23 Mayıs 2013

Tahir 2


Tahir’i ve onun özelinde Kıbrıs Türk milletini konuşmaya devam edeceğiz. Elimizde iki örnek olay var. İkisi de uçakta yaşandı. İkisi de birbirine çok benzer. Ve insanımızın olaylar karşısındaki tavrı da son derece tutarlı ve anlamlı. Ancak sıradan insanın ki hakiki insandır o, olaylara gösterdiği tepkiyi anlamlı ve değerli yapan olay kahramanları arasındaki “sınıf” farkı.

Bu olayların birincisi 2009 yılında yaşandı. Mehmetali Talat cumhurbaşkanı. Kendisi ABD’den dönüyor. İstanbul’da yolcularını almış uçak cumhurbaşkanı için bekletiliyor. Bekleyiş uzadıkça herkesin canı burnuna geliyor. Tepkilerden çekinen görevliler arıza var vs diye ahaliyi oyalamaya çalışırlar. Ancak bütün o zamanın sonunda Talat ve beraberindekiler uçağa avdet edince insanlar gerçeği anlıyor ve bundan hiç hoşlanmıyorlar. Hoşlanmadıklarını, böyle bir muameleye maruz kalmayı içlerine sindirmediklerini belli etmek için de Mehmet Ali Talat’ı yuhalayarak protesto ediyorlar. Öyle ki Talat ve ekibi uçağı terk ediyor.

İkinci olayı Salı gün yazmıştım. Tahir. Belki de şu hayatta tek ayrıcalığı biletinde kaç yazarsa yazsın uçakta bir numaralı koltukta seyahat etmek olan bir garip insanımız. Herkesin ona gönüllü olarak (belki de hayat karşısında ondan daha şanslı doğmuş olmanın küçücük bir bedeli olarak düşünülerek) verdiği bu ayrıcalığı onun elinden bağıra çağıra, itip kakmak pahasına almak için bütün gücünü ortaya koyan hoyrat bir insana karşı tutumu.

Tahir’in başına bir şey gelmesin, tartaklanmasın, hırpalanmasın diye herkes çabaladı o gün. Ve yuhalanan, şu kadarcık iyiliği bir insana çok gören o korkunç zihniyetin sahibiydi. O korkunç zihniyet ki “Sen kim oluyorsun lan” diye bir garip insana, heyecandan, korkudan dili dolanan ve “Ben özürlüyüm” demek zorunda kalan o insana karşı bu derece zalim olabilmiştir. Çok tanıdıktır bu zihniyet. Ve biz ilk defa karşılaşmıyoruz “Sen kimsin be dam” ağzıyla.

Ancak, olayı gözleri dolarak, tüyleri diken diken anlatan insanlarıma inancım daha da artmıştır. Kim ki bu ülkenin düştüğü durumda ahaliye suç bulur, oturup bir kere daha düşünsün. Bin kere daha düşünsün. Bizim insanımız hiçbir zaman güçlüden yana olmamıştır. Yalaka olmamıştır. Bizim insanımız asla zalimden yana değildir. Zulmetmeyi bilmez, zulmetmez.  Bu coğrafyayı bu kadar çekici kılan da sadece budur. Buraya gelenlerin gitmek istememesi de bundandır. O uçsuz bucaksız, engin hoşgörünün yarattığı bir türlü bozulmaz huzur yüzünden. Yoksa kaldırımda yürürken yan baktı diye bıçağı çekenlerden olsaydık bu göç, bu akın tersine olurdu.
Şimdiiii! Bu bir türlü bozulmaz barışı bozmak için siyasetçiler ve devletlüler ve elçiler, elçilikler çok küçük alevlere çok benzinler döktüler, döküyorlar. Çok hakaretler ettiler, ediyorlar. Çok üzerimize geldiler, geliyorlar. Bütün mesele bizi biz yapan özelliklerden bir an önce arınıp yetmiş beş milyonun içinde erimemiz. O yüzdendir bunca cami, kuran kursu, külliye. Bütün kadınların başı külliyen bağlansın, bütün adamlar karılarını dövsün, kızlarını sözleşmeyle satsın diye. Köylerde okullar öğretmensiz kalsın ama camilerde minderler dolup taşsın, çocukları imamlar okutsun diye. İki taraflı işleyen bir makinedir bu. Bir taraftan insanları işsiz, yoksul bırakırsınız ve her isyan ettiklerinde gözlerinin içine biber gazını sıkar, sırtlarından polis copunu eksik etmezsiniz. Böylece siniri, asabı bozuk, hayatla kurabildiği tek ilişki biçimi şiddet olan vahşi bir sürü meydana getirirsiniz. Diğer taraftan allah, günah, cehennem, hoca efendi, padişah, kul, cariye, harem, namaz, dua, halvet diyerek biat kültürünü bünyelere şırınga eder, yarattığınız canavarın gücünü hizmetinize koşarsınız.

Erbakan’ın 1994 yılında sorduğu soruya cevap verilmiştir. Bu cevabı halefleri vermiştir. Soruyu hatırlayalım. “Refah Partisi iktidara gelecek. Adil düzen kurulacak. Geçiş sert mi olacak, yumuşak mı? Kanlı mı olacak, kansız mı?”.

Bizim sorumuz başkadır: Ayrı bir millet olarak varlığımızı korumak için Türkiye hükümetlerine ve onlarla işbirliği içinde olan kendi ÖZZZZZZZZZZZZZZ hükümetlerimize karşı ve onlar tarafından sürdürülen kirli siyasetin ulaştığı her metrekarede bağımsızlık kavgası verecek miyiz vermeyecek miyiz?



Tijen Zeybek (Şubat, 2012)


Tahir 1


Biz bizi yerde bulmadık dediydi horozun biri bir gün. Kıbrıs horozuydu. Doğrudur. Biz bizi yerde bulmadık.

Uçak yolcularını almaktadır. Uçağa ilk gelenlerden biridir Tahir.  Onun biletindeki koltuk numarası kaç olursa olsun o hep bir numaralı koltuğa oturur. Özel biri olduğu için kimse de durup Tahir’le kavga etmez “Kalk yerimden, orası benim” diye tutturmaz. Tutturmamıştır bu güne kadar. Çünkü herkes, neredeyse tüm Kıbrıs Türk’ü Tahir’i tanır. Birbirimizi biliriz. Uçağa adım atan her Kıbrıslı Tahir’e merhaba, der. Hayırdır gene Tahir, gene yolculuk? Diye dürter. Öyle Facebook gibi yalan, manasız ve bir o kadar da lüzumsuz dürtmeler değildir bunlar. Hakikidirler. Yaşarlar. Takım elbisesi, kravatıyla Lefkoşa sokaklarında gezen Tahir ve uçakla Tarsus’taki ailesinin yanına gidip gelen Tahir’le birlikte yenilenir, tazelenir bu “takılmalar”, dürtmeler. Hayatın içinde ve hayatın kendisindendirler. O yüzden değerli ve önemlidirler. Çünkü bize bizi hatırlatırlar. Ve içim acıyor bunu söylerken ama biz “biz”i unuttuk.
Dönelim hikâyemize ki gerçektir.

Tahir gene bir numaralı koltukta yerini almıştır. Hep bildiği, alıştığı yere oturduğu için yüreğindeki güvensizlik, serçe ürkekliği biraz yatışmış gibidir. Çoğunluktan farklı olduğunun bilincinde olmanın verdiği bir çekingenlikle bakınır durur etrafına. Birileri ona selam verdikçe, hatırını sordukça sevinir, rahatlar, iyi hisseder kendini.
Derken kesilen bilete göre bir numaralı koltuğun sahibi çıka gelir. Tahir oralı olmaz tabii. Öteki ısrarlıdır ve sorar Tahir’e;
“Sen kimsin lan da kalmıyorsun oradan”, Tahir şaşkındır. Bütün diğer yolcular da.
“Kim oluyorsun lan sen”. Tahir korkar. Diğer yolcular üzgün ve telaşlıdırlar. Şimdi ne olacak. Araya girerler,
“O Tahir’dir, hastadır bırak gendini otursun orda”.
“Müsaade edin yahu ne bilir o”
“Hayır, kalkacak!”
“Ayıptır yau, ne günlere galdık”
“Günahtır oğlum, hastacıktır bırak otursun orada”
“Yetkiliye şikâyet edeceğim, kalkacaksın oradan!”.
Adam şikâyete gider. Tahir’i tanıyan, bilen ya da yüreğinde biraz insanlık olan o anda tanımış olsa bile merhamet etmektedir. Herkes başına bir şey gelmeden Tahir’i bir numaradan kaldırmak için çabalar.
“Tahir boş ver sen onu. Gel sen buraya otur”
Tahir istemez.
“Tahir gel abam sen benim yerime. Bak burası daha güzel”
Tahir “I ıhı” der, yerinden kıpırdamaz.
Herkes tedirgin.
Derken adam yanında görevliyle çıka gelir. Görevli Tahir’i yerinden kaldırmak için davranınca bütün yolcular ayaklanır. Herkes Tahir’i korumak istemektedir. O Tahir’dir. Ne var büyütecek. Ne olmuş yani, ha o koltuk, ha öteki.
Görevli tepkiyi görünce geri çekilir. Ama asıl “rahatsız” kişi hâlâ tatmin olmamıştır. Belli ki işi uzatacaktır ve zaten hâlihazırda uçak yirmi dakika rötar yapmış vaziyettedir.
Kucağı çocuklu bir kadın, bizim kadınımız, yerinden kalkar. Tahir’in yanına gider. Tatlı tatlı konuşur, yüzüne güler.
“Gel abacığım” der. “Gel sen benim yerime otur. Bak burası da ön. Hem o koltuk yaramazdır. Uçak kalkınca sallanır o koltuk. Gel sen, burası daha güzel”.
Tahir’in gönlü olur. Oturduğu yerden kalkar, diğer yolcunun yerine oturur. O da bir başka yere. Bir numaralı koltuğun yarım saatlik oturma hakkını satın alan adam kendinden memnun geçer oturur yerine. Uçaktakiler kocaman bir protesto alkışı koparırlar kendi kendilerine homurdanarak;
“Afferim be sana”
“Gel olan bir guruş vereyim çok mühim iş yapdın”
“Vallahi bravo”.

İnsanın üzerine çok varmamalı. İnsanlarla oynamamalı. Bir yerleri, bir ince yerleri var, işte oraya dokunmamalı. Korkmalı insanların bu tarafından. Böyle diyor İnce Memed romanın bir yerinde. Nicedir üzerimize çok varıyorlar, nicedir bizimle oynuyorlar, nicedir ince yerlerimizi hoyratça çiğniyorlar. Biz bizi yerde bulmadık dediydi horozun biri bir gün. Kıbrıs horozuydu. Doğrudur. Biz bizi yerde bulmadık. Yedirmeyiz kendimizi, hele Tahir’lerimizi. 

Tijen Zeybek (Şubat, 2012)