derdim. Adamızı yüzen bir tatbikat alanından, devasa bir cephanelik olma durumundan, potansiyel tehlike içeren, sürekli hedef olabilecek, her an silahların patlayabileceği muhtemel savaş bölgesi olmaktan çıkaracak gerçek barışı istiyorum, derdim. Her yanı dikenli tellerle çevrili, güveni ve huzuru silahların gölgesinde arayan,geleceğini Nikiforos ve Toros tatbikatlarıyla kuracağını zanneden, insanlarına değil de füzelere, son model öldürme makinalarına yatırım yapan bir ülkede yaşamak istemiyorum, derdim.
Öyle derdim.

Tijen Zeybek 17/10/2002




KEŞKE…

Cama dayamış burnumu dışarı bakıyorum. Güneş deli gibi parlıyor gökyüzünde. Bulutsuz, dümdüz bir mavi, yeşilsiz bir ova ve kupkuru topraklar. Sonbaharı arıyor gözlerim nafile. Sonbahar küs, kış dargın sanki. Sonsuza kadar yaz’la mahkûm edildik birbirimize. Sararan yaprakları değil gencecik dostları, yakınları katmış götürüyor rüzgâr. Sorsam ona, nereye? Açsam camı ve uzatsam başımı dışarı, bağırsam var gücümle, sorsam mor dağlara, haykırsam boz ovaya, Mesarya’nın yalnız Alıc’ı, sırdaşım Zeytin, Mağaralı Kıraç cevap verin, desem; herkes böyle nereye? Ne bu acele ölmek için, ne bu acele gitmek için. Niye dökmez ağaçlar yapraklarını, niye salkım salkım bulutlar sarkmaz gökyüzünden yeryüzüne, niye esmez sert rüzgârlar ve içimi serinletecek yağmurlar nerede? Ne bu “kalplerdeki kriz” böyle. Neyin krizi bu, sevgisizlik mi, arkadaşsızlık mı, zamansızlık mı. Nedir bozan gövdelerimizdeki “sonsuz uyumu”? Bıktım gazete sayfalarına yansıyan dost yüzlerin ölüm ilanlarından  Bıktım yakınımdaki gencecik insanların sonbahar yaprakları gibi toprağa koşmalarından. Apansız yere serilen dipdiri gövdeler ve hep aynı teşhis, hep aynı görünmez düşman; kalp krizi, kalp krizi, kalp krizi...

Hüzün mevsimidir sonbahar, hüznün renkleridir sarılar, turuncular. Hoş sarıda acı daha ağır basar hüzünden. Adam sende! Acı hüzne uyanmış yüreklere ne yapar. Gencecik bir fidan yıkılırsa aniden, yemyeşil bir yaprak kopuverirse umarsız dalından, kapı gibi bir adam ölüverirse kalp kapakçığının minicik bir an duraksamasından, işte o minicik an uzadıkça uzar da hiç bitmezse sonsuza kadar, anaların yüreği ne olur, babaların ciğeri ne olur. Güneş böyle utanmazca parlamaya devam edebilir mi? Nasıl mahcup olmaz gökyüzü bulutsuzluğundan.

Aslında tanrı denen şey ölüm olmalı. Evet! Dünyadaki gerçek tanrı ölüm. Bir tek ölüme yakışır tanrı olmak. Kimsenin gücünün yetmediği, kimsenin kafa tutamadığı tek gerçek o çünkü.
Ve ölümden sonra, gidenden sonra bir tek çaresizliğiniz kalır geriye. Ne kadar yakıcıdır “keşke”ler. Keşke o gün daha uzun konuşsaydık. İyi görünmüyordu. Keşke, neyin var, diye sorsaydım, keşke sadece selâmlaşmak yerine sıkı sıkı sarılsaydık birbirimize., keşke şu lânet olasıca Kıbrıs meselesi yerine, diz dize otursak da çocukluğumuzu hatırlasaydık yeniden. Keşke çocuklarımızı tanıştırmayı planlasaydık, keşke “bize de gel” deseydim..

Kasım’ların sonbahar olduğu zamanlar istiyorum, gri-beyaz bulutların mor dağları tüller gibi örttüğü sonbaharlar istiyorum, yağmurlu sabahlar, gök gürültülü geceler istiyorum. Dostlarımı ve yakınlarımı “keşke”lerle sonsuzluğa uğurlamak değil, ömrümü onlarla geçirmek istiyorum. Hep kalan olmak kötü, geride kalan bir anne olmaksa sarıların en acısıyla taçlanmak demek. Bir oğulu uğurlayıp da geride kalan baba olmak, kederden yataklarda yatmak, zehir zemberek uykulara dalmak, acı sarı kâbuslarda kaybolmak demek.

Saklanmak istiyorum, gündelik olandan uzaklaşmak, güneş böyle deli deli parladığı sürece gök yüzüne bakmamak, yağmurlar yağana kadar uyumak, uyumak, uyumak....

Tijen Zeybek

KİM BU “BİZ”?

İşte sonsuz acının simgeleştiği bir fotoğraf. Küçücük bir kare. Dünyada yaşayan binlerce masum surattan biri. Bir otobüsün koltuğunda kaykılmış kafası. İncecik, güçsüz bedeni çıplak. Ve belli ki bu narin çocuk omuzları başını taşıyamıyor artık. Ve dünyanın bu çocukların varlığını taşıyamadığı da belli. İşte çakılıp kalıyorsunuz gazete sayfalarındaki siyah beyaz kederin resmine. Bakışlarınız kilitleniyor, cansız başın yüzünde kalakalıyor, o minicik suratta sizin dayanma gücünüzü aşan ifadelerin altında eziliyorsunuz. Hani rehin alınanlar arasındaki çocuklar serbest bırakılmıştı. Çocuklar nasıl rehin alınır ki, çocuklar nasıl Çeçenistan’ın çektiği acıların bedeli olur. Çocuklar nasıl can pazarına sürülür, ne adına, neyin karşılığı olarak. Çeçenler acı çekiyor, biliyorum. Olaylardan sonra neredeyse tüm eylemcilerin öldüğü hatırlatılınca onlar “Biz zaten ölüyoruz.” Diyorlar. Evet, ölüyorlar, öldürülüyorlar ve dünyaca seyrediyoruz. Tıpkı Filistin’i seyrettiğimiz gibi. Bosna’yı ,Afganistan’ı seyrettiğimiz ve Irak’ta olacak olanları seyredeceğimiz gibi.

Ve dünyamızı karartan, ortalığı kana bulayan, her şeyi öldürerek, yok ederek halledeceğini sanan Miloşlardan, Şaronlardan, Hitlergillerden türemiş yeni bir tanesi konuşuyor utanmadan. “Teröristlere teslim olmadık.”diyor, “Rusya’nın diz üstü çökertilemeyeceğini gösterdik.”diyor. Bu cümleciklerdeki “BİZ” kim diye soruyorum bende. Kendi devleti tarafından zehirlenerek öldürülen 118 kişi bu “BİZ”e dahil mi acaba. Ya geride kalan ve asla normal yaşamına dönemeyecek yüzlerce insan, onlar Putin’in “BİZ” dediklerine dahil mi? Ya yaşayacak ama belki de yaşadığının farkında olmayacak diğer yüzlerce insan. Ve onların aileleri. Bu katliamı yapan, buna cüret eden ve sanki kaldırımda yürürken çarpıp da ellerindeki çiçekleri düşürmüşçesine basit bir özürle bu insanların yakınlarına olan yükümlülüğünden kurtulacağını zanneden bu adamın temsil ettiği, adına konuştuğu, kararlar verdiği “BİZ” kimler? “Teslim olmadık.”diyen Rus Devlet Başkanına bakın. 118 ölü Rus, yüzlerce yarım hayatlı Rus ve bunların aileleri. Ana babaları, çocukları, kardeşleri.

Bu olayda kazanan kim? Rusya mı? Çeçenistan mı? Dünya barışı mı, insanlık mı? Gelecek mi? Şimdi mi? Diz üstü çökmeyenler kimler. Durmaksızın ölüm emri veren, karşılarına çıkan her fırsatı ellerindeki biyolojik silahları denemek için kullanmaktan çekinmeyen bu hasta beyinler mi? Mayın tarlalarına gıda maddeleri atarak öldürürken alay eden vicdan özürlüler mi? Sapanla taş atan çocuklara dahi makineli tüfekle karşılık verenlerin arkasını sıvazlayan, ağzı kan kokan faşistler mi? “Üniformalı Başbakan” olmak için yanıp tutuşan, biraz daha kredi alabilmek için “Ben sizin ananızım” deme yüzsüzlüğünü gösterdiği insanların çocuklarını ateşe atmak için sabırsızlanan, iktidarı dayanılmaz şiddet arzularının tatmini için isteyen dişi “BABA”lar mı? Kim kazanıyor masum çocukların ölümünden? “İlk kez ülkemiz için gurur duyduk.”diyen Rossiyiskaya Gazeta mı bu olayın kazananı. Yoksa iğrenç operasyonlarından sonra“Rus milletinin cesur ve imkânsızı başarabilecek güçte olduğunu.”yazan İzvestia mı. Ya da “Dünyaya ve eşkiyaya korkakça müzakereden başka cevaplarımız olduğunu gösterdik”diyen Vremya Novostey mi. Rus basını mı mutlu. Putin’in “BİZ” dedikleri onlar mı yoksa.
Yoksa “BİZ” devlet mi?

Peki onların “BİZ”i dışındakiler, sen, ben, biz neredeyiz? Televizyon karşısında mı?

Tijen Zeybek – (31-10-2012)







GENE O ESKİ DUYGU

Daha ilkokulda küçücük bir çocukken başladı her şey. Birinci sınıftan altıncı sınıfa kadar hep aynı sırayı paylaştığım bir arkadaşım vardı; Huriye. Onunla her yere birlikte gider, 23 Nisanlarda mutlaka onunla eşleşir ve haftada bir gün kara tahtayı silip, sandalyeleri sıraların üzerine devirme nöbetini de beraberce paylaşırdık. Her gün okul dönüşü Huriyelerin mahallede bir evin kerpiç duvarına arkamızı yaslayıp Blue-Band margarin sürülmüş ekmeklerimizi de birlikte yerdik. (Ancak hayatın bu kısmında bir başka arkadaşımız da bize katılırdı.) Önümüzde yemyeşil buğday tarlaları uzanırdı. Sırtımız duvarda, güneş üzerimizde, öyle kaygısız karnımızı doyurur ısınırken birbirimizden ayrılmayı, evlerimize gitmeyi hiç istemezdik.

Sonra ilkokul bitti. Huriye ile aynı ortaokula yazıldık. Lefkoşa Kız Lisesinin orta bölümüne. Ve yine aynı sınıftaydık. Tabii ki mutlulukla ikimize bir sıra bulduk. Her şey harikaydı. Köy ilkokulundan sonra kocaman ve kalabalık bir lisede bulmuştuk kendimizi. Yabancılığımızı birbirimize dayanarak gideriyorduk. Ta ki okulumuzun “erkek düşmanı”, “müzmin bekârı  Nezaket hanımın hışmına uğrayana kadar. Okulun açılmasından kısa bir süre sonraydı. Bir gün öğretmen Huriye’nin bir başka sınıfa aktarıldığını bildirdi. Şaşkınlıktan ne diyeceğimizi bilememiştik. Anında itiraz etmiş ve itirazlarımıza göz yaşlarımız da eşlik etmişti. Ama nafile. Öğretmen kararlıydı. Bunda üzülecek bir şey olmadığını, teneffüslerde yine buluşabileceğimizi söyleyerek bizi teselli etmeye çalışıyordu ancak hiçbir şey kâr etmiyordu. Zil çalınca soluğu idarede aldık. İki gözümüz iki çeşme “Bizi ayırmayın hocam!”diye yalvardık. I ıhh! Kimse derdimizi anlamıyordu. O Nezaket hanım en acımasız, en ürkütücü, en çocuk ruhuna çizik atacak, en kutup bakışlarıyla bize baktı ve “İşte” dedi. “İşte sırf bu yüzden, bu ısrarınız yüzünden bile ne kadar doğru yaptığımız belli. Hadi hadi, herkes sınıfına.” Dünya yıkılmış, bütün hevesimiz kırılmış, okula ve öğretmenlere karşı yabancılığımız tescillenmişti. Horlanmıştık. Üzüntümüze hiç kimsenin aldırdığı yoktu, hissettiklerimize de.

O günden sonra her şey bir kâbus gibiydi benim için. Huriye kısa bir süre sonra bunu aşmış yeni sınıfında yeni bir arkadaş bulmuştu kendine. Teneffüslerde hep onunla geziyordu. Bana da çağırıyor ama ben “üçlü” bir arkadaşlık değil sadece “benim Huriyemi ”istiyordum. (Bencilce mencilce napalım yani.) Üç yıllık ortaokul boyunca (orta ikinci sınıfta okulumuz kız lisesi olmaktan çıkıp 20 Temmuz Lisesi olarak aramıza erkek öğrenciler de katıldığı halde) yüzüm hiç gülmedi. Hiç kimseleri Huriye’nin yerine koyamadım. Teneffüsler boyunca yalnız yalnız gezinip durdum, edindiğim birkaç arkadaş da hep Huriye’nin gölgesiyle rekabet etmek zorunda kaldı. Kimseler bana yaranamıyordu. Sonra Lise I olduk. Huriye başka bir liseye gitti ben 20 Temmuz’da devam ettim. Artık yollarımız iyice ayrılmıştı. Bunun kafama dank etmesinden midir nedir o sene kendime yeni bir Huriye buldum. Bu seferki bağımlılık yapan arkadaşım Şermin’di. Ahh! onu da ne çok sevmiştim. Harika bir sene geçirdik. Çok güldük çok eğlendik. Senenin nasıl geçtiğini anlamadık. Ancak tatil bitip okullar açıldığında beni yeni bir sosyal felaket bekliyordu. Şermin yaz tatilini “iyi” değerlendirmiş ve evlenip Londra’ya uçmuştu. İyi mi? Sonra Meryem girdi hayatıma, sonra o da evlenip Londra’lara gitti. Uzun yıllar boyunca evlenip “yüksek yüksek tepelere” ve uzaklara ev kuranlara çok kızdım ben bu yüzden, çoook. Benim hayatıma girip, benden bir parça olduktan sonra alıp başını gitmek var mı, giderken insanın ciğerini de sökmek var mı.

Bu yaşıma geldim bu duygum garip şekillerde kendini gösterir hâlâ.Yani hayatımda yer eden şeylere mıknatıs gibi yapışma duygum. En son evimi değiştirdiğimde nüksetmişti. Alt tarafı eski evimden iki kilometre uzağa taşınmıştım ama iki gözüm iki çeşme ağladım günlerce. Annemle telefonda konuşuyoruz ben zırıl zırıl ağlıyorum. Ne, öteki evim anneme çok yakındı çat kapı ordaydım ya. Sanki iki kilometre ötesi Yeni Zelanda bizim köyün. Eski evde kalan tek tük eşyayı almak için gidiyoruz ben saatlerce salya sümük ağlıyorum oralarda. Bir türlü toparlanamıyorum. İşte şu odada Ahmet ilk adımlarını atmıştı. Aha tam şuracıkta karnımda oynamıştı. Elektriklerin kesik olduğu bir akşam mum yakıp şarap içerken şuradaki perdeleri tutuşturmuştuk...Uvaaaaa! İstemem ben yeni ev meni ev. Bütün aile şaşkın, herkes tahammül kapasitesinin en büyük kontenjanlarını bana ayırmakta ama benim iflah olacağım yok. Aylar geçmesi gerekti ağlamadan eski evimin önünden geçebilmem için. Sonra bütün aile bir kere daha beni “mantıklı”olmaya davet edip, işletme diplomamı ve maliyeci olduğumu hatırlatarak “boş” evimi kiraya vererek değerlendirmem gerektiği konusunda iknaya koyuldular. OLAMAZ! ASLA! O evde benim anılarım var... dedim, orada benim çocuksuz halim, çocuklu halim var. Orada ...bir sürü şeye tanıklık etmiş o evde, her köşede, her duvarda sinmiş yaşanmışlıklar, gözyaşları, sevinçler, mutluluklar, üzüntü ve acılar var...orada benim bir parçam var... dedim.
Geçen gün ailemizin “Elektro Manyetik Dalgalar Yayan Ev Aletleri Danışmanı” Nahide “Bu duygun “normal” Tijen” dedi. Giderayak ona da söz verdirdim; “Bak Nahideciğim, hayatıma dahil oluyorsun sonra göç salgınına kapılıp gitmek yok. Benim özlemelerim rakı-viski sarhoşluğuna benzer, karışmam sonra.”dedim. “Söz, ben hep buralardayım.”dedi.

Şimdi siz de söz verin bakalım. Herkes hep buralarda olacak. Sayfaların arasında, yazının arasında, satırların arasında...

Tijen Zeybek (Ekim 2002 Yenidüzen)



NORMALLEŞME KATSAYISI

Çarşamba kötüydü, Perşembe ise berbat ötesi; Berbat. Cuma bütün bunların arkasından bekleneceği üzere kozamı örme moduna girmiştim bile. Beynimdeki bütün küçük gri hücrecikler “SAKLAN-SAKLAN-SAKLAN” tertibinde harıl harıl çalışıyorlardı. Bütün tersanelerime girilmiş, bütün gemilerim işgal edilmiş, gümrük kapılarım ve özel alanlarım tarumar edilmişti yani. İşte ben bu ahval ve şerait altında, anti-insan, anti-ilişki, anti-iletişim, anti-dayanışma, anti-güven, anti-temas (göz dahil) bilimum reddiyeci duyguların hakimiyeti altında uyanmıştım uykumdan. Hiç bir yere gidemez, hiç kimseleri göremezdim. Negatif negatif, iyice depresif, öyle kendi marazımın kıyılarında bütün gün dolaşmalı, kendi uçurumlarımın kenarında bir sarkaç gibi sallanmalıydım. Düşerim, kalkarım kime ne? KİME NE? (Ey okur! “Bana ne?” dediğini duyar gibi oluyorum ama gördüğün gibi sana da pek aldıran yok bu noktada.) Sabahın erken saatleri işte bu canhıraş saklanma, kozalanma, paralanma arzusuyla, “Yıkılmadım, ayaktayım”, “Benim de elbet bir sevenim var” direniş cephesinin arabesk dayatmaları arasındaki med-cezirlerle geçti. Ve sonra kendimi “Ay inanmıyorum, işteyim.”vaziyetinde buldum.

Cumartesi can havliyle ve Murathan Mungan’ın “'Mutfak kadının morgudur' dahiyane cümleciğine inat ev işlerinin terapik etkisine bıraktım kendimi. Gerekli gereksiz ne kadar yeşillik varsa yıkadım, doğradım. Ne marul kurtuldu ne de roka bu kıyımdan. Öyle, yumuşak yumuşak, kırt, kırt, kırt kestim hepsini. Sonra evin içinde tek bir tane kalmayıncaya kadar kovaladım karasinekleri. Plastik raketle öldürdüm, ilaçladım  yerde kıvrananları ayağımla ezdim. Yaptım billâhi. Vızzzzzzz diyen hiçbir şey kalmadı sonunda. Baktım evde doğranacak ve öldürülecek başka canlı kalmadı ve “normalleşme katsayım”da halâ normale gelmiş değil o zaman rehabilite programının ikinci bölümüne geçelim. Doooğru Lefkoşa’ya, AKM’ye. Bana iyi gelen şeylerden biri de sanatsal etkinlikler. Ve işte bir çok nedenden dolayı sevdiğim bir sanatçının, Feryal Sükan’ın resim sergisi orada beni bekliyor. Her durumda üretiyor Feryal Sükan. Krizlerin hiçbiri onu durdurmuyor. Ne ekonomik olanı, ne siyasi ne de bütün bunların ortasında kalakalmaktan külliyen yaşadığımız ruhsal kriz. Ama o da ne, kapı KAPALI. Cumartesi, Cumartesi kapalı. Öğlen öğlen kapalı. Burnumu cama dayayıp hüsranımı yatıştıracak zamanın geçmesini beklerken bir mucize gerçekleşiyor ve peri kızlarının babası motosikletinin üzerinde geliyor. Sihirli değneğiyle kapıyı açıyor ve resimlerle yüz yüzeyim. (Sergi konusunu burada kesiyorum. Çünkü bu başlı başına bir başka yazımın konusu olacak.)

Günün sonunda hayatından en memnun olan Ahmet’ti. Çünkü nihayet bilgisayarı onarılmış ve bilgisayar gurumuzun direktiflerine uygun olarak kullanıma hazırdı. Kendimi en son “idare eder” vaziyette uykuya teslim ettim. Pazar sabahı kalkar kalkmaz aynaya koştum. Kendime baktım. A aa! İyiyim. Kulağıma silah sesleri gelmesine rağmen, avcılara rağmen, iyiyim. İçimden hiç birinin tek bir kuş, tek bir tavşan dahi vuramamasını hararetle dilemek bana daha da iyi geldi. Sonra, sabah sabah, mide ağrısından ve kendi uçurumlarından yuvarlanma duygusundan nedensiz bir şekilde kurtulmuş olmanın hafifliğiyle çiçeklerin de ötenazi hakkı olduğuna karar verdik Nahide’yle. Bütün o “çiçekçi” çiçekleri bizim bu acımasız bozkır ikliminde yaşamak ZORUNDA mıydılar yani. Bütün yaşatma, alıştırma, devşirme çabalarımıza rağmen ölüyorlarsa, kim bilir belki de bu onların kendi tercihiydi. Metamorfoza uğramış bir yaşam yerine, orijinal orijinal ölmek istemiş olabilirlerdi ne de olsa.

Pazar gün bir şey daha oldu. Biber salçası yaptım. BEN! BİBER SALÇASI! Canına yandığımın inanmıyorum, bunu da yazdım ya artık, pes vallahi. (Üstelik biberler maksıldı.)

Bütün bu tuhaflıkların sebebi büyük ölçüde,doğuştan itibaren ben olmakla birlikte bir türlü soğumayan havanın, bit türlü bulutlanmayan gökyüzünün, bir türlü gelmeyen kışın da bunda payı büyüktür ey okur! Bunu bilmek ne senin ne de benim bir işime yaramıyorsa da sen gene de bil.


Suçlu Sevgiler Zamanı

Bulutlu havalara uyanmak istiyorum artık. Aceleci rüzgârların koşturttuğu bulutlarla koşturmak istiyorum kırlarda. Öylesine tarifsiz şekillerde, bir adım sonrası bir adım önceki haline benzemeyen, erimsiz, dokunumsuz ve kırılmaz bir yürek gibi küt küt atarak süzülmek bayır aşağı. Yeşiller bulaşsın elbiseme istiyorum, toprak kokusu sinsin avuçlarıma, sonbaharın alev rengi yaprakları katıp önüne savurması gibi savrulmak istiyorum hem de hiç direnmeden rüzgâra. Bir orman bir orman kalabalığında, bir Kasım bir Kasım serinliğinde, bir sabah bir sabah pusunda minicik, naif, bembeyaz bir papatya olayım. Aceleci, ilk yağmurlardan olma, son düşen tohumdan doğma, nemli gözlerinde biriktirdiği yaşlarını bir türlü Kış’a akıtamayan, titrek dudaklı, mahzun suratlı Sonbahar’ın kızı, küçük beyaz papatya . Sert rüzgârlarda savrulsun dallarım, nazlı esintiler yalasın sonra yaralarımı, deli yağmurlar hırpalasın taç yapraklarımı önce, sonra tepeden tırnağa ılık hazan yağmurunun öpücükleriyle ıslanıp, tazeleneyim. Güneş bir yaksın bir yaksın, öz suyuma kadar kuruyacak olayım ki sabah çiğini son zerreciğine kadar emmenin, onu kendime katmanın tadına varayım. Böyle sabahlarım var benim; ruhtan, gövdeye kışa hasret. Uykudan uyanıklığa yağmursuz geçişlerin acısıyla sıyrılan. Evet, derisi sıyrılmış bir yara gibidir içimde yaz ve derisi sıyrılmış, kırmızı bir yaraya limon sıkmak gibidir sonbaharda bulutsuzluk. Bulutlu havalara uyanmak istiyor içim, kesinkes. Serin, onarıcı yağmurlara. Sevgi sözcükleriyle sonbaharı, aşk şiirleriyle kışı yan yana getirmek için uyanmak istiyorum uykumdan.

Ya da “sevgili arsız aşk” a dair söylenmedik ne kaldıysa onları söylemeye uyanayım bir sabah da. “Aşka dair söylenmemiş ne var ki söylenecek.”diyen, pembe avuçlu adama inat, benim tarifimden büyüsün aşk. Ben bulayım hiçbir şairin bulamadığı o en bilinmez sözcüğü. Ben yazayım hiçbir yazarın yazamadığı o en okunmamış yazıyı. Bir sabah böyle uyanmalı insan hayata. Bir sabah da söz söylemek için kalkmalı yataktan doğrudan doğruya. “Aşk”için uyanmalı uykudan ve aşkı anlatmak için düşmeli yazıya. Mesela hiç kimse söyledi mi aşkın hep acemi olduğunu. Oysa aşk da acemidir hayatta, korku da. Ve bir kere tutulursa aşk korkunun ökse tuzağına, ondan sonraki aşklara korkusundan gölgeler, tutsaklığından üşümeler hediye eder acımasızca. Hiç gördünüz mü ökseye tutulmuş bir ebabil, hayat işte öyle tutar saçlarından aşka aşık, yazmaya tutkun, itirafa meyilli, kalabalığından yalnızlaşmış, her şeyi tarif edip de kendi ruhunu tarif edemeyen acemi yazarın.
Belki bir sabah da insan kendi kendinden kurtulmaya uyanmalı. Mesela niye sıkılır kendinden kadınlar. Aynaya bakıp hep aynı yüzü görmekten neden bunalır. Siyah saçlar sarıya, sarı saçlar kızıla, kahverengiler başak rengi röfleye neden boyanır. Neden mavi, yeşil, menekşe lensler ister kadınlar. Niye sıkılır insan kendi gözlerinden. Neden sıkılmaz mesela erkekler. Neden bazıları hep sakallıdır da bazıları hiç sakal bırakmaz hayatı boyunca. Neden sakalına ak düşmüş sevgililer eski aşıklarını görünce korkudan saklanır halâ. Neden akışında giden bir yazıya, siyah beyaz, romantik bir filmden kalma, sararmış bir kare sızıverir aniden. Neden değişime ve yeniliğe çok açık sandığım ruhum alışamadı alev kızılı saçlarıma. Gece vakti her uyanışımda bakmıştım aynaya, her bakışımda yabancılığı ve kuşkuyu simgeleyen o çizgi belirerek alnımda “Kim bu kadın? Bu kadın kim?” diye sormuştum defalarca. Belki de önce kendinden kurtulmalı insan. Bir liste yapmalı şöyle: ilk fırsatta kurtulunması gereken duygular listesi. Mesela kurtulabilir miyim ben çıplak güneşin ruhuma attığı çiziklerden. Mesela yazın benim için başlı başına bir mutsuzluk kaynağı olmasından kurtulabilir miyim? Yaz’ın bende uyandırdığı “sıkıntı”yı söküp içimden atabilir miyim? Ya da yerli yersiz ortaya çıkan acıma duygumu ilk bulduğum caminin avlusuna bırakabilir miyim? Özellikle çocuklara dair iç ezikliklerimi, nerde sokakta bir çocuk görsem kış günü, üşümekten bir türlü uyuyamadığım geceleri, uykumu bölen buzdan iğneleri, sıcak bir yatakta yatıyor olmaktan duyduğum o tarifsiz tiksintiyi kocaman bir çukur açıp içine gömebilir miyim? Saçlarımı yeniden alev kızılına boyatıp inatla “böyle bir ben”e alışabilir miyim?

Ya da bir sabah da suçlu sevgileri anlatmaya uyanmalı insan. Açıp önüne bembeyaz kâğıtları “büyük yazar”ların “İhanet”diye adlandırdığı sevgilerin sadece birer duygu olduğunu ve insanın taammüden aşık olamayacağı gibi taammüden de sevmekten vazgeçemeyeceğini bir çocuğa masal anlatır gibi anlatmak lazım belki de. Sevgisi suçlu sayılan ve suçlu sevgiden yargılanan kadınların duyduğu acının tıpkı Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sındaki Raskolnikov’un dehşetle yoğrulmuş acısına çok benzediğini yazmak için uyanmalı bir sabah. Sevgileri acıya bulaştırmaktan, acıya suçluluk katmaktan ve aşkı “ihanet”, “aldatma” gibi ona en uzak sözcüklerle yan yana koymaktan vazgeçebilir miyiz acaba? Sırf bunun için uyanabilir miyiz uykumuzdan, sırf koşulsuz sevgiye inanmak için doğrulabilir miyiz yerimizden...olabilir mi?

TANRILAR VE MARKALAR

Ahmet büyüyor. Bu sorularından belli. Geçen günlerden bir gün “Anne, ben Müslüman mıyım?” diye soruverdi. Babasıyla bakıştık. “Bilmiyorum.”dedim. O zaman sorusuna başka yoldan yanıt aramaya girişti ve “Peki sen Müslüman mısın? ”diye devam etti. Hayır, diye yanıtladım dürüstçe. Kendimi öyle hissetmiyorum. Bu defa kendi durumuna kimin karar vereceği takıldı kafasına. Ona, biraz daha büyüyünce Kuran’ı, İncil’i, Tevrat’ı ve daha başka kitapları okuyup ona göre kendisinin buna karar verebileceğini söyledim. Ve tabii “hiçbiri” diye bir seçeneği olduğunu da ekledim. İkna olmuş olmalı ki soruların arkası kesildi.

Ancak bu defa da başka bir hassas konu geldi gündeme. Biraz da bu yüzden “Ahmet büyüyor.”diyorum ya. Geçen gün birlikte okula doğru yürüyoruz. Birden spor ayakkabı almak istediğini söyledi. İsteği yersiz değildi. Sporlarının gerçekten yenilenmesi gerekiyordu. “Olur.”dedim. Ama ben Nike istiyorum, demez mi. Yüreğim ağzıma geldi. Bu güne kadar böylesi talepleri olmamıştı ve doğrusu “marka giyme tutkusu”en manasız bulduğum ve anlayamadığım tutkulardan biriydi. Yanlış bir tepki vermemek için zaman kazanmak yolunu seçtim ve bunu evde konuşuruz dedim. Gün boyu düşünüp durdum. Ne yapmalı. Bunu babasına açtığımda tepkisi “ klasik tek çocuklu baba”tepkisiydi. Kendisi yerindirmek istemezdi oğlunu, annesi biraz daha az alış veriş yapsındı bundan sonra. Onu da kayıtsız şartsız kınıyor değilim. Hangimizin bu yerinme, içinde ukde kalma konularında yüreğinde birkaç kıymık yoktur ki. (Hangimizin ruhu bu konuda çizilmemiş, ciğeri yanmamıştır. Yaşadığımız düzen kapitalizm olunca hep birileri zengin birileri yoksul olmuştur. Lise yıllarımızda hep birilerinin duhuliyeyi ödeyecek parası olmamış birilerinin ise “yoksul arkadaşlarının”da duhuliyesini ödeyecek kadar çok parası olmuştur. Birileri hep şık çantalar, şık ve marka ayakkabılar giymiş ve onların hatırı büyük olmuştur sınıfta, birileri ise hep kardeşlerinin küçülenlerini giymiştir. Bu yüzden hassas buluyorum şu yerinme olayını.)
Bu defa işim bir öncekinden daha zor olacak gibiydi. Semavi tanrıları halletmiştim ama yeryüzü tanrıları patronların marka ürünlerinden kurtulmak o kadar kolay olmayabilirdi. Hatta, aslında bu mümkün değildi galiba. Ama mücadele etmeden teslim olmak da olmazdı.

Gece Ahmet Nike aşkını tekrarladı. O’na bir ara Uzakdoğu’daki fabrikalarda çocuk işçileri çalıştırdıkları için bu markanın bütün dünyada, duyarlı insanlar tarafından protesto edildiğini anlattım. Kendisi kadar, hatta ondan daha küçük çocukların nasıl karın tokluğuna çalıştırıldıklarını ve –sanki görmüşüm gibi- gece evlerine döndüklerinde elciklerinin nasıl acıdığını anlattım. Sözlerimi bitirdiğimde yüzündeki ifadeyi görünce bu sefer benim içim kıyıldı. Şu kadarcık çocuğun omuzlarına böylesi insanlık acılarını, utançlarını yüklemenin doğru olup olmadığını düşündüm kederle. Ahmet polislerin niye o çocukları kurtarmadığını sordu. Fabrika sahibinin niye büyükler yerine çocukları çalıştırdığını, ailelerinin buna niye izin verdiğini vs. Konuşma uzadıkça ikimizin de tadı kaçtı. Sonuçta o markadan vazgeçti. “Almayalım o zaman.”dedi küskün küskün. Bütün dünyaya ve yaşama güveni sarsılmış gibiydi. Haksız mıydı sanki?

Bunu konuştuğumuz akşamın ertesinde haberlerde Filistin’de on yaşında bir çocuğun İsrail’li askerler tarafından vurularak öldürüldüğü duyuruldu. Haberi korkunç görüntüler izledi. Birlikte seyrettik oğlumla. Çocuğun cenazesini gene çocuklar kaldırmıştı. İçimiz acılaştı. Bir kere daha kederlendim çocuklar için. Kendi çocuğumun mahzunlaşan yüzüne bakıp bütün dünya çocukları için kederlendim. Bütün bunlara bir son verilmesi için bütün çocukların erken büyümesi mi gerekecekti. Erkenden ölmeleri mi? Filistin topraklarını on yaşındaki çocuklar mı savunacaktı, dünyada olmayan adaleti marka satın almaktan vazgeçen çocuklar mı getirecekti. Teknoloji harikası tanklarını taş atan çocukların üzerine sürmeye utanmayan askerlerin çocukları yok muydu, taş atan ellere kurşun sıkanlar hiç çocuk olmamışlar mıydı.

Benim çocuğumun yüreğinde de yerinme kıymıkları olacak mıydı, ya diğerlerinin.

Tanrı Müziği Bir Sessizlikte

Tam zamanıydı. Hüznün ve yüklü yüreklerin mevsimiydi. Öfkenin ve aldatılmışlık duygusunun zemheri bir fırtına olup esmesi şart olmuştu yüzlerde. Kıştan geleceğe kadar her şey karaya kesmişti de bir tek nergisler inatla açıyorlardı bembeyaz yapraklarını kara topraklar üzerinde. Öyle diyordu herkes. Kimi haklı çıkarırdı zaman bilinmez ama sarı gözlü ak nergisleri daha analarından doğmadan koparıyordu çocuklar. Acıması yoktu çocukların çünkü nergisler gibiydi onlar da...prematüre. Acıdan ve yanık karası Güneydoğu’dan kaçıp gelmişti anaları babaları ve yapacak başka bir şeyleri olmadığından acınası sevişmelerden sonra doğurmuşlardı bu çocukları. Kendileri gibi yokluğa ve yoksunluğa, olmamaya, doymamaya ve geleceksizliğe doğuruyorlardı. Buz gibiydi hava, Kırlangıcın sevdiğindendi. Gökyüzünün varlığını bilmek için bulutları görmek gerekirdi ve ordaydı bulutlar da. Ne güzeldi karakışta yıldızsız geceler ve bazı aykırı göçmen kuşlar sadece böylesi gecelerde sevişirdi. Nerden bilecek erken büyüyen çocuklar yıldızsızlık özlemini. Onlar buz gibi havalarda, yennar karanlığında çatlak çatlak elleriyle prematüre nergis demetleri satarlardı Mağusa yolunda. Sıcacık arabalarında akıp geçerken insanlar, arabalı insanlar, iyi giyimli insanlar, gezmeden dönen insanlar, omuzlarında yıldız yüklü insanlar, yılbaşı ağacı süsleyen insanlar, hala Erenköy’de çarpışan, hala karabasanlarında Makarios ve Grivas’la boğuşan, halâ teşkilat adına imza atan insanlar.

Tam zamanıydı. Bütün yaralara şiir basmanın tam sırasıydı. Kör kör uyanıp da gece yarılarında, el yordamıyla şiir aramanın vaktiydi. Bütün öfkelere, acılara, hasretlere ve aşk tutulmalarına kına çiçeği kokusunda şiir lazımdı şimdi. Ah! Çok temizdir yüreği göçmen kuşların. Özlemin ve yoksunluğun ayyuka çıktığı zamanda çalar telefon ve oradan seslenir şiirden beter bir ses. Susar insan, susar doğa ve “Tanrı Müziği Bir Sessizlikte” dolar kulağına karşıdan bir şair nefes. Sarmaşık gibidir şiir, ağaç gibidir şiir, diken gibidir, gül gibidir; sen nasılsan aslında, şiirin de öyledir. Aynaya bakar gibi bakmalı şiire, bakmalı da anlamalı her bahar aynı yuvaya dönen Kırlangıç nasıl olur da göçmen kuş sayılır diye. Nedir düşüren yollara ve eve döndüren nedir? Sormalı şaire ve duymalı derinden gelen o sesi, dinlemeli:*ah anne deli anne!
Gecenin karanlığında kapı aralığında
içinin seslerini dinliyor anne
ful, fesleğen kokuları arasında

Daha analarından doğmadan ve tomurcukları çatlamadan topluyor göçmen çocuklar nergisleri. Sarı benizli, güçsüz saplarında boyunları bükük, yaprakları buruşuk prematüre doğmuş çocuklar gibi. Hangisine acısam, hangisine yansam bilmem ki! Buz gibi havada yarı aç çocukların elleri de buz gibi. Uzanıp alsam nergisleri ısınır mı sevgisiz eller, yumuşar mı dokuz-on yaşında zehir zemberek bakan gözler. Bağcığı beşyüzbin nergislerin. F tipinde yüzikinci ölüm. Kaç bağ nergis eder Filistin’deki çocuk ölüler. Kaç tane acı üst üste gelince bir şiir eder; sayalım delirelim:
bağcığı beşyüzbin nergislerin
F Tipinde yüzikinci ölüm
kaç bağ nergis eder
Filistin’deki çocuk ölüler...

Telefonun ucunda bilge bir nefes, hatırlatır şiirin o sımsıcak koynunu. Ana kucağı gibidir şiir. Severse ve anlarsa sığınırsın ve açar gösterirsin çekinmeden yaralarını. Sevmezse ve anlamazsa saklarsın ondan bile, saklarsın kendinden saklar gibi çar naçar yaralarını. O zaman zordur şiir, delidir, eli ağır anadır. Yersin şamarı, yersin de beş parmağın izi kalır yüzünde.

*Fikret Demirağ’ın “Tanrı Müziği Bir Sessizlikte” adlı seçme şiirler kitabından.

Tijen Zeybek (25 Aralık 2002, Yenidüzen )