4 Haziran 2003

ŞÜKRANIN MUHALEFETÇESİ

Gene elektrikler kesik. Bugün bu üçüncü oluyor. Evdeki elektronik eşyaların ömürlerinden epey eksilmiştir herhalde. Onun da ötesinde insanda sinir diye bir şey kalmıyor. Elinizi nereye atsanız çalışmıyor. Bir zırt pırt kesilen elektriklere bakıyorum bir de Lefkoşa-Mağusa arasındaki kavşakları ışıklandırma çabalarına. Gülsem mi ağlasam mı “bilemiyorum yani.” “neyyyse!” deyip geçemiyoruz da. Ne de olsa biz dizi falan çekmiyoruz buralarda. Hayatımızın filmindeyiz. Bu filmin tekrarı yok, yenisi yok, bölümü falan hiç yok. E artık bir şeyleri bilsek iyi olacak. Klimaların ve sobaların çalıştırılmadığı çok kısa bir “ara” mevsim bu. Temmuz, Ağustosta cehennemi sıcaklar çökünce ve klimalar gürüldemeye başlayınca bu santral ne olacak hiç bilinmez. Bir de onca ışıklandırma, lambalama, süsleme, makyajlama procelendirmesinden sonra patlar matlar.

Halâ sular da akmıyor üstelik. Tıp yok çeşmeden. Bir ayı çoktan geçti, iki ay olacak bizde su mu yok. Tankerle su taşıtıyoruz eve. Her tarafımız tuza kesiyor böylece. Yerleri sildikten sonra iki kez yürüdünüz mü bembeyaz ayak izlerinizden postmodern sanat eserleri oluşuyor. Banyodan sonra saçlarınız tuhaflaşıyor, vücudunuzda tuz gölleri değilse de “tuz bölgeleri” oluşuyor. Durum bu. Sonra kalkıp orkinos çiftliği mi ne kurmaya kalkıyorlar memlekette. Bir yatırım aşkı, bir iş alanı açma aşkı ki üzerimdeki tuzlar kadar “hoş” görünüyor bu manzara da gözümüze. Ey muz bahçelerinin başbakanı, bu memlekete otuz yıldır yapmadığın bir adet “ŞEY” yapmak istiyorsan, şöyle Güneyde olduğu gibi iki adet deniz suyu arıtma tesisi yapsana. Ey paçalarından iyilik akan, KKTC “vatandaşı”, dünürsel yatırımcı, alıp balıklarını sen Afrika’ya falan gitsene. Madem o kadar “sırf bizim iyiliğimiz ve kalkınmamız için” yapıyorsun bunca fedakârlığı, kendini paralarcasına biz muhtaçlara yardım etmek istiyorsun, biz kendi hakkımızdan vazgeçtik Afrikalılar bizden daha kötü durumda, biraz da biz yardım edelim sen git oralarda kur tesislendirmelerini. Yetiştir tosun tosun orkinoslarını, sat. Bizden yanı helal olsun yani. Daha ne diyelim.

Şimdi şurada şunu da söylemeden geçemeyeceğim. Şimdi şu koltuk egemenleri olağanüstü güzellikte bir iş yapmaya kalksa bu halkı zor inandırır. Bir kere otuz bin fit derinliğinde bir güvensizlik var. Onca yaşanandan sonra, onca tecrübe, onca kafalarımızı duvara çarpmadan sonra böyle de bir “DE FACTO” durum var yani. Hani içinde bulunduğumuz durumu bize kabul ettirmek için AB’dir, BM’dir, ABD’dir ha bire bu de facto kelimeciğini ortaya sürerler ya. Bu da ondan işte. Güvenmiyoruz. İnanmıyoruz. Mümkünatı yok geçen yıllar için affetmiyoruz. Başka şans mans yok yani. Ortaya atılan her işe de derinnnnn kuşkularla bakıp muhalefet edeceğiz. DE FACTO durum bu. On yıllardır bu memleketin su sorununu çözemeyen, elektrik sorununu çözemeyen, ne dünyayla ne de Rumlarla hiçbir uzlaşmaya varamayan, topu başı ikiyüzbin kişilik vatandaşını doyuramayan, eğitim sistemini abuk subukluktan kurtaramayanlar artık bundan sonra ne yapabilirler ki? Gidip muz bahçelerinde serinlesinler, yılanlı adalarda yılan dansı yapsınlar, Ebru Gündeş’e kuşlarıyla ilgili rapor yazsınlar, öteki dünyada görüşmeci lazım ederse diye görüşmelerde kullanılmak üzere (ve öte dünyanın Klerides’ine anlatılmak üzere) seks fıkraları biriktirsinler. Ruhsal olarak de facto durumumuz bu, külliyen.
Ha bir de “şükran” kelimeciğinin muhalefetçesi var itiraz edeceğim: ona da “bu güne kadar verdikleri için teşekkür etmek” deniyor. Ben kendi adıma söyleyeyim hiç de böyle bir borçluluk hissetmiyorum. Alınanlar ve çalınanlar verilenlerden çok çünkü. Başımıza Hala Sultan taşından büyük taşları kondurup, ömürlük evladiyelik tutanlar da o “verenler” çünkü. De facto durumlar yaratıp, işlerine gelince “devlet” kurup işlerine gelmeyince “terörle mücadele” deyip bu kendi yarattıkları durumdan faydalananlar da onlar.
Başbakan miting alanındaki sloganlardan ötürü gidip bizim adımıza özür dilediğinde nasıl midem bulandıysa teşekkür konusunda da aynen öyle bulanıyor.

Bu da böyle.

Tijen Zeybek (3 Haziran 2003-Yenidüzen)

Kuzey Kıbrıslı İçin ‘Devlet Bereketi’

Sanırım, içinde bulunduğumuz koşulların ve bireysel olarak boğuşmak zorunda kaldığımız “devlet bereketi”nin dünyada bir eşi benzeri daha yoktur. Kıbrıs Türk halkı dünya indinde devletsizken, Kıbrıs adası içinden, adalı ve özellikle de kuzeyli biri olarak bakıldığında bireyin en az üç devletli bir yapıyla kuşatılmış olduğunu görürsünüz. Ayrıca bu birey, her biri içinde ayrı ayrı varoluş mücadelesi vermek ve kimliği konusunda yapılan baskı ve dayatmalara karşı da direngen olmak durumundadır. Bütün bunları iyice anlamak için çok özet bir şekilde sıralayalım;

1. Dünya hukuku açısından olmayan, ama kendi halkını “Gelen Türk giden Türk” felsefesiyle yok oluşa terk etmek için dimdik ayakta olan KKTC rejimi.
2. Kendi çıkarlarıyla “kurtarıcısı” olduğu ülkenin çıkarları çatıştığı anda, insan faktörünü tamamen dışlayarak adaya uçak gemisi muamelesi yapan, dünyanın en büyük insan “ihraç” eden ülkelerinden biri olan Türkiye Cumhuriyeti.
3. 23 Nisan 2003 tarihinden itibaren, otuz yıldır kimliği dünya ve TC tarafından reddedilen Kıbrıs Türkü’nün, Kıbrıs Cumhuriyeti kimliği ve pasaportu ile bireysel haklarına kavuşma ve varlığını tescil ettirerek geleceğini güvence altına alma kaygısıyla 1963 yılında bağlarını kopardığı, şu anda Rumların egemenliği altında bulunan Kıbrıs Cumhuriyeti devletiyle olan ilişkisi.

Bütün bunlar, tepesindeki devlet bolluğuna rağmen; varlığını, kimliği ile, hukuku ile dünyaya kabul ettirememiş ve dünyanın tanıdığı bir devlete sahip olamayan Kuzey Kıbrıs halkının, bir sorunlar yumağının tam ortasında verdiği kavgada hâlâ ayakta durabilme ve çözüm istemede diretme gücünün tükenmesine bağlı olarak bir yerlere evrilecektir.

Ancak, sıraladığım “devlet bereketi”nin hangi alanlarda, günlük hayatı nasıl etkilediği konusunu birazcık açmak gerektiği kanısındayım. Bugün Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşayan insanlar dünyayla olan ilişkilerinde, günlük hayatlarını sürdürürken kurdukları ilişkilerde, ülkelerinin diğer yarısı ve TC ile olan ilişkilerinde her alanda ayrı ayrı, birbiri ile çelişen, birbirini reddeden otoritelerle boğuşmak durumundadır. Örneğin; bugüne kadar neredeyse şu andaki nüfusunun yarısı kadarını barındıran İngiltere’ye (ya da başka herhangi bir ülkeye) gitmek isteyen Kıbrıs Türkü, TC pasaportu almak ve bu pasaportla vize başvurusunda bulunmak zorundaydı. Binbir zorluk ve itilip kakılmadan sonra vize almayı başaranlar da Türkiye üzerinden, İstanbul ya da İzmir’de aktarmalı ve bu yüzden de çok pahalı bir şekilde yabancı ülkelere uçabiliyordu. Dolayısıyla dünya ile bağ kurmak için TC devleti ile ilişki içinde olmak, onun pasaportunu, uçak alanlarını kullanmak zorunda kalıyordu. Ayrıca KKTC’yi tanıyan tek ülke olma iddiasındaki TC devleti Kuzey Kıbrıs’ta bulundurduğu, KKTC devleti bütçesinden daha büyük bir bütçeye sahip elçiliğiyle hayatın her alanında, aktif olarak toplumsal yaşamın düzenlenmesinde etken olmaktadır.

Öte yandan, dünyanın tanımadığı, Kuzey Kıbrıs sınırları dışında hiçbir anlam ifade etmeyen KKTC kimlik kartı ve pasaportu da günlük hayatımızın, kendi iç düzenimizin sürdürülmesinde kullanılan belgeler olma dışında bugün çok önemli bir başka işlevi de hayli ironik bir biçimde üstlenmektedir. Yurdumuzun öte yanına, yani Güney’e geçerken kullanıyoruz bu belgeleri.

Şimdilerde dünyanın tanıdığı, eskiden de sahip olduğumuz Kıbrıs Cumhuriyeti kimlik ve pasaportlarımıza geri dönüyoruz. Kıbrıs Cumhuriyeti ile olan ve 1963 yılında kopan bağlarımızı yeniden, ama hayli de karışık bir yoldan tekrar kurmaya başlıyoruz. KKTC kimlik ve pasaportları bir çeşit “iç hatlar” seyahat belgeleri konumuna yerleşirken, “dış hatlar” ya da “dünya ile bağlantı hatları” için Kıbrıs Cumhuriyeti belgelerimize dönüyoruz.

Bütün bunlar biraz absürd ve fazla değil mi? Ben, Kuzey Kıbrıs’ta yaşayan Kıbrıslı Türk, bir birey olarak yaşantımı sürdürürken varlığımı ve kimliğimi ancak üç devlet üzerinden ortaya koyabiliyorum. Peki ben kimim? Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşı mı? KKTC vatandaşı mı? TC ile olan ilişkim nedir? Eğer ben Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşı isem, ki kimlik ve pasaportunu kullandığıma göre öyleyim, Denktaş ve UBP-DP hükümeti kimi temsil ediyor?

Daha çok soru var. Ve yaşam yumağı bizim için hayli karışık olmaya devam ediyor.

Tijen Zeybek (Evrensel)

21 Nisan 2003

Aşk Yeniği Bir Yazının...

Bir kavga, bir dehşet, bir savaş kasırgası esti ki yüreklerimizde, bakmadık, görmedik erguvan açtı mı bu bahar. Hani o geçen baharın gözde dulu Erguvan. Durdu mu Irak’taki ölüm yağmurları, kalktı mı ölü çocuk yüzleri topraktan? Kulak vermek lazım şimdi. Kırlangıçlar uçup duruyor mu çer çöp yuvalarının etrafında, kuzeyden güneye kuş yolculuğu var mı? Özgür mü bulutlar akarken tepemizden, güneyden yağmur, güneyden çiğ, güneyden geçmişin kokusunu taşıyorlar mı? Elimizi alnımıza koyup da uzaklara bakmak lazım şimdi. Bakıp da yurdumu ortasından bölen varilleri birer ağaç gibi görmek lazım şimdi. Sormak lazım kalçası dövmeli kadınlar giriyor mu hâlâ şairin rüyalarına, kiminle bölüşecek bu bahar mevsimin ilk çileğini? Durup dinlenmek lazım şimdi, durup tamir etmek lazım acıyan yürekleri. Yoklayalım bakalım kendimizi, bakalım aşk yeniği bir yazının ak sayfalara kazınması vakti mi.

Yürürken sokakları kırbaçlayan peleriniyle bir derviş girer rüyalarıma şimdi. (Yürürken kolları bacakları parçalanan bir Ali.) Mavi suların kıyısında beklenmedik bir sürpriz gibi dikiliyor, suskun, kara pelerinli bir adam ve gözlerinde çigan müziği. (Mavi suları yokmuş Iraklı’nın, bütün sular kirli, bütün sular vavi.) Bir uykuya dalsam diye düşünür korkağı yazarın, bir derin uyusam diye geçirir aklından kaçağı sevdanın, kiminde bir telaş “aman hatasız olsun bütün satırlarım.” Keşke bir hata yapsa mevsimler, bir derin yanlışa düşse zaman, sarsak başına her şeyi.

Durup biraz dinlenelim şimdi. Bir kucak bulalım alabildiğine sıcak, bir yatak bulalım alabildiğine rahat. Bir yerlerden Sezen söylesin, bir yerlerden romantik bir İspanyol müziğinin sırasıdır şimdi. Hatta Gelincik sızlansın Ayna’dan, Dilâra mırıldansın. (Çingene pembesi elbisesi, çıplak ayaklı bir kız çocuğunun bakışları cam kırıkları gibi batsın dursun şimdi.) Ölüm kalanların uydurması, ateşse yananların diye bir cümle düşsün içime, kurt olsun, dert olsun sabahlara kadar. Bir yanım aşka yatsın, bir yanım uykuya. Bir yanım cevapsız sorulara dönsün yüzünü, bir yanım gittikçe umutsuzlaşan, ölgünleşen bir ışığa. Sonra sabah olsun da uyumamış olayım, sabah olsun da uyanmamış olayım ikisi arasında fark yoksa. Ölüm kalanların uydurmasıysa ben gidenlerden, ateş yananların uydurmasıysa ben yananlardan olayım, cümleye ters olsa da, uysa da uymasa da.

Mavi suların kıyısındaki o günden beri konuşuyorum düşlerimde kara pelerinle dervişle. Soruyorum da cevabı yokmuş gibi dikip gözlerini gözlerime duruyor öylece. İki simsiyah göze kesmiş (gene) esmer bir yüz. Bir görünüp bir kaybolan esrik bir çigan müziği yalayıp duruyor kulağımın memesini. Bir deli düşten bir deli düşe yuvarlanıp duruyorum gece boyunca. Ne zaman uyansam sabaha çok var, ne zaman açsam gözlerimi çığlık çığlığa, sabaha çok var, sabaha çok var daha. (Bilmem sabahı hatırlar mı çocuklar Irak’ta.) Ne kadar tuhaf bir Nisan bu. Ne kadar karışık yazla kış birbirine. Ben çağırıyorum Kış’ı. İç sesim çağırıyor durup dinlenmeksizin. Halâ aşk yeniği bir yazı döşenemeyecekse sayfalara işi ne baharın işi ne yazın buralarda. Halâ aşk yeniği bir masal yazamayacaksam, hâlâ aşk yeniği bir roman duruyorsa yarım, işi ne baharın, işi ne yazın bende. (Çocuklar ölüyorsa en çok savaşlarda, çocuklar ölüyorsa en çok açlıktan, çocuklar çalıştırılıyorsa fabrikalarda en çok ve cam kırıkları gibi batıyorsa bakışları acıdan, gelme sakın yaz, gelme bahar)
Bana bir rüzgâr lâzım şimdi. Uğul uğul bir rüzgâr uçursun beni buralardan. Ayaklarım yerden kesik, karma karış saçlarım ve bir şiir mırıltısı dökülsün dudaklarımdan. Bana bir yağmur lâzım şimdi, anlık aşkları da asırlık aşkları da tertemiz sularıyla durmaksızın yıkayan. Bir gök gürültüsü lâzım bana, deli gibi koşan atların yere vuran toynaklarını anımsatan.

Durup dinlenmek gerek. Dinlenmek için Iraklı çocuklarla koyun koyuna yatmak, Filistin’de Rachel olmak gerek. Aşk yeniği bir yazı yazmak gerek şimdi. Aşk yeniği yazılar için savaş yeniği çocukları sevmek gerek.

Tijen Zeybek (20 Nisan 2003-Yenidüzen)

18 Nisan 2003

Karar Verme Zamanı

Eh! İşte hiç istemeden kendimizi gene garip, karmaşık, belirsiz bir durum içinde buluverdik. Adamızın Güney yarısındaki krallığımıza bir süre daha devam edeceğiz anlaşılan. Kral, vezirler ve kapı kulları yerinde olduğu sürece –hali hazırda müftüler de başladı kürsülerde görünmeye- daha yapacak çok işimiz var özgürlük için, verilecek çok kavgamız. Şimdi, bir an önce yeni durumun yani Kıbrıs Cumhuriyetinin AB üyesi olmasıyla ve Rum yönetiminin bizlere önerdiği açılım paketiyle bölünmüş gibi görünen muhalefeti tekrar bir araya getirmek, tekrardan ortak bir mücadele alanı yaratmak durumundayız.

Rum yönetiminin henüz resmileştirmediği, basına sızdığı haliyle önerileri beğenmedik. Bazılarımız beğenmedik, yeterli bulmadık ama bazılarımız bunun da ötesinde hakaret gibi aldık. Bunlar azınlık haklarıdır, biz azınlık değiliz dedik. Doğrudur. Kıbrıs Cumhuriyetinin eşit siyasal haklara sahip iki ortağından biriysek bunlar azınlık haklarıdır. Ama onun da ötesinde bu azınlık haklarını dahi nasıl kullanacağımız sorusu cevapsızdır. Hatta bunlara nasıl ulaşacağımız da belli değildir henüz. Öte yandan bunları azınlık haklarıdır diye reddederken NE istiyoruz oda pek belirsiz. Kıbrıs Cumhuriyetindeki haklarımızı isteyeceksek ödevlerimiz de var, onları da yükümlenmemiz gerekmiyor mu? Rum yönetimi, kabul, gelin ortak cumhuriyetteki yerinizi alın, dese sanki buna sahip çıkabilecek durumda mıyız? Onun da ötesinde bunu mu istiyoruz?

Annan Plânı masadaydı, değildi. Masadaysa gelecekle ilgili projemiz nedir, değilse nedir? Bu bizlere şu anda uzay kadar uzak masaya ulaşma yöntemimiz ne olacaktır? Aralık seçimleri mi? Eğer öyleyse derhal NASIL bir seçim sorusuna cevap vermemiz gerekiyor. Bu güne kadar BMBP’nda omuz omuza mücadele eden partiler, koltuklarının altında parti programları “tak sepeti koluna, herkes kendi yoluna”mı diyecek? Biri statükoyu değiştirmeye soyunurken öteki bir başka mikrofondan bunun asla mümkün olmadığını mı söyleyecek. Bir diğeri seçimin nimetlerinden ve kendi iktidarının gelecek projesinden dem vururken bir başkası seçimi boykot ettiğini mi ilân edecek? Yoksa bir sürü iş başarmış, en zor günlerde en doğruyu yapabilmiş, koskoca Bu Memleket Bizim Platformu’ndan kuş gibi, ikili seçim ittifakları mı doğacak. Gene, en büyük biziz megalomanisiyle diğerleri yok mu sayılacak?

Cevaplanması gereken çok soru var. Ve bu sorulara oturup hep birlikte en doğru cevabı aramak yerine yukarıdaki tablo ortaya çıkacak olursa kimse meydanları dolduranların aynı heyecanla sandığa koşmasını beklemesin. Bu dağınık ve seçim rekabetiyle birbiri için demediğini bırakmayan parti yarışının insanlar üzerinde yapacağı olumsuz etkiyi ve hayal kırıklığını nasıl aşacaksınız?
Eğer bu seçimin diğerlerinden farklı olduğunu iddia ediyorsanız, farkını da ortaya koyacaksınız. Amacı da, hedefi de büyük olan, her zamankinden farklı olan seçimin, yöntemi de listesi de farklı olmalı. O farkın ortaya konması da muhalefetin birlikteliğinden geçer, BMBP’nun sağlamlaştırılmasından, güç birliğini seçim boyutuna da taşımasından geçer.

Bunun dışındaki tüm arayışlar hüsrana, acı tecrübeye, zaman yitimine yol açacaktır.

Tijen Zeybek (18 Nisan 2003-Yenidüzen)

13 Nisan 2003

Kıbrıs Türkü Büyüyor

Kıbrıs Türkü bir çocuk gibi büyüyor. Ve büyüdükçe öğreniyor. Her büyüyen çocuk gibi de öğrendikçe acı çekiyor, geçmişe yanıyor, pişmanlık duyuyor ve yumuşacık kalbi sertleşiyor. Önce garantörünü tanıdı Kıbrıs Türkü. Aslında ırkdaş olmanın, aynı dili konuşuyor olmanın ve dindaş olmanın her şeye yetmediğini gördü. Çıkarlar çatıştı mı, “büyük” olanın, “kurtarıcı” olanın, garantör olanın, “ana” olanın çıkarları “küçük” olanla, “kurtarılmaya muhtaç” olanla, “yavru” olanla ters düştüğü anda bütün bu hakikaten duygusal bağların bir anda koparılıp atılabildiğini gördü. Ayrı devlet ilan edilse bile aslında “yavru devlet” olmaktan öteye gidilemediğini, Türkiye Devleti ile ilişkilerin hiçbir zaman eşitler arası ilişki olmadığını, oldurulmadığını gördü.

Bütün bunlardan sonradır ki Kıbrıs Türkü ta başından beri yönetmekte olanların aslında ne yaptığını anlayabildi. Cinayetlerin neden işlendiğini, camilerle kiliselerin neden bombalandığını, bütün bunlar sonucunda nasıl kurtarılmamızı gerektiren şartların oluştuğunu, neden kurtarılma operasyonunun bir savaşa dönüştürüldüğünü, neden Türk Ordusunun neredeyse adanın tümünü ele geçirecek duruma geldiğini, neden “bozulan anayasal nizamın” tekrar tesis edilmediğini, neden İnönü’nün 1964’de Kıbrıs Hükümeti’ndeki görev ve haklarınıza “Geri dönünüz.”çağrısını Kıbrıs Türkü’nün duymadığını.

Artık her şey o kadar ortaya serilmişti ki. Denktaş’ın adayı Türkiye’ye bağlama yeminini oğlunun ağzından duyabildik. Ve bu yeminin halâ bugün geçerli olduğunu da Annan Planıyla öğrendik. Ayrı devlet falan, sadece adanın diğer sahipleriyle, Rumlarla olan ayrılığı iyice kalıcı hale getirmek, bölünmüşlüğü “Taksim”e dönüştürmek ve belki bir süre sonra da ilhakla işi tamamına erdirmek gayesinin bir basamağıydı. Bu yüzden Türk Elçiliğinin KKTC bütçesinden daha büyük bir bütçesi oldu her zaman. Bu yüzden bütün üretim durduruldu, fabrikalar kapatıldı, narenciye bahçeleri kurumaya terk edildi. Bu yüzden ürettiğimiz patatesi Türkiye’ye satmak yerine Türkiye’den patates satın alıp bizimkileri toprağa gömdük. Karpaz’da tütün ekiminden vazgeçtik ve sigara fabrikası kapanmaya yüz tuttuğu bir dönemde Turgut Özal adayı ziyarete gelince yardım istedik. Ama Özal’ın cevabı hazırlanan geleceğe uygundu: “Ne yapacaksınız sigara fabrikasını. Biz size Türkiye’den sigara göndeririz.” Öyle oldu elbet. Sigara fabrikası bitti. Bitirildi. Geliyor hâlâ Türkiye’den sigaralar.

Bütün bunlardan dolayı adanın yarısı memur oldu. Türkiye devleti ile ters düşen bir hükümet göreve geldi mi iki ay maaşları ödemezsin bak bakalım durabiliyor mu o hükümet iş başında. Böylece Denktaş’ın “egemenlik” dediği ve Rumlardan istediği şeyin aslında Türkiye’de olduğu ortaya çıktı. Bunu da netleştiren gene Annan Plânı oldu. Çünkü bu plânla sadece Türkiye bu adada tamamen egemen olamayacaktı. Aslında Kıbrıs Türkü kendi devleti, kendi hükümeti, kendi kurumları ile eşit bir şekilde Rumlarla yeni bir ortaklığa girecek ve dünya üzerinde yerini alacaktı. Bu “egemenliğin” önemli bir kısmının sadece “ana” vatanla değil dünyanın bir parçası olmanın koşulu olarak Avrupa Birliği ile paylaşılması demekti. Bu dünya üzerinde Kıbrıs Türk halkı diye bir halkın varlığının tescili ve kabulü demekti. Oysa Denktaş ve onun gibi düşünenler böylesi paylaşımlara çok yabancıydılar. Ağızlarından çıkan bir sözle, bir talimatla düzenlerin bozulup düzenlerin kurulmasına alışıktılar bu topraklarda.

Bu yüzden bugün kendi ana dilimiz bir sorun Avrupa Birliğinde. Tıpkı kimliğimizin sorun olduğu gibi. Çünkü Helsinki’de Çiller’in Vasiliu’yla yaptığı anlaşmaya göre Rumlar tüm Kıbrıs adına AB’ye başvurabildiler ve bugün Rumca AB’nin resmi dillerinden biri haline geliyorken Türkçe bunun dışında kalıyor. Bu yüzden, Denktaş “Herkes Kıbrıs Cumhuriyeti Pasaportu alarak AB’nin nimetlerinden bireysel olarak yararlanabilir.”derken yanılıyor. Çünkü AB’de iş bulabilmenin koşulu ait olduğun ülkenin dilinin yani ana dilinin AB’nin resmi dillerinden biri olmasıdır. Evet Çiller’in Gümrük Birliğine girebilmek karşılığında verdiği taviz ve ondan sonrakilerin bunun üzerine Kopenhag’da, Lahey’de ekledikleri hatalarla gün geçtikçe iş içinden çıkılmaz bir hal alıyor.

Sonuç olarak bugün, Denktaş, kendine Türkiyeli göçmenlerden yedek bir halk oluşturma peşinde ve bize önerisi bu ülkeden göç ederek ya da ana dilimizin Rumca olduğunu kabul edip bu dili öğrenerek AB pasaportu alıp bireysel olarak kurtuluşu seçmemiz –ki bu kendisinin de bizden kurtuluşunu getirir. Başbakan Eroğlu’nun önerisi ise, Türkiyeli birileriyle evlenmek ve karşılığında parasal yardım almak, son kertede de TC pasaportu alarak Kıbrıs Türk halkı olduğumuz iddiasından vazgeçerek bütün kurtuluşumuzu “TÜRK” olmaya bağlamak. Elbette Türkiye’deki Türklerin neden kurtulmuş gibi bir halleri yok sorusunun cevabını veren de yok.

Biz ise Kıbrıs Türk halkı olarak var oluşumuzu sürdürebileceğimiz bir alan istiyoruz. Kendi dilimizi konuşmak, kendi kimliğimizle dünya üzerinde yerimizi almak istiyoruz. Annan Planıyla bunu elde edeceğimizi ummuştuk.

Tijen Zeybek (8 Nisan 2003-Evrensel)
06-04-2003





10 Nisan 2003

Hey Çocuk!

Bütün çiçekler açtı işte. Ovalar yeşilin pembeyle delindiği, yeşilin sarıyla bölündüğü, sarının kırmızıyla oyuna durduğu bir tablo sanki. Hiçbir çiçeğin boynu bükük değildi dün. Hiçbir ağacın gövdesi suya hasret değildi. Oysa bir çocuk, at kuyruğu saçları, gözleri kırık kırık bakıyordu gazeteden. Başımı ne vakit doğaya dönsem, uzatıp minicik ellerini o kareden, kendinden yana döndürüyordu yüzümü. Yer deprem, gök kara dumandı. Yer safran sarısı, gök simsiyahtı. Orası Irak’tı.

Bir sardunya budağı bekleyip duruyordu toprağı. Çingene pembesiymiş rengi. “Ek bunu kocaman bir saksıya. Ek de şenlensin balkonunda.”dediydi annem. Nisan, çiçeklerin zamanı. Nisan, aşık olmak zamanı. Nisan, çingene pembesi sardunyayla bahara katılmak zamanı. Keşke Nisan, çocukların zamanı olsaydı. Kucağında sımsıkı sarıldığı battaniyesi, çorapsız, çıplak ayakları ve çingene pembesi elbisesiyle Iraklı bir çocuğun gözleri bu kadar acıtıcı bakmasaydı.

Hey çocuk! Bakma öyle gözlerini sığdıramadığın o kareden. Bakma sakın dünyaya. Dünya senin masum bakışlarının dünyası değil işte. Dünya can yakıcı, dünya kahredici. Ne kaldı geriye ailenden, ne kaldı ülkenden? Kimin aklına gelir çocuk, kimin aklına gelir sana sormak: Ne kaldı geriye senden? Iraklı çocuklar hapsolmuş karelere de gözleri susacak gibi değil. Iraklı çocuklar sıkıştırılmış kanlı, cesetli enstantanelere de bunlar gözlerini sığacak gibi değil. Minicik eller, minicik ayaklar kan revan içinde. Ama yine de en kötüsü o mana da, en kötüsü gözlerinden size bulaşan mahzun acıda.

Bir sardunya budağı duruyor hâlâ suda. Hevesle kök saldı anasından kopan ucu. Bak sardunya, senin renginde o kızın elbisesi de. Şimdi seni eksem toprağa, hemencecik, sıkı sıkı sarılırsın değil mi yaşama. Sarılırsın bilirim. Ya o çocuk? Bak nasılda dağılmış saçları bombaların rüzgârından. Bak nasılda çaresiz, nasılda acı dolu bakışları. Ne kadar da yapayalnız değil mi? Kim tutacak elinden, kim bastıracak göğsüne başını. Kim bilir sardunya, kim bilir nerede anası? Bak haberlerde ölü çocuk yüzleri gelince ekrana ben bir şahin gibi atılırım oğlumun üstüne. Sen bakma, derim. Sen içini acıtma. Bir el uzansa ona sardunya, hatta kötücül bir el sana uzanmaya kalksa nasılda dikilirim karşısına. Peki ama Nisan yağmurları yerine bombalar yağıyorsa gökten ne yapsın analar be sardunya, ne yapsın analar ha?

Sonsuza kadar uzanacak gibi bu dehşetin elleri. Sonsuza dek uzanacak gibi bu ateşin dilleri. Bütün yürekler yanık, bütün yaşamlar yarım artık Irakta. Analar çocuksuz, çocuklar anasız, babalar evlatsız ve her şey toz duman Irakta. Ben de öyleyim bundan sonra. Sen de öyle ol sardunya. Bir dalın çingene pembesi açarsa, bir dalın simsiyah açsın bundan sonra. Bir dalın yaşamaysa, bir dalın ölüme olsun. Ta ki gökten bomba yerine bereketli yağmurlar yağıncaya kadar. Bir yanım hiç uyumuyor benim sardunya. Bir yanım hiç dinlenmiyor. Sen de öyle rahatça uzanıp, yayılma artık toprağa. Her uzanışında toprakananın koynuna hatırla, hatırla da huzurun kaçsın sardunya. Iraklı, anasız çocukları unutma.

Hey Iraklı çocuk! Kucaklar dolusu buğday çiçeği topladım ya Mesarya’dan, kucaklar dolusu da utandım insanlığımdan. Çiçeklerin her dalında sana rastladım çünkü. Her çiçekte fotoğraf karelerine sığmayan gözlerinin kederinden keder buldum. Ey Irak’ın küçücük suratları hüzne kesmiş çocukları, kuş cıvıltılarıyla uyanıyorum ya kaç sabahtır, aslında kuş cıvıltısı sandığım yüreğimdeki sızıdır. Doğrulup yatağımdan kulak verince doğaya, anladım ki siz kolsuz bacaksız, siz evsiz barksız, siz anasız babasız kaldıkça kuş cıvıltıları da, bahar da, aşk da zehir zemberektir bana. Anladım ki insan olmak, insan olarak kalmak zor oldukça hayatta, ölüm bile tercih edilebilir pekâlâ. Anladım ki bundan sonra omuzlarımda kocaman bir yük olarak duracak kapkara gözlerinizdeki o derin mana.

Tijen Zeybek ( 9 Nisan 2003-Yenidüzen)

31 Mart 2003

“Hırsız” Polisler

Hava gene çok soğuktu ve yeni bir yolculuk başlamıştı. Yeni bir direniş ve yeni bir eylem vardı. Halk, Meclis’in kendisinden esirgediği referandumu yapmaya kararlıydı. Referandum ateşi de barış ateşleri gibi Kuzey Kıbrıs’ın tümünü sarmıştı. Her yürek tek tek, ama her nasılsa bir bütün olarak atıyordu. Gasp edilen irade mutlaka ortaya konulacak ve bu sivil toplum örgütleri tarafından gerçekleştirilecekti. Rejimin bütün tehditleri ve devlet destekli, faşist yapılanmaların tüm şiddet gösterilerine ve baskılarına rağmen halk örgütlerine güveniyor, Bu Memleket Bizim Platformu’na güveniyor ve kendi kaderini tayin hakkından vazgeçmiyordu. 25 Mart gecesi “barış ateşinin” yandığı ilk köy olan Elye’de (Doğancı) sandık kurulacak ve Annan Planı temelinde bir çözüm ve AB üyeliği oylanacaktı. Bu bir eylemdi ve Kuzey Kıbrıs halkının, kendi geleceği hakkında karar verme hakkına el koyanlara karşı tepkisini dile getireceği bir direnişti. İnsanlar en doğal hakları olan referandum hakkından mahrum bırakılmalarını sineye çekmediklerini, Denktaş’ın ve KKTC Meclisi’nin kendilerinden esirgediği bu demokratik haktan asla vazgeçmeyeceklerini ve bu konudaki kararlılıklarını ortaya koyacaklardı.

Buz gibi soğuk havaya ve yağmura rağmen önceden kararlaştırılan yerde birikmeye başladı insanlar. Elyeliler köy dışından gelecek barış yanlısı misafirler için zeytinli, hellimli çörekler ve içecekler hazırlamışlardı. Daha meydanın girişinde kocaman bir barış ateşi, rüzgârlı hava ve yağmura rağmen tutuşturulabilmiş, alev alev yanıyordu. Az sonra, Denktaş’ın Lahey’de Annan’ın başlattığı çözüm sürecini sekteye uğratan davranışından sonra Meclis’i boykot eden muhalefet milletvekilleri de geldiler.

Heyecan doruktaydı. Aslında bu, ülkede doruğa çıkan çözümsüzlük içinde, dünyadan tecrit edilmiş olarak yaşamaya mahkûm edilen insanların “dünyaya dahil olma” özlemiydi. Kuzey Kıbrıs insanında doruğa çıkan, silahların gölgesinde, askeri bölgeler arasına serpiştirilmiş siviller olarak yaşamaktan bıkan insanların “olağan” yaşama dönme arzusuydu. Yıllardan beridir bölünmüş bir ülkede yaşamak zorunda kalan ve yurt bildiği adasının diğer yarısına gitmesine izin verilmeyen bir halkın isyanıydı. 1974 sonrasında kavuştuğunu zannettiği özgürlüğe, barışa ve bağımsızlığa aslında hiçbir zaman sahip olmadığını idrak eden bir halkın bir kez daha kandırılmaya itirazıydı doruğa çıkan.

Muhalif milletvekillerinin konuşmalarını sık sık sloganlarla kestiler, onları coşkuyla alkışladılar. Yepyeni bir umut ışığı doğmuştu ve neredeyse iki yıldan beridir arkasından koştukları, sıkı sıkıya bağlandıkları bu ışığın söndürülmesine izin vermeyeceklerdi. Kopenhag’dan sonra vazgeçmedikleri gibi Lahey’den sonra da vazgeçmeyeceklerdi barıştan.

Ancak, daha milletvekillerinin alana gelmesiyle fark edildi ki, neredeyse her insana bir polis düşecek kadar kalabalık bir güvenlik ordusu belirmişti etrafta. Coplu, kalkanlı polisler hazır olda bekliyorlardı. Milletvekillerinden birinin “sandık meraklılarının sandığı alacağı” söylentisine karşı sandığı kucağında sıkı sıkı tutacağı ve herkesin oyunu bu şekilde sandığa atacağı çağrısından sonra ortalık birden bire karıştı. İnsanlar daha ne olduğunu anlayamadan yüzlerce polisin itiş kakışı ve copuyla karşı karşıya kaldılar. Polis gücü, halkla beraber hareket etmeyi seçerek, Meclis’te yaptıramadıkları referandumu meydanlarda yapmaya kalkan muhalif milletvekillerinin dokunulmazlık hakkını çiğnemekte en ufak bir tereddüt göstermemişti. Muhalif milletvekilinin kucağında sıkı sıkı tuttuğu sandığı zor kullanarak elinden alan bir polis, diğerlerinin kendisine açtığı yoldan koşarak uzaklaştı.

Hem şiddetin dehşetini yaşıyor hem de olayın absürdlüğü karşısında şaşırmadan edemiyorduk. “Hırsız” polisler sandığımızı çalmışlardı?! Daha sonra şiddetin arkası geldi. Polis çemberine alınan halk, orada tutsak alınmıştı ve kimsenin alandan ayrılmasına izin verilmiyordu. Ta ki, belirledikleri altı kişi kendilerine teslim edilinceye kadar. Bunlar, çeşitli sivil toplum örgütlerinin, sendikaların ve Meclis dışı bir siyasi partinin başkanlarıydı. Yani rejim “elebaşlarını” istiyordu. Ateşkes halinden kurtulup, çözüm ve anlaşma ile barışı getirmeye elverişli koşulları talep eden liderleri istiyordu. Demokrasi, insan hakları ve dünyayla bütünleşmiş bir ülkede yaşamak talebiyle yola çıkan mücadelecilerin kelleleri isteniyordu. Halk huzursuzca dalgalanıp duruyordu ama gittikçe kalabalıklaşan, coplu, kalkanlı polis ordusu ve çevik kuvvet de kararlıydı. Sonunda başkanlar tutuklanıp götürüldüler ve polis çemberi açıldı.

Belki de dünyada ilk kez, demokrasinin sembolü olan oy sandığına suç emaresi olarak el konulmuş, halk iradesinin belirmesinin aracı olan oy sandığına silah, esrar muamelesi yapılmıştı. Meydanda toplanan halk, geceyi, tutuklananların götürüldüğü karakolun önünde, yağmur ve soğuğun altında bekleşerek geçirdiler. Hemen o gece 14 sendika, ertesi gün için grev kararı aldı ve gece yaşananları protesto etmek amacıyla halkı mitinge davet etti. Ertesi gün on bini aşkın insan kararlılıklarını, yılmayacaklarını, yıllardan sonra yakaladıkları umut ışığının söndürülmesine izin vermeyeceklerini bir kez daha meydanlarda haykırdılar. “Kıbrıs’ta barış engellenemez”, “Faşizme karşı omuz omuza”, “Susma, sustukça yurdun elden gidecek”, “Denktaş istifa”, “Hain Denktaş” gibi sloganlarla yeri göğü inlettiler. Kuzey Kıbrıs’ta gelecek çok şeylere gebe.

Tijen Zeybek (29 Mart 2003-Evrensel)

27 Mart 2003

PEKİ YA IRAK’'DA

Dün ve bu gün güzel bir sabaha uyandık biz. Güzel bir sabaha. Apaydınlıktı dışarısı ve güneş tüm görkemiyle yükseliyordu doğudan. Bir Mart sabahına uyanıyor olmanın tüm sesleri çığlık çığlığaydı dışarıda. Bir Mart sabahı, bir bahar sabahı daha. Bütün doğa kıpır kıpırdı, ellerimizin altında.

Hiç bomba düşmedi gökyüzünden. Hiçbir beden parçalanmadı. Ama ya Irak’ta?

Sabah çiğinden bir damlacık süzülüverdi penceremden. Minicik bir damlacık, ama bütün hayatı barındırıyor içinde her nasılsa. Bir kuş kanat çırpıp geçti hızla. Bir kara sinek vızıldadı arsızca. Papatyalar sapsarı açmıştı ve bir bayram coşkusu yaşıyordu doğa. Mavi gökyüzünden hâlâ kristal gibi yağıyordu çiğ.
Hiç silah sesi duymadım. Hiçbir mermi saplanmadı ete. Ama ya Irak’da.

Bir düşü bitirmiş yenisine başlamıştım uyanmadan az önce. Bir çocuk doğurmuş, bir çocuk büyütüyordum. Uzun, siyah saçları vardı çocuğumun. Kırmızı yanakları. Bir tabak dolusu nar vardı elinde. Bir tabak dolusu incir. Bir tabak üzüm ve berekete doğmuş olmalıydı her çocuk gibi benimki de.

Hiçbir çocuk açlıktan ölmedi düşümde. Hiçbir ananın tabağı boş değildi. Peki ya Irak’da.

Sabah güneş, öğlen yel ve yağmur vardı. Akşamüstü şeker gibiydi hava. Bir yirmi bir Mart daha. Doğanın canlanışı, hayatın derin uykusundan uyanışı. O muhteşem rutin yaşanıyor bir kez daha. Her seferisinde şaşkınlığa düşüyoruz. Her seferinde hayran olmadan edemiyoruz Toprak Ana’nın o mucizevi alışkanlığına.
Bastığımız topraktan hayat fışkırıyor, can suyu akıyor damarlarında. Peki ya Irak’ta?

Bir kadın bebeğini emziriyor sevgiyle. Süt fışkırıyor memesinden. Sıcacık battaniyesine sarılmış bir bebek, anasının kokusu burnunda, ne de güzel uyuyor huzurla. Ölmesin anasının kucağında bebekler, analar ölmesin bombalar altında. Büyütsünler bebeklerini, bebekler savaş nedir bilmesinler.

Ne benim ülkemde ne de Irak’da.

Elma kokusu nasıl dehşetin kokusu olur ki? Elmalarla büyüdük biz. Gecelerce sapına ip bağladığımız Trodos elmasıyla daldık uykulara. Ondandır koynumuzun haââ elma elma kokuyor oluşu. Ondandır elmanın hem çocukluğumuzun hem de aşkın sembolü oluşu.

Elma kokusu nasıl ölümün kokusu olur ki?

Kokuları ellemesin ölümün efendileri. Kokuları karıştırmasınlar iğrenç savaşlarına. Elma hayatın ve aşkın kokusu olsun.

Hem benim ülkemde hem de Irak’ta.

Tijen Zeybek (25 Mart 2003-Yenidüzen)

22 Mart 2003

Diş Perisi, Kış Prensi, Kıbrıs Meselesi

Bol bol yağmurlar yağıyor, ne güzel. Şimdi bu sular yazın çıngır sıcağında kullanılmak üzere necip memleketimin barajlarında, göletlerinde birikiyor mu? Bu kadar ıslak bir kıştan sonra yazın susuzluk çekersek, olmaz yani. Hani hiç duymuyorum su rezervlerinin zenginleştiğiyle ilgili tek bir haber bile. Nereye gidiyor bu sular başını alıp alıp. En son muz üretimiyle ilgili bir çalışması vardı sanırım hükümetin. Kopenhag herkese bir çeşit gelmişti de hükümete “muz üretiminin incelikleri” şeklinde gelmişti. Sonrasını bilmiyoruz.

Bir de Diş Perisi eksik olmuyor bizim evden bu aralar. Ahmet pat diye dişini söküveriyor. Sonra sanki bu işin aslını hiç bilmezmiş gibi “Anne, bu akşam uyurken dişimi yastığın altına koysam Diş Perisi bana para getirir mi?”diye soruyor. Para isteme numarasına bak. Ben de bozuntuya vermiyorum hiç. “Sanmam.” diyorum. Diş Perisi bile bu aralar Kıbrıs meselesiyle uğraşıyordur. “Ben gene de koyacam.”diyor oğlum gözümün içine bakarak. Eh diyorum, sen bilirsin. Şansını dene. Ertesi sabah uyanır uyanmaz ona bir mektup yazıyorum:

Sevgili Ahmet,
Sen çok şanslı bir çocuksun. Çünkü ailen ve arkadaşların seni çok seviyor. Çünkü Irak’ta yaşamıyorsun. Bak bütün bunlar olmasa da çok paran olsa pek de mutlu olmazdın sanırım.
Seni çok seven,
Diş Perisi

Aceleyle mektubu yastığın altına sokuşturup, dişi alıyorum. Sonra da koridordan “Sabah oldu, günaydııııııın!”diye çağırıp, duvarın dibinde tepkisini bekliyorum. Hiç unutmuyor. Gözünü açar açmaz yastığın altını karıştırıp mektubu buluyor. Kısa bir an bekliyorum sonra hayal kırıklığı içindeki sesini duyuyorum; Offf! Offfffff yau!. İşte böyle. Sonra çok hayıflanıyor Ahmet. Anne diyor diş perisi para getirmedi bari bir hediyecik getirseydi.
Evet kış güzel. Onunla olan aşkımı bilenler şikâyet ediyor. Yeter artık, diyorlar. Çağır çağır getirdin, ilân-ı aşk ettin. Daha doymadın mı, gönder gitsin artık. Ama halâ bıkmadım soğuklardan, yağmurdan. Gri havalardan da. Çıngır yazı özlediğimse pek söylenemez. Mesarya’nın göbeğinde, toz duman, sivri sinek, tepiş dur. Oysa şimdi ne güzel yemyeşil her taraf. Yeşil üzerine sarı desenli bir coğrafya. Haziran’a kadar güzeldir bu mevsim. Sonrası kâbus. Bir de sular kesilirse zırt pırt. İşte o yüzden şimdiden söylüyorum ya. Yumurta kabuğuna kadar her yeri doldurmalı. Hatta eskiyen mersedesleri de depo olarak kullanabiliriz. Hani ziyan olmasın diye şeyettiydim. Fena mı?

Bir de Papadopulos sağlık kontrolü için ABD’ye uçmaz mı bunca işin içinde. Bak bak bak! Ben de Amerikan hastaneleri sonsuza kadar bize angaje edilmiştir sanıyordum. Türkiye ve KKTC egemenlerine. Meğer “Beni kendi ülkemin doktorlarına asla, öldür allah emanet etmeyiniz.”sendromu onların başına da musallatmış. Tüh! E bari anlaşsalar da sağlık kontrollerini aynı zamanda yapsalar, aynı uçakla uçsalar ekonomik olmaz mı? Dünyanın parasıdır şimdi Amerikalara uçmak. Hem bu petrol krizinde. Cık cık cık!

Tijen Zeybek (21 Mart 2003, Yenidüzen)

19 Mart 2003

Bir Olmak Biz Olmak

Güzel ve uzun bir kış bu. Güzel, uzun, yeşil bir kış. Kıbrıs’ta hüküm süren kış kadar güzel Kuzey’de hüküm süren kavga da. O kadar bütün ve kalabalık ki; işte tam da bundan dolayı bereketli ve verimli. Birlikte olduğumuz için tepeden tırnağa heyecanız. Büsbütün olduğumuz için düşman çatlatırcasına “bir” ve “diri”yiz. Üstelik biz “bir olmak” ve “diri olmak” nerden gelir onu da biliriz. İşte her gün sokakta, her gün eylemdeyiz. Elbette hiç birimizin diğerinden vazgeçmeye niyeti yok. Elbette eylemde birlik olmayı başardığımız gibi erken (veya değil) seçimde de birlik olmayı başaracağız. Yolumuz aynı ve o yolda bizi bekleyen “Mayıntaş”lar da aynı. “Mayıntaş”ların arkasındaki irili ufaklı kurşunlar da. İşte Bu Memleket Bizim Platformu evimiz ve günün sonunda mutlaka dönmemiz gereken yer orası.

Meydanlar ve Kuğulu Park da bizim. Aslında hiç birimiz unutmamalıyız ki BMBP evimiz olduğu sürece, orayı ne kadar evimiz kılarsak meydanlar ve parklar o kadar bizim olacak. Biz ne kadar birlik olursak halk da o kadar bizimle olacak. Baksanıza bir düdükle toplanıyor binler. Sadece bir duyuru, bir düdük sesi bekliyorlar. Bir de birlikteliğimizi, BMBP’nda pişirip kotardığımız, kolektif projelerimizi.

Eğer gasp edilen iradeyi geri almanın yolu erken seçimden geçiyorsa, eğer erken seçime halkın iradesini geleceğimize yansıtmak için gideceksek, eğer yolumuzu tıkayan “taş”ları, kafasız “Baş”ları temizlemek içinse yolculuğumuz gidelim elbet. Gidelim ve değiştirelim baştan başa her şeyi. Amma, nasıl bu adada yaşamanın kaderini paylaşıyorsak, nasıl çocuklarımızı geleceksiz bırakanlara duyduğumuz öfkeyi paylaşıyorsak, nasıl barışa olan susuzluğumuzu dindirmek için kol kola yürüyorsak seçim listesini de paylaşalım. İnsanlar o listeye baksınlar ve sol’da kim varsa orada görsünler. İnsanlar o listeye baksınlar ve meydanlarda alkışladıkları kim varsa orada görsünler, insanlar o listeye baksınlar ve bugünlere gelirken tek yaptığı geleceğimizi kemirmek olan emir kullarından hiç kimseye rastlamasınlar.

Madem ki pankartlarımızdan “meclis”i sildik -ki o meclis referandum hakkımızı gasp etmiş ve bizi yok saymıştır- demek ki biz bizeyiz. Bu sıradan bir seçim olmayacak. Unutmayalım ki kimse mikrofonu eline alıp kürsüye çıkanlardan “sağlık sisteminin yenileştirilmesi” ile ilgili projelerini duymak istemeyecektir. Ya da çökmüş ve göçmüş eğitim sisteminde kaç öğretmenin daha istihdam edileceğine dair sayıklamalar da duymak istemeyecektir kimse. Ne diyeceksiniz? “Eğer kaynak bulabilirsek maaşlarınızı artıracağız.”mı? Ama bu statükocuların argümanı değil mi? Ne vaat edeceksiniz ki? Şehit çocuklarına asla sahip olamayacakları toprakların “tapu”larını mı dağıtacaksınız? Elbette hayır. İnsanların duymak istediği tek bir şey var. Onu da zaten aylardan beridir meydanlarda dillendirenler sizsiniz. Çözümü, dünyayla bütünleşmeyi, varlığımızı hukuki temellere dayandıracak bir anlaşmayı, keyfi uygulamaları ve saçma sapanlığı ortadan kaldıracak yeni bir düzeni.

Sanırım herkesin teslim edeceği bir gerçek vardır ki o da bütün bunları hiçbir siyasi partinin tek başına başaramayacağıdır. Bu ancak güçlerin birleşmesiyle başarılabilecek bir hedeftir. Ve de ancak ve sadece bu hedef insanların desteğini alacaktır.

Bu başarıldı mı geridekilere ne kalır? Bir yanda proje olarak önümüze geleceği sunanlar, diğer yanda ise geçmişin solmuş acılarını taptaze kanlarla sulayıp canlandırmaya çalışanlar. Bir yanda dünya ile bütünleşmeyi ve AB’yi önerenler, diğer yanda şaşaalı yaşantılarından vazgeçmemek için asker çizmesiyle tepemize basmaya hazırlananlar.

Evet, durum çok açık. Yapacak tek şey var. Başarmamız gereken tek şey. “Bir” olmak, “Biz” olmak. Hedefe ulaşıncaya kadar. Tek başımıza da bir şeylerin kavgasını verecek zemini buluncaya kadar. Çözüme imzayı koyuncaya kadar. “Demokratik” bir ortam buluncaya kadar.

Tijen Zeybek (19 Mart 2003-Yenidüzen)

13 Mart 2003

BU MEMLEKET BİZİM Mİ? “BİZ” KİMİZ?

1950’li yıllardan beri Kıbrıs’ta verilen kavga her dönemeçte yeni bir “şey”e dönüşmüş ama asla halkın uğruna kavga ettiğini sandığı şeye yani özgürlüğe ve barışa giden yolda dosdoğru bir adıma dönüştürülememiştir. Bunun böyle olmasında şaşılacak bir şey yoktur aslında. Çünkü dünyanın tekrar tekrar paylaşımı kavgasında bin türlü alengirli hesap yapan “büyük” devletler önlerine haritalar koyup o haritalar üzerindeki coğrafyalarla ilgili uzun vadeli plânlarını yaparlarken o coğrafyalar üzerinde yaşayan halkların mutluluğunu değil kendi çıkarlarını düşündüler/düşünürler. Bizim ülkemiz Kıbrıs da bu paylaşımda olabildiğince çetin kavgaların ortasında bulmuştur hep kendini. Ve günlük yaşantılara dıştan yapılan bilinçli müdahaleler yoluyla halklar olayları etnik kodlarla yorumlamaya yönlendirilmişlerdir. İşte hayatın akışına yapılan bu bilinçli müdahaleler sayesinde iki halk –Kıbrıs Rum ve Kıbrıs Türk halkı- birbirine düşman edilmiş ve her iki taraf da bütün sorunların suçlusu olarak “öteki”ni görmeyi öğrenmiştir. Ne yazık ki olayların iç yüzünü bilebilen, dış güçlerin adamız üzerindeki oyunlarını sezebilenlerin susturulması küçük nüfusumuzun da etkisiyle hiç zor olmamıştır.

Bütün bu süreç 1974 yılında yeni bir dönemece geldi ve Garantör ülke olan Türkiye’nin Garanti Antlaşmalarına dayandırdığı müdahalesi gerçekleşti. Büyük bir savaş yaşandı ve bizler Garantör ülke Yunanistan’ın adada darbeye kalkışması yüzünden bir diğer garantör ülke olan Türkiye’nin müdahalesiyle birbirimizi o kadar çok öldürdük ki artık düşman olmak için hakiki ve inanılmaz acı yaşanmışlıklarımız vardı. Yığınlarla ölü, binlerce kayıp, yakılıp yıkılmış köyler, bombalanmış evler, toplu mezarlar vardı artık geçmişimizde. Garanti Antlaşmaları Garantör ülkelerin adaya müdahalesinin ancak “Bozulan anayasal nizamı sağlamak” amacıyla olması şartını getirmekteydi. Ancak yapılan “müdahale” öylesine kanlı bir savaşa yol açmış ve o kadar büyük acılara neden olmuştu ki değil anayasal düzeni sağlamak herhangi bir başka amaç için dahi her iki halkın işbirliğine gitmesi artık hiç kolay değildi . Kaldı ki adamız ortasından ikiye bölünmüş, tel örgülerle sınırlar belirlenmiş ve bambaşka bir süreç başlatılmıştı. Müdahale sanki bozulan anayasal düzeni sağlamak için değil kalıcılaştırmak için yapılmıştı.

İşte neredeyse son otuz yıldır bu süreci yaşıyorduk. Ancak yavaş yavaş fark ettik ki gene özgür değildik ve adamızda da barış hüküm sürmüyordu ne yazık ki. Ortada bıçak yarası gibi duran ve sadece yurdumuzu değil, aslında geçmişimizi, anılarımızı, benliğimizi de bölen bir çizgi vardı. Bu çizgi kültürümüzü de, çok dilliliğimizi de, çok dinliliğimizi de bölüyor ve bizi fakirleştiriyordu. Bu çizgi bizi sadece yurdumuzun diğer yarısından değil bütün dünyadan da ayırıyordu. Çünkü hiçbir ülkenin tanımadığı bir devlet ilân etmiş ve onun üzerinden bir kimlik oluşturmaya kalkmıştık. Oysa hiçbir yapay oluşum geçmişimizden gelen hakiki kimliğimizin yerini tutamayacağı ve böylesi bir ayrılıkçı çizginin de hukuk düzeni temelinde şekillenmiş dünya ülkeleri tarafından desteklenemeyeceği apaçık ortaya çıktığında kendimizi yapayalnız bulmamız kaçınılmazdı. Küçücük bir ada yarısında, dünyadan izole olmuş, hiçbir ülkeyle doğru dürüst ve direkt ilişkisi olmayan, kimliği tartışılan bir toplum olarak köşeye kıstırılmıştık. Diğer yandan Türkiye ile birlikte sürdürülen tamamen yanlış ya da maksatlı ekonomi politikaları sayesinde üretimden tamamen kopmuş, Rumlardan kalan fabrikalara kilit vurmuş, Rumların bıraktığı binlerce dönüm narenciye bahçesini kurutmuştuk. Nüfusumuzun

yarısı bütün bunlardan bunalmış ve çaresiz ülkeden göç etmişti. Üstelik göç eden nüfusun yerine Türkiye’den başka nüfus aktarıldığı ve küçücük bir alanda kırk bine yakın da asker barındırıldığı için geride kalanlar da kendini, kendi ülkesinde yabancı hissetmekten kurtulamıyordu. Ama ganimet düzeninden faydalanarak devasa servetler yapan ve bunu kaybetmemek için her türlü anlaşmaya ve çözüme karşı çıkan bir kesim de yaratmıştık. Bunlar Türkiye’deki çözüm karşıtı egemenlerle eşgüdüm içinde hareket eden ve son otuz yıldır ülkeyi çekip çeviren işbirlikçilerdi.

Bütün bunlar olurken ve Kuzey Kıbrıs halkı bir çıkmaz içinde çırpınırken Annan Plânı ve bu plânla birlikte AB üyeliği ortaya çıkmıştır. Kuşkusuz bu plân da özgürlüğü ve barışı simgeleyen bir belge olarak göklere çıkarılamaz. Üstelik adamızı birleştirmeye ve iki halkın barış içinde yaşaması için gerekli şartları oluşturmaya yönelik olmaktan ziyade iki bölgeliliği yani de facto durumu teyit eden ve iki halk arasındaki iletişimi olabildiğince asgari düzeyde tutmaya çalışan bir temel üzerinde şekillendirilmişti. Ancak içinde bulunduğumuz durumla kıyaslandığında dünyaya açılan kocaman bir pencereydi Annan Plânı. Konumumuzu, dünyaca kabul edilmiş, hukuki temelleri olan, sağlam, büyük bir yapının içine monte edebilecektik. Bütün dünyada geçerliliği olan seyahat belgelerimiz, dünyaca tanınan bir kimliğimiz ve belki adamızı bütün kılacak ve biri gerçek barışa götürecek adımları atabilmek için bir zeminimiz olacaktı. Annan Plânı temelinde bir çözümle AB’ye girdiğimizde adamız artık yüzen uçak gemisi olmaktan, garantör ülkelerin cephaneliği ve tatbikat alanı olmaktan kurtulacaktı. Ateşkes durumunda yaşamaktan ve silâhların gölgesinde huzur aramaktan başka bir yoldu bu. Denemeye değerdi doğrusu. Ve Kuzey Kıbrıs’ta yaşayan bizler bunu yürekten istedik.

İşte bu bağlamda Kopenhag’da yaşananlar da Lahey’de yaşananlar da çözüm ve barış yanlıları için tam bir bozgun olmuştur. Çünkü halk her şeyini ortaya koyarak bu plânı desteklemiş ve bu plâna onay vermiştir. Ancak Annan Plânı çerçevesinde bir anlaşma ve AB üyeliğinin önünde Türkiye’nin ve Kuzey Kıbrıs’ın çözüm karşıtı egemenlerini bulmuştur. Aylardan beridir medyada sürdürülen tartışmalarda Kıbrıs Türkü Türkiye’nin adaya bakışında insan faktörünün hiçbir değeri olmadığını acı bir şekilde öğrenmiştir. Dillerde dolanan sadece stratejik önemdir, jeopolitik önemdir ve hep Türkiye’nin çıkarlarıdır. Ve bu söylemi tutturanlar Türkiye’nin çıkarlarıyla Kıbrıs’ın çıkarları çatıştığında dikkate Türkiye’nin çıkarlarının alınacağını açıkça belirtmektedir. Hatta Kıbrıs Türkü adına görüşmeleri sürdüren Denktaş bile “Yetmiş milyon dururken bizim ne hükmümüz olur?” demektedir. O zaman bu memleket kimin? KKTC nedir? Garantör ülke ne demektir? Biz neden savaştık, neden öldük? Türkiye buraya neden geldi? Neden gitmedi? Gelmeli miydi, gitmeli mi? Böyle uzunca bir sorgulama döneminden sonra Kıbrıs Türkünün toplumsal iradesi meydanlarda ve sloganlarda belirdi : “Bu memleket bizim, biz yöneteceğiz.” Bu söylem önce Türkiye egemenlerini sonra da burada ki “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” yazısının altında, mecliste oturan ancak temsil ettiği halkın kendi kaderini tayin etme hakkını, referandum hakkını dahi teslim etmeyen egemenleri hedef aldı. Aslında ikisini birbirinden pek ayrı düşünmemek gerektiğini de ortaya çıkarıyordu süreç.

Şimdi Lahey bozgunundan (!) sonra Kıbrıs Türk halkı elinden alınan iradesine sahip çıkmak için yeni bir kavgaya başlayacaktır. Ve bu kavgadan çıkar güdenler de gene aynı yöntemi ortaya sürmek için sahnedeki yerlerini almakta gecikmemişlerdir. Bütün hazırlıklar tamamdır ve etnik kodlamalar bu sefer de Kıbrıslı Türk ile Türkiyeli Türk arasında yapılmaya çalışılacaktır. Bu yüzden Annan Plânını kabul ederek AB’ye girmeyi destekleyen Kıbrıs Türk

Halkı’nın karşısına, sivil giydirilmiş askerlerden, Türkiyeli kaçak işçilerden ve üniversitelerde okuyan Türkiyeli öğrencilerden devşirilmiş bir başka “halk” çıkarılmaktadır. Ve bu iki kesim birbirine hedef gösterilerek yeni yeni düşmanlık tohumları serpilmektedir. İşte bu noktada Bu Memleket Bizim Plâtformunda bir araya gelen Kıbrıs Türk Solunun çok dikkatli olması ve başlatılan mücadelenin başka başka mecralara sürüklenmesine meydan vermemesi gerekmektedir. Bu konuda Türkiye Soluna da çok iş düşmekte ve her iki ülke aydınlarının işbirliği içinde olması kaçınılmaz görünmektedir.

Tijen Zeybek (13 Mart 2003-Evrensel/ 17 Mart 2003 Yenidüzen)

12 Mart 2003

Yedek ve Seyyar Halk

Bir halkın iradesi işte böyle yok sayılır. Daha doğrusu bu bir iradenin değil doğrudan doğruya bir halkın kendisinin yok sayılmasıdır. Bu öyle nezakete bulanmış, çaktırmadan ve iki yüzlülükle yapılan bir yok sayma muamelesi falan da değil. Bu kabaca, hoyratça, kör kör gözüm parmağına bir yok sayılış. Rumlarla anlaşma mı istiyorsunuz? El cevap, “Açayım kapıları da gidin.”Anlaşma yapmaktansa anlaşma isteyen bir halktan kurtulmayı tercih ediyor görüşmecimiz. Kıbrıs sorununa çözüm mü istiyorsunuz, düğüm mü var ki çözeceksiniz? Hepsi sizin hayaliniz. Oysa ne sorun var ne soruncuk. Memleket güllük gülistanlık. Annan Plânı’nın kabulünü mü istediniz, siz “zavallı halk” ne istediğinizi bilmiyorsunuzdur. Ulu büyük büyük sakalsız hatta saçsız dedeniz sizin için karar versin. Çok çok ısrar ederseniz ki ediyoruz, o zaman “yedek” halk devreye sokulur. Yedek ve seyyar bir halk kitlesi toparlanıverir koç gibi ve kırmızı halı misali seriliverir sakalsız büyük büyük dedemin önüne. Bu halkla olmazsa başka halk bulunur ama bu topraklardaki çözümsüzlük çözümdür politikaları devam ettirilir. Bize rağmen.

İşte plebisit denen olay tam da bu durumlara düşürülmüş halklar içindir. Ordasınız, varsınız, irade ortaya koyarsınız ama sanki siz hiç yokmuşsunuz gibi davranılmaktadır. İşte böylesi diktatörlüklere halkları kıydırmamak için bulunmuş bir yoldur bu. Yasal olmayan ama meşru olan bir yol. Meşruluğunun kaynağı halkın yani gerçekliğin kendisidir. Bu yüzden de inkârı biraz zordur. Bir gerçeği ya da biz de olduğu gibi bizzat kendi gerçekliğinizi ispatlamanın en temel ve hakkaniyete dayalı yöntemi. Sivil toplum örgütünüzle, sendikanızla, muhalefet partinizle el ele verirsiniz koyarsınız sandıklarınızı. İnsanlar gider bir şeylere evet ya da hayır der. Bundan güzeli ve doğrudanı olabilir mi? Kime ne zararı dokunur ki bunun. Bu en doğal hakkımız.
Madem ki referandum görüşmesinin yapılacağı gün siz yüreğiniz ağzınızda meclis kapılarında beklerken eğitimcilik bakanınız “adresini” şaşırmış bir vaziyette yemek yer deniz kenarlarında, nasıl ki okullardaki problemleri çözmeye çalışmak yerine öğretmeni cezalandırmayı seçer bu sefer de halkın referandum talebini duymak ve bu en temel hakkı teslim etmek yerine kaçmayı, saklanmayı tercih ediyor kendileri. Üstelik bir de ziyafet çekiyor. Bu “sorumlu” davranışı yüzünden kendi kendini ödüllendiriyor. Eğitimcilik bakanı ya da diğerleri plebisit ne demektir diye sözlüğe olsun baktılar mı acaba bilemeyeceğim ama ben baktım. Referandum için kısaca “halk oylaması” tanımı yapılmış. Plebisit içinse hukuk dilinde “Bir kimse veya bir sorun için halkın olumlu veya olumsuz kanısının belirmesi amacıyla yapılan oylama.”deniyor. Gayet açık.

Bu Memleket Bizim Plâtformu toplumsal muhalefetin somutlaştığı bir yer. Sendikalar orada, muhalefet partileri orada, sivil toplum örgütleri orada. Koyarız sandıklarımızı, hazırlarız pusulaları, Annan Plânı’nı bir güzel oylarız. Evet deriz, hayır deriz. Ama “biz” deriz. Kuzey Kıbrıslılar. Bu ülkede yaşayanlar, bu ülkede yaşamak kararlılığında olanlar. Bu coğrafyanın cefasını da sefasını da “benimdir” deyip sahiplenenler. Güzelliklere güzellik katmak ve sorunları da çözmek için uğraşanlar. Gidelim sandıklara, atalım oylarımızı irademiz belirsin. BM nezninde kayıtlara geçsin, tarih defterlerine yazılsın. Bilinsin ki biz varız ve var olduğumuzu kanıtlamak için de bizi yok sayan statükodan kurtulmak kararlılığındayız.

Statükocular bilmelidirler ki ne ülkemizi ne de irademizi yabancı ülkelerden gelen öğrencilerden, kaçak işçilerden ve askerlerden devşirilmiş kalabalıklara “halk” muamelesi yaparak teslim alamazlar. Bizi yok sayarak yok edemezler. Varız ve kendi oylamamızı kendimiz yapacağız. Kendi geleceğimizi kendimiz kuracak ve buna bu günden başlayacağız.

Tijen Zeybek (12 Mart 2003-Yenidüzen/ 13 Mart 2003 bianet)

5 Mart 2003

Asit Yağmurları Gibi

Memleketin “egemenler” katında oturanlar gittikçe sabırsızlanıyor. Gittikçe boğazımızı sıkma, sesimizi kesme arzularının önünde duramaz hale geliyorlar. Görüşmeler konusunda karşılaşılan her problem onları sevindiriyor, umutlandırıyor ve ellerini hınçla ovuşturmalarına neden oluyor. Güney Kıbrıs’ta Papadopulos seçilince hariciyecilik mümessilimiz kendini hemen mikrofonların önüne atıp “Annan artık boşuna zahmet etmesin.”diye gönlünde yatan aslanı bize nasıl da muştulamıştı.

Ne kadar da çok istiyorlar bir an önce “biz bize” kalmamızı. Adayarımızda egemenler ve biz köleleri. Tıpkı eskisi gibi. Kimse ne arasın ne de sorsun bizi. Onlar, dogmatik milliyetçiler, muktedirler ve “zavallı halk”. Biz, yani başı ezilesi asiler, hainler. İlk fırsatta günü gösterilecek olanlar. Bunun için dört gözle BM’nin, AB’nin, ABD’'nin, Türkiye aydınının ve hatta dünyanın bir ucunda yaşadığı halde Kıbrıs’ın Kuzeyinde yenen naneleri de kendine dert edinen enternasyonal kesimin bir an önce yüzlerini başka yöne dönmelerini nasıl da dehşetli bir tutkuyla bekliyorlar. Almışlar arkalarına bin bir çeşit sadist ruhlu aslan terbiyecisini de. Bazen kafesin parmaklıkları arasından içeri kanlı et parçaları atarak bazen de eli kırbaçlı terbiyeciyi içeri sokarak mütemadiyen bir terbiyeleme işlemine tabi tutmak istiyorlar bizleri.

Bizim başkan dediydi geçen gün, bir Osmanlı atasözü “'başarısız her isyandan sonra asilerin başı kesilir' diyormuş. Desin bakalım. Kara bulutlar gibi üzerimize çökmek, asit yağmurları gibi tepemize yağmak için tetikte beklesinler bakalım. Kendi geleceğimizle ilgili süreçlere irademizi yansıtmak gibi “cısss” işlere kalkıştık bir kere. Bizim barış sürecine dönüştürmek istediğimiz bu süreci onların bir an önce geçmişe havale edip, eski “tebaa” günlerine dönmemiz konusundaki özlemleri o kadar net ki.

Bu gelip gitmeler, Annan’lar, De Soto’lar, dış basın, ennn dış basın bizimle ilgilenmesin artık istiyorlar. Onlar bize paketçikler hazırlasınlar, onlar evlendirme büroları kursunlar, mersedeslerini yenilesinler, yandaşlarını ha bire yüksek maaşlı mevkilere atasınlar, burunları kanasa Amerikan hastanelerine koşsunlar, fotoğrafçılık oynasınlar film paralarını devlet ödesin, üçlü kararnamelerle atadıkları müdürler kendilerini padişah sansın, kölelerinden haremler kurmaya kalksın, bizim gıkımız çıkmasın. Gıkı çıkanın boynu vurulsun ölüsüne dahi sahip çıkılmasın.

Ama dünya küçüldü. Sermayenin küreselleşme arzusu önünde duramadık, sermeye de bizim eylemlerimizin küreselleşmesi önünde duramadı, duramayacak. Ben Nijerya’da recme mahkûm edilen kadının meselesine sahip çıkacağım, Irak’taki savaşa, Filistin’deki soykırıma, Diyarbakır’daki geri bıraktırılmışlığa karşı oralarda ezilen insanlarla güç birliği yapacağım. Onlar da benim bölünmüş adamı, cephanelik haline getirilmiş ülkemi, yüzen uçak gemisi gözüyle bakılan coğrafyamı tekrar yurt haline getirmem için bana omuz verecekler. Bizim küreselleşmeden anladığımız bu. Yoksa küreselleşmenin dünyanın her yerinde pepsi içip, hamburger yemek olduğuna dair kâbustan insanlar hiç uyanmayacaklar mı zannetmişlerdi acaba.

Gençleri DAÜ fırınlarında pişirip göç yollarında yemeyi sonsuza kadar sürdüreceklerini zannedenler bugün meclis kapılarında “İnadına barış inadına çözüm Eroğlu bizi evlendirse de” sloganlarına çarpıp tuz buz oluyorlar. Cumhurbaşkanlığına aday gençlerin fotoğraflarından oluşan albüme bakıp tuz buz oluyorlar. Meydanlara doluşan on binleri görünce kendi yalnızlıklarıyla ve tarihe karışmaya yüz tutmuş olan varlıklarıyla yüzleşip tuz buz oluyorlar.

Tıpkı gene gençlerin meclis önünde haykırdığı gibi: Dünya dönüyor Kıbrıs duramaz.

Tijen Zeybek (5 Mart 2003-Yenidüzen)

27 Şubat 2003

Neyi Düşlersen O Olur

Sabah olsun, uyanalım. Aslında gece bu düşüncenin kendisinde. Artık geceye uyanalım, aslında geceye de uyanalım. Sabaha uyanmak kolaydır. Sabaha uyanmak alışkanlıktır ve sıradandır. Asıl geceyle göz göze gelmektir yürek isteyen... Ve gece saklı olandır, gece kapatandır, gece karanlıktır ama karalık değildir. Savaş gecedir, ölüm gecedir, paylaşma özürlü duygular ve çaresizlik hissettiren bitmiş aşklar gecedir, gecenindir. Gecenin karanlığına kararmış düşüncelerle karşılık vermeye kalkışmak geceye benzemektir en hafifinden. Gecenin üstüne gündüz aydınlığıyla gidelim derim ben. Mesela “Savaşa Hayır” sloganını yakıştırırken kendimize ölümden ve öldürmekten söz açmayalım, kuşları da çocukları da vurmayalım. Ne fark var namludan çıkan sıcak kurşunu kafasına yemeden az önce keyifle koşturan bembeyaz bir tavşanı vurmakla bir çocuğu vurmak arasında.

İnsanı ve eylemi küçümsemek ne demektir? Ucunda şiddet yoksa, ucunda dehşet yoksa ruhunda anlam bulmak bu kadar mı zor hareketin. Okulda öğretmeni saçını çekiyor diye dokuz yaşında bir çocuğun saçlarını kazıtmak istemesi öğretmene karşı bir şiddet içermiyor diye manasız mı şimdi. Burada başkaldırı yok mu, burada isyan ve itiraz yok mu? Var elbet. Var da duymaya kulak ister, görmeye de göz. Her yanından dehşet fışkırırken dünyanın bir şeyleri değiştirmenin yolunun şiddetten değil de sevgiden geçtiğinde, yıkmaktan değil ama “yapmak” tan geçtiğinde, üstünde yürünecek yolun iğneyle ilmek ilmek örülmesi gerektiğinde ısrarlı olmak neden kötü ve kınanası bir ideoloji olsun ki? Nefret etmeyi becerememek, nefreti yıkıma ve yok etmeye dönüştüren öfkelerden nasiplenmemek nasıl olurda kusuru olur insanın. Karşımızda duran ve yolumuzu tıkayanlarla aramızdaki en büyük fark bu değil mi? Onlar sıkıştıkça silaha, onlar sıkıştıkça kıyıma başvurmadılar mı yüzyıllardır. Bizler düşüncemizle, fikrimizle, dilimizle, kalemimizle ve ancak üzerimize doğrulduğunda soğuk namlunun ucu bileğimizle karşı durmadık mı onların karşısında. Onlar ellerinde kıyıcı silahları ve hasta kafalarında ölümcül ve kötücül düşünceleriyle geçip giderken arkalarında binlerce yaralı ve ölü bırakmadılar mı? Bizlerin de yarı canı gitmedi mi baktıkça ölüm tarlalarına ve elimizden geldiğince buz gibi sular tuttukça yaralıların dudaklarına içimiz ateş almadı mı?

Hapislerde ölüm oruçlarına yatanlara tüyü kıpırdamayanların insanlığından kuşkulanmadık mı? Bir yandan da hiçbir kavganın insan hayatının üzerinde bir anlamı olmamalı, insan için, insanlık için verilen kavga nasıl olur da insan hayatını hiçe sayan bir yönteme bürünür diye kafa yormadık mı? Aslında biz kendimiz de içimizde biriken kahırı ve öfkeyi kendimizi diri diri yakarak değil de yazarak kusmadık mı? Gözlerimizin gördüğü ama yüreğimizin katlanamadığı insanlık suçlarını, savaşları, haksızlık ve eziyetleri bin defa yüz bin defa lânetlerken ve bunları havale edecek bir tanrımız bile yokken birbirimize sığınmadık mı, yazıya, şiire yaslanmadık mı? Aşklarımızdan ve sevişmelerimizden medet ummadık mı?

Kaç kere unuttuk papatyalara sevgiyle bakmayı, kaç kere yüz çevirdik savaşı kınarken barışa. İyi ki öldürmüyor kalem, iyi ki öldürmüyor yazı. Yoksa nasılda şiddet dökülür zaman zaman kalemimizden. Nasıl da küçümsenir ve alaya alınır sonunda kan dökülmeyen eylem. “Hayatı küçümsüyorsun.”demişti bir zamanlar bir bilge bana. Evet,küçümsüyorum zaman zaman hâlâ. Ne zaman ölü bir çocuk görsem gazete sayfalarında, ne zaman ayakları çıplak bir çocuk görsem sokaklarda, ne zaman yaşlı bir adam, belki de babam kahırlansa arzularından ve isteklerinden hiçbir şey kaybetmemiş ruhunun hasta ve tükenmiş bir gövdede hapsoluşuna küçümserim hayatı. Yanıp sönen bir ışık, derim. Kısacık bir an, bir rüya, hatta bir hayal. Belki bir an önce tamamlanası bir mecburiyet. Koştur adım varılacak bir son. Nasılsa varoluş da yok oluş da bilinci dışında insanın. Ama bütün seçenekler bir kere varolduğunu duyumsadıktan sonra. İnanabilirsin ya da sırtını dönersin insana. İnanırsın ya da boş verirsin dünyaya da aşka da. Sarılırsın şiddetten kaçıp dingin ve barışçıl yollara. Romana, şiire, çiçeğe, ateşe, aşka, aşksızlığa, eyleme ya da eylemsizliğe.

Öncesi ve sonrası yoktur bunun.

Neyi düşlersen o olur.

Tijen Zeybek (25 Şubat 2003-Yenidüzen)

TANK - TOP - SANAT - SİYASET - VATANDAŞLIK

Yollar sokaklar tank sesleriyle, bizim vergilerimizle bizi vuran Bayrak Radyo Televizyonu da Türkiye’den yurdumuza “bizim Kâbe”yi tavaf etmek için akın akın gelen sandık dibi kazıntılarının yumurtladığı birbirinden hamasi nutuklarla inliyor. Büyük bir gürültüyle sarsıldık geçen gün sabah. Önce deprem oluyor sandım, sonra herhalde aşağıda asfaltı deliyorlar diye düşündüm. Balkona koştuğumda onlarca tankın Lefkoşa-Mağusa anayolunda zehir gibi koşturduğunu gördüm. Trafiğin içinde sanki çok normal bir olaymış gibi akıp gidiyorlardı. Kocaman topları ileriye uzanmıştı. 20 Temmuz, 29 Ekim, 15 Kasım, 30 Ağustos, 23 Nisan... günlerden hiçbiri bu tarihe denk gelmiyordu. Daha sonra top atışlarıyla gün boyu sarsıldık durduk. Zangır zangır titreyen pencere camlarının arkasından yerden yükselen toz dumanı seyrettik. İçimizde kuşku, içimizde korku, aklımızda savaşın solmasına, silikleşmesine hiç izin verilmeyen canlı görüntüleri. Kıbrıs adasında yaşamak sanki kötü bir kadermiş gibi, Kıbrıs adasında yaşamanın bedeli sürekli savaş halinde yaşamayı peşin peşine kabul etmekmiş gibi, Kıbrıs adası sanki hiç aşkın ve Afrodit’in adası olmamış gibi, bu altın sahiller sanki hiç sevişmelere değil de hep dövüşmelere yataklık etmiş gibi kendi ülkemiz ve tarihimiz tekrar tanımlanıyor kafalarımızda.

Çocukluğumuzda koşup oynadığımız, mor/menekşe lâleler, şakayıklar topladığımız dağların eteklerinde “K O M A N D O” yazıyor şimdi kocaman kocaman ve bize yasak. Zaten tanklardan, toplardan dümdüz olmuş topraklarda artık ne ot bitiyor ne de çiçek. Oralara “tek bir Rum ayak basamaz.”doğru. Ama tek bir Kıbrıslı Türk de ayak basamaz, tek bir sivil. Adım başı garnizonlara, komando desenli boyanmış kilometrelerce uzayan duvarlara da şaşılmaz benim ülkemde. Kapısında “G Ü Ç L Ü Y Ü Z C E S U R U Z H A Z I R I Z” yazan. Ve bir söylenti dolaşır dilden dile; “Halkınız isyan ediyor Sn. Denktaş.”diyenlere, “Mehmetçik ne güne durur.”demiş Denktaş bey de. Yalnızca bir söylenti, dedikodu belki de, kuşkunun ve korkunun ürünü belki. Kim bilir belki de...

Bu arada Türkiye’deki son seçimlerde sandığın dibinde kalmış ne kadar parti varsa sağda duran. Milliyetçi, Kuzey Kıbrıs’taki statükonun destekçisi hepsi akın akın geliyorlar. Saray sanki Mekke. Fazıl Say’dan Ebru Gündeş’e, Recai Kutan’dan Doğu Perinçek’e, hatta Cem Uzan’a kadar. Kim adımını atarsa bu adaya, ister sanat adına,isterse de politika önce saraydan geçiyor, önce Denktaş’tan. Ve tüm konserler de önce Generallere veriliyor özel gecelerde, sonra sivil bürokratlara ondan sonra da halka. Hep bir “protokol” vardır, bir hiyerarşi ve sürekli biz rütbesiz, apoletsiz, makamsızlara yani kısaca sivillere onların gözündeki “asıl yerimiz” belletilir hoyratça. Kendilerine sanatçı diyenler de alet olur bu duruma,çünkü hepsi “Kâbe”den geçerler önce, ekmeğinden yeyip, suyundan içerler. Ve elleri boş dönmezler asla. En azından bir KKTC vatandaşlığı alırlar veda ederken Denktaş’a. Bunlar gizli saklı şeyler değildir. Meselatelevizyonda, bir bayram programında Mehmetali Erbil’in sulu sepken esprilerine gülerken görebilirsiniz Denktaş ailesini. Ve kameralar önünde Erbil sorar “Bizim vatandaşlık ne oldu Sn. Başkanım?” gibilerden. Olmak üzeredir herhalde. Bakınız Ankara Ticaret Odası Başkanını hiç bekletmedik. Daha ilk ziyarette “Kâbe”yi ilk tavafında tutuşturuverdik hediyesini eline. Hem de yarım saat içinde. O da göğsünü gere gere çıkıp gösterdi. Artık anlaşma isteyen, barış isteyen, adanın askersizleştirilmesini isteyen “hain” Kıbrıslı Türkleri lânetlemeyi daha da bir hak görüyor olmalı kendinde.

Şimdi ekonomik iyileştirmeden bahsediyorlar. Kuzey Kıbrıs’a para göndermekten. Sanki para özgürlüğün yerini tutarmış gibi. Sanki altın kafese kapatılan bülbül “Ah vatanım!”demekten vazgeçermiş gibi. Sanki Türkiye Devleti kendi halkını doyurmuş, sokaklarda aç gezen, köprü altlarında yatan, dilenen çocuklarına sıcak bir dam altı sunabilmiş gibi. Zaten kendi kıt kaynaklarından ayırıp gönderdikleri paraları da gene bize milliyetçilik dersi vermeye, “sahip çıkamadığımız” yurdumuza sahip çıkmaya, değerini bilmediğimiz “Bozkurt”umuza destek vermeye gelenler yemiyormuş gibi. Sanki son otuz yıldır böyle geçmemiş gibi.

Oysa biz para değil huzur ve güven içinde yaşayabileceğimiz bir yurt istiyoruz. Oysa biz askerlerin ve silâhların gölgesinde, top tüfek sesleriyle yaratılan bir ateşkes ortamı değil gerçek barışı istiyoruz. Oysa biz bölünmüş bir ada, doğduğu topraklar kendisine yasak edilmiş bir yarımülke değil, bir ucundan bir ucuna özgürce dolaşabileceğimiz gerçek bir vatan istiyoruz. Biz yurdumuzun “Akdenizin en büyük askeri tatbikatlarının yapıldığı ada.”olarak anılmasını değil, geçmiş acı ve şiddet olaylarını bir kere daha tekrarlanmayacak şekilde tarihe gömen bir anlaşmayla barışa yelken açmayı başaran insanların ülkesi olarak anılmasını istiyoruz.

Bütün amacımız budur ve kendi ülkemizle birlikte bütün dünyada barışı sağlayıncaya kadar kavgamız sürecektir.

Tijen Zeybek (23 Şubat 2003-Evrensel)

21 Şubat 2003

Çok Geç Duydum, İçim Acıdı

Çok geç duydum ve içim acıdı. Çok acıdı. Eşi bulunmaz “devletimizin” örneksiz kurumlarından birinde, Devlet Hastanesinde el birliğiyle bir cinayet daha işlenmiş. Küçücük bir kız çocuğu, güzeller güzeli. Kısacık ömründe kanser illetine kafa tutmuş, bu ölümcül hastalığa rağmen ayakta kalmış ama işte sistemsizliğe, başıbozukluğa, çürümüşlüğe karşı duramamış ufacık gövdesi. Cumartesi dershanesine gitmiş, Pazar da hastaneye... tuzağa. Evet hastane bir tuzak. Bu coğrafyada, bu egemenlerin egemenliğindeki hastane bir kumpas. Olağanüstü durumlarda, acil ihtiyacınız olduğu zamanlarda, ölümle burun buruna geldiğinizde size yardım etmek için oradaymış gibi yapıyor. (Mış gibi yapıyor çünkü devlet bütçesini ellerinde tutanlar öyle olmasını istiyor.) Ama bu sadece bir tuzak ve kanıp içine düştünüz mü genellikle sağ çıkamıyorsunuz. Çünkü hastane hastane değil bir yokluklar, yoksunluklar ülkesi. Onun da ötesinde, kötü yönetimden ve sistemsizlikten dolayı var olanları da bulamama, kullanamama, değerlendirememe labirenti. Doğru dürüst, yetenekli, eline düşen hasta için canhıraş çırpınan doktorların da elini kolunu bağlamayı başaran bir “arap saçı” abidesi.

Hastanenin güvenilmezliğini teyit edecek yığınla birebir tecrübeye sahibiz. Hepimiz, tek tek, bundan eminim. Ama sadece başı ağrısa soluğu Amerikalarda, İngilterelerde alan muktedirlere bakmak kâfi. Onlar “Beni Türk hekimlerine emanet ediniz.”diyen bir anlayışın sempatizanları değiller. Ne görüntüde ne de gerçekte. Onlar, yani bu ülkenin egemenleri, yönetenleri, hastane cihazsızlıktan, okullar bakımsızlıktan yıkılsa konforlarından, mersedeslerinden asla feragat etmeyeceklerini kafamıza vura vura bize anlatan, gözümüze soka soka belleten bir güruh. Onlar, şatafatlı saraylarında, sayfiye evlerinde, villalarında bonfilelerle ve havyarla beslenirken ve pahalı hobilerini sanat diye icra ederken ve bu hobilerin masraflarını dahi devlete ödetirken kendilerini o kadar unutmuşlar ki “İnsan ne demek?”, “Halk ne demek?”, “ Evlat ne demek?” diye sorsanız tümüne “para, para, para” ya da “iktidar, iktidar, iktidar” diye cevap vereceklerdir. Gün gele açlıktan kapılarına dayansanız “Yiyecek ekmeğimiz yok, ekmek isteriz!”diye haykırsanız tıpkı Mari Antuanet gibi “Pasta yesenize.”diyeceklerdir.

Halâ anlamadık mı “egemenlik, egemenlik” diye tutturanların hangi egemenlikten bahsettiğini. Onlar aslında düpedüz kendi iktidarlarından, kendi egemenliklerinden bahsetmektedirler. Kaybedecekleri ihtimaliyle deliye döndükleri yegâne koşul budur. Hepimizin yaşamı pahasına sürdürmeye çalıştıkları bu düzeni cesetler üzerine kurdular devamını da cesetler üzerinden getirmekte onlar için hiçbir sakınca yoktur. Bu yüzdendir ki adanın cephaneliğe dönmesi, yüzen tatbikat alanı olması, bütün bunların kanseri artırması, ölüm nedenlerinin büyük bir kısmının kalp krizine ya da kansere bağlı olması onları hiç ırgalamaz. Önemli olan mersedeslerin yenilenmesi, saray mefruşatlarının değiştirilmesi, başları ağrıdığında onları Amerikalara taşıyacak uçakların parmaklarının bir işaretini beklemesidir.

O küçük yavrucuğun, Asya’nın babası arkadaşımdır. İçim parçalanarak evlerine gittim, acılarına ortak olmaya çalıştım. Dört bir yan melekler kadar güzel kızlarının resmiyle doluydu. Aslında bizim, dışarıdan o eve girenlerin görebilecekleriydi sadece resimler. Ya anılar, sesler, yaşananlar. Yüreğim ezim ezim oldu... delirdim. Asya’nın anneciğinin gözleri kederle doluydu. Kederle ve kahırla. Böylesi bir acının paylaşılır yanı yok. Paylaşamazsınız. Onların, yavrularını kaybeden bu anne babanın duyduğu kocaman boşluğu, o korkunç çaresizliği, o dayanılmaz acıyı bir nebzecik olsun, bir anlığına dahi omuzlarından alamazsınız. “Biz kızımızı artık ortaokula hazırlıyorduk.”dedi Ahmet.

Evet, hepimizin yaptığı gibi. Bencilce ve haksızca halkın parasını kendi konforları ve özel harcamaları için savuranların bizler için hazırladığı tuzakları hiç düşünmeden.

Kaza geçirmemeye bakın, hastalanmamaya. Eğer bunlar başınıza gelirse de şansınıza güvenin ya da ülkemizin Güney yarısındaki gelişmiş, teknik donanıma sahip hastanelere. Ona da rahat koltuklarında oturanlar izin verirse ya da oraya kadar dayanacak şansınız olursa.

Tijen Zeybek (20 Şubat 2003-Yenidüzen)

17 Şubat 2003

Ateş - Çörek - Helva - Şarap - Keklik

Evet. Bunca soğuğa ve yağmura rağmen adanın Kuzeyinde ateş hüküm sürüyor. Her köyde, her bölgede Barış Ateşleri yanıyor. Biz de yaktık Cumartesi akşamı. Cihangir’de. Şöyle kocamannn bir ateş. Kuru okaliptüs ve zeytin dalları çıtır çıtır tutuşurken havayı kaplayan koku muhteşemdi. Hem ağaçların o kendi tanıdık, geçmişten gelen büyüleyici kokuları, hem de aynı amaç etrafında birleşebilmenin verdiği o kendine güvenin, o “sağlamlık” duygusunun verdiği bambaşka bir kokuydu bu. Korlaşan kütükler devrildikçe kıvılcımlar saçılıyordu etrafa. Terbiye edilmiş, şekle sokulmuş, düzenlenmiş havai fişeklerin yanında bizimkiler alabildiğine serseri, alabildiğine özgür, alabildiğine doğaldılar. Bu yüzden de çok güzeldi kıvılcımlar çook. Bizim köyün meydanında miting alanlarında söylediğimiz şarkıları söyleyip, çörek ve tahin helvası yiyeceğimiz hiç aklıma gelmezdi doğrusu. İşte bu konuda doğduğumuz günden beri tepemizde oturanların nafile ısrarlarına bir teşekkür borçluyuz sanırım. Onlar değişimin önünde durmak için bunca ısrarlı olmasalardı ne gençler dağların ardındaki güzel günleri aramaya çıkar ne de yaşlılar Chauv Bella’yı söylerlerdi köy meydanlarında. (Şimdi bu “chauv”ın yazılışından da pek emin değilim ama...)

Bundan daha güzel bir kış olamazdı yani. Hem yağmur ve soğuk- hem de ne soğuk- hem de kıvılcımlar saçan, alevleri gökyüzüne yükselen iddialı ateşler. Bunlar kebap ateşi değil ha. Mangal ve şömine ateşi hiç değil. Bunlar Barış Ateşi. Bu ateşlerin başında devrimci şarkılar söyleniyor hep bir ağızdan ve çörek, zeytinli, tahın helvası yenip şarap içiliyor. Değişimin önünde durmaya çalışan, bizi sonsuza kadar kendi dar ve gerici kafalarında münasip gördükleri şekilde yaşamaya mahkûm edebileceklerini zannedenlerin yerinde olsam korkardım doğrusu. Halkın sesine kulaklarını kapatıp, onların istediği bir gelecek projesinin önünde faydasız “taş”lar olarak dikilmek ve hep saklanmak zorunda kalmak güç olmalı. Ayrıca da onur kırıcı. Bütün bu güçlüğü ve onursuzluğu ithal destek kuvvetleriyle gidermek mümkün mü? Arınç’ın çağrısına kulak vererek uçaklara dolup dolup gelen onca kalabalığın ilacı varsa önce kendi kafalarına sürsünler denmez mi? Onlar kendi yurttaşlarının desteğinden yoksun sandık dibi kazıntıları değil mi? Yetmiş milyona beğendiremedikleri arkaik fikirlerinin burada da sadece ve sadece kendileri gibi fikirlere sahip arkaik zihniyetlerce itibar göreceğini bilmiyorlar mı? Biliyorlar elbette. Onların ki sadece temkinli olmak. Olur ya başarırlar da diktatörlüğün devamını sağlarlarsa şimdiden alacaklı durumda olmak. Ne olur ne olmaz. Bu kesim işlerini hep böyle görür.
Bütün bunlar olurken hayat sürprizlerini de esirgemiyor Kırlangıç’tan.

Bu sabah (yani Pazar sabahı) uyanır uyanmaz bir keklikle göz göze geldim balkonumda. İnanılmazdı. Perdeyi aralamıştım nasıl bir güne uyandığımı görmek için. Bütün güzelliğiyle bir keklik dışarıdan bana bakıyordu. Hiç kıpırdamadı beni görünce. Başını yana eğerek iyice baktı hatta. (Bak sen! Demek kekliğin de röntgencisi olurmuş!) Bir süre bakıştıktan sonra kapıyı açtım, o zaman biraz uzaklaştı. Ama uçup gitmedi. Çok güzel kanatları vardı. Uzaklaşırken şöyle bir kabarttı onları. Bütün desenleri ortaya çıkacak şekilde. Sonra olduğu yerde durdu ve kafasını yan yan eğerek bana bakmaya devam etti. Diğer kapıdan dışarı süzüldüm çıplak ayak ve usulca ona doğru yürüdüm. Herhalde yaralıdır, uçamıyordur diye geçiyordu aklımdan. Onu kucağıma alayım, güzel boynunu okşayayım, yaralarını iyileştireyim. Niyetimi anlar anlamaz parrrrrrrrr diye uçuverdi hınzır. Demek ki sağlığı yerindeymiş. Balkona bir göz atınca bütün geceyi orada geçirdiğini anladım. Her köşesini tuvalet olarak kullanmış çünkü. İyi de derdi neydi ki bu kekliciğin.

Bir daha ki sefere gene gelirse bir plânım var. Onu kucağıma alıp sevmeden kaçmasına izin vermeyeceğim. Canım keklik. Tanrı hazretleri onu avcıların vahşetinden korusun –mümkünse- dermişim.

Tijen Zeybek (17 Şubat 2003 Yenidüzen)

5 Şubat 2003

“De Ja Vous”

Bu bir kâbus olmalı ya da de ja vous. Ekranlarda görüşmeci, karşısında iktidar partilerinin, iktidarı kendi özel tarihlerinin bir parçası haline getirmiş muktedirlerinin ayakları henüz suya ermemiş evlatçıkları. Kısacık bir bölüm görüyorum bu kâbustan ve bunun bir kâbus olduğunu anlamama yetiyor. Görüşmeci şöyle diyor, aşağı yukarı; “Görmezmisiniz be çocuklar Rum nasıl silahlanır  Her gün yeni tank tüfek alır. E hal böyleyken Türkiye’nin askerini azaltması ya da çekmesi nasıl olacak?” Hiçbir “vatan evladının  gıkı çıkmıyor “tabiyatıynan”. Kimsecikler, böylesi bir talep hangi BM plânında var, planın hangi sahifesinde, hangi satırında yer alıyor, diye soracak olmuyor, sorar gibi dahi olmuyor en azından. Gerçek bir “ben bu filmi daha önce görmüştüm”duygusu sarıyor tüm benliğimi. Artık uyansam iyi olacak, ama kâbuslar uzun sürer, öyle hemencecik uyanamazsınız. Özellikle bu topraklarda yaşayanların başına çöken kâbuslar “taş”lar kadar, “demir”ler kadar, ağırdır.

Tatildeyim ve tatilde oluşum bu kâbusları görmeme engel değil. Tv kanalları tatile çıkmıyor hiç, gazeteler de öyle ve eş dost sohbetleri de. Hatta reklamlar bile. Hele bir tanesi var ki, iki yüzlülüğün görsel alanda nasıl bir sanat eseri halinde sunulabileceğinin abidesi adeta. Uzan’ın Genç Parti’sinin sözde savaş karşıtı reklâmından söz ediyorum. “Türkiye’de yaşayan insanların %90’ı bu savaşa karşı...”diye öyle bir girişi var ki Kıbrıs konusundaki faşizan yaklaşımını, kitleleri nasıl hiçe saydığını, onlara nasıl da pahalı cicilerinin üzerine konmuş ve tek bir el hareketiyle silkelenesi tozlar olarak baktığını bilmesek çoğulculuğa inandığını zannedeceğiz. Miting alanında toplanan altmış bin insanı hiçe sayan sözleriyle hepimizi aşağılayan sanki o değil. Ve en hafifinden çirkin yaklaşımına gösterdiğimiz tepki kendisine hatırlatılınca da “Beş on gün bağırır, susarlar.”diyen ve “eylemsiz” Kıbrıs Türkünü gazaba getirerek bütün telsim hatlarını iade ettiren o değil. Bu şımarık çocuk sanki seçimlerden ders almamış gibi, yenilen pehlivan güreşe doymazmış misali, yakaladığı her alanda, yumrukları sıkılı, havaya havaya sekiyor. Ve reklamlardaki tok ve etkileyici ses, hepimizi, ama özellikle de Kıbrıs Türkü’nü, patronuyla yaşadığı bu ilginç deneyimden sonra iyice aptal yerine koyarak devam ediyor: “Unutmayın!, Millet kendi iradesine karşı çıkanlardan hesap sorar.” Vay Uzun efendi vay. Neler de bilirmiş bu küçük, Türkiye’nin Berlusconi’si olmaya aday, Amerikan makyajlı, yeni yetme siyasetçi.

Eh işte! Kâbus. Gör gör, terle. Kendi kâbuslarında bile bir tekrar, bir de ja vous. Neyse ki tatil, neyse ki kış, neyse ki sabah sabah uyanınca gökkuşağı beni bekliyor oluyor mor dağlarımın eteklerinde. Ve canım sıkılınca koşuyorum aşağı, küçük bir tur Mesaryamın göbeğinde, elimde bir demet nergisle geliyorum evime. Derin bir nefes çekiyorum sarı gözlü başlarına gömüp burnumu, derin derin kokluyorum. Ne kâbuslardan eser kalıyor üzerimde, ne demir ne de “taş”lardan. Sarışın sürprizler gibi nergisler. İpeksi kucaklar kadar sıcacık ve sarışın başları. Gökkuşağı öylesine renkli ki, o kadar iyi geliyor ki ruhuma, sadece bakışlarımla değil bütün varlığım ve düşüncemle ulaşıyorum Mesarya’dan Trodos’a.

Ve kim ne derse desin, hangi milliyetçi akıl çizdirirse çizdirsin o kocaman bayrakları dağlara, insanlığa yakışan barıştır, kardeşliktir. Ülkelere yakışan sınırsızlıktır. Bütün insanlar kardeştir ve evimiz dünyadır. Kıbrıs yarım değildir, Kıbrıs ve Kıbrıs’ta yaşayanlar bir bütündür. Kıbrıs’ın bütünlüğü ancak bir başka bütüne, dünyaya dahil olmak içindir. O kocaman bütünün bir parçası olmak içindir.

Sınırsız, dibine kadar özgür hayatlar için, sınırsız ve dibine kadar özgür düşler isterim. Doğrudur, uzun sürer kâbuslar ve ağırdır taşlar. Ama ne kâbuslar ne de “taş”lar sonsuz değildir. Her kâbus uyanıklığa mahkûmdur ve her taş da zamana, zaman içinde ufalanmaya...

Tijen Zeybek (5 Şubat 2003 Yenidüzen)

30 Ocak 2003

Ne Demeye ve Hangi Hakla...

Şubat tatili geliyor ya, son derece mutluyuz bu durumdan. Hakiki bir ders yorgunu oğlum. Git okula, çık okuldan, koş etüde, dersti, ödevdi derken bunaldı haklı olarak. E haftada kırk saat da kırk saat diye dayatanlar utansın. Bir de yaz mesaimizi kırparak bu kırk saatleri daha da uzattılar. Sabah sekiz akşam beş. Aslında sabah yedi buçuk akşam altı demek bu. İster istemez çocuklar da katılıyor bu yorgun sarmalın içine. Sanki yaz mesaisi üç aya düşürülüp, kuşa çevrilince yüce devletimiz büyük kârlara geçti. Domuz kuyruğu kadar tasarruf ettiyse Arabistan çöllerinde üç gün duşsuz kalayım, canına yandığımın. Bütün gün klimalar çalışsın, telefonlar işlesin, sabah sabah beş tur at ki park yeri bulasın. Sonra çamurların içinden bata çıka gel. Yarım saat ayakkabılarını temizle, kurula. Sonra ikinin ikisi elektrikler kesilsin. Jeneratörü olanların tuzu kuru kalsın, olmayanların ki ıslansın, kaya taşı olsun, bana ne.

Yani diyeceğim o ki, sen çalış çabala, başbakan yüz bilmem kaç milyarlık mersedes alsın. İyi mi? Cumhurbaşkanı İstanbullarda otuz milyarlık perde diktirsin saraya. Sonra oğlum gelsin desin ki; Anne ben okulda tuvalete gitmek istemiyorum, ıyyyy, çok pis. E haklı çocuk. Ben de iş yerinde tuvalete gitmek istemiyorum. Aynısından: Iyyyyyyyyyy, çok pis. Üstelik bir de kuyruk. E böyle olunca haliyle çok mutlu oluyoruz tatillerde. Bir de ben ha bire emekliye ayrılıyorum rüyalarımda. Her gece dilekçeler veriyor, emeklilik izinlerine başlıyorum. Bir gamsızım bir gamsızım ki bu rüyalarda, o kadar olur yani.

İşte bu yüzden, sırf bu yüzden gelsin dini, milli, zilli bayramlar. Dinlensin anneler, çocuklar. Kış kıyamet otursunlar evlerinde azacık. Sabahları alsınlar çocuklarını da yataklarına, sabah sefası yapsınlar. Doyasıya koklasınlar onları, gıdıklasınlar, şımartsınlar. Sonra şöyle koyun koyuna, sıcacık bir uyku daha çeksinler. Okullarda, etütlerde, kreşlerde hırpalanmasın çocuklar bir süre. Disiplin, disiplin. Ders, ödev, kolejlere hazırlık, test soruları. Gına geliyor haklı olarak. Çocuklarımızın çocuklukları komutlarla, zil sesleriyle geçiyor. Şu saatten şu saate yemek, şu saatten şu saate ödev yapma, tuvalete gitmek için izin, telefon etmek için izin. Çekilmiyor doğrusu. Geçen gün öğretmeni kızmış Ahmet’e. Neymiş, kendisinden izin almadan telefon etmiş bana. Son derece kırgındı sesi. Çünkü başı çok ama çook ağrıyormuş, üstelik o gün harçlığını almayı da unutmuş. Sonra Temre ile de kavga edip küsüşmüşler. Anneciğiyle dertleşmek istemiş besbelli, annesine, bana ihtiyacı olmuş. Ne var burnundan getirecek? Dün de suratı asıktı eve geldiğinde. “Bu gün arkadaşlarım bana güldü, öğretmenim de kızdı.”dedi. Etütte oluyor bütün bunlar. Öğretmeni defterini kontrol etmek istemiş, Ahmet kendi defterinin kontrol edildiğini söyleyince öğretmen “Sen bunadın Ahmet.”deyivermiş. Defteri açınca hakkaten kontrol edildiğini görmüş tabii. O zaman da Ahmet lafını esirgememiş “Siz bunadınız öğretmenim.”demiş, kibar kibar, sizli bizli. Bütün çocuklar gülmüş, öğretmeni de çok kızmış tabii. Ahmet de üzgün. Gözlerini yüzüme dikip ağzımdan çıkacak cümleyi bekliyor. Kızacak mıyım, gülecek miyim, ayıplayacak mıyım? Siz olsanız ne yapardınız allah aşkına.

Demek ki tatile çıkmanın zamanı gelmiş. Demek ki öğretmenlerin öğrencilerini, öğrencilerin de öğretmenlerini özlemeye ihtiyaçları var. Birbirlerinin gözünü kaşını yarmadan. Aslında Kıbrıs Türk halkı olarak külliyen tatile çıkmalıyız. Belki de topluca, yüzlercemiz meselâ, Pile’den geçip Trodos’a gitmeliyiz. Ne demeye ve hangi hakla mahrum kalıyor muşuz bakalım sevgili adamızın tek karlı dağından. Sedir ağaçlı ormanından ve kar topu oynayarak stres atma zevkinden.

Tijen Zeybek (30 Ocak 2003 Yenidüzen)

26 Ocak 2003

Kıbrıs Sorununa Günlük Yaşamdan Bir Bakış

Bütünü bile oldukça küçük bir toprak parçasının yarısına hapsedilmiş bir halk olarak yıllardan beridir dünyadan izole bir durumda varolmaya çalışıyoruz. Kaldı ki yurdumuz ikiye bölünmüş ve adamızın diğer yarısı bize yasak edilmiş bir durumda. Yaşadığımız yarımın ise tümünde özgürce dolaşabildiğimiz söylenemez. Çünkü bu yarımın yarısı da askeri bölge olarak dikenli tellerle çevrilmiş ve sivil topluma yasak. Yurdumuzun birçok sahili, ovası, ormanlık alanı da bu şekilde yani ateş kes koşullarında yaşamanın bir bedeli olarak bize yasaklanmış bulunuyor. Ateşkes durumunda yaşadığımızı bize hatırlatan sadece bunlar değil. Bütün resmi bayramlarda sürekli tekrarlanan askeri geçitler, komutanların, elçinin ve egemenlerin söylevleri de bize sürekli yaşadığımız savaşı ve eğer Türk Askeri olmasaydı bugün hepimizin nasıl toplu mezarlarda olacağını hatırlatmak ve sürekli bu “geçmiş” bilinciyle yaşamamızı talep etmek üzerine inşa edilen hitaplar da kurulu düzenimizin temellerini ve sınırlarını durmaksızın bize hatırlatmaktadır. Yani bizden istenen bu düzeni olduğu gibi benimsememiz ve sorgulamadan kabul etmemizdir.Bizden istenen, varoluşumuzu, ancak, her üç sivile bir asker düşecek şekilde militarize olmuş bir düzende sürdürebileceğimiz ve bunun dışında, başka türlü bir yurt tasarlamanın olanaksızlığını ebediyen kabul ederek boyun eğmemizdir.

Bizler,özellikle son otuz yıldır, bölünmüş bir yurdun, kendi içinde askeri kamplar olarak tekrar tekrar bölünmüş yarısında, bütün dünyadan tecrit edilmiş bir yaşam sürdürmekteyiz. Bizler bu küçücük adada yılda en az iki kere düzenlenen Toros ve Nikiforos tatbikatlarıyla savaş ve şiddeti tekrar tekrar yaşar ve savaşsız bir dünya, barış içinde bir yurt hayallerimiz her seferinde gerçek bombalar ve makineli sesleriyle delik deşik edilirken var olmayı ve silâhlardan arındırılmış bir yurt özlemini içimizde, derinlerde bir yerlerde saklamayı ve yaşatmayı başarabilmiş bir halkız. 1960’lı yıllarda şehirden köyümüze dönerken önümüzü kesen Rum askerleri bizden kimlik sorar ve bazen de yoklardı. Şimdiyse şehirden köyümüze dönerken bazen silahlı Türk askeri yolumuzu keser ve tatbikat olduğu için köyümüze giremeyeceğimizi, devam etmemizi söyler. Ama bizim evimiz orda, nereye gidebiliriz ki derseniz, bunun sizin kendi güvenliğiniz açısından olduğunu, tatbikat bittikten sonra dönebileceğinizi söyler.

Küçücük, nüfusu az bir toprak parçasında, dış dünyaya tamamen kapalı, üretimi yok denecek kadar azalmış, ateşkes koşullarında, böylesi bir yaşama daha fazla direnemeyerek yarısı göç etmiş bir halkız. Kalan diğer yarım yurt dışındaki yakınlarını ziyaret etmeye niyetlendiğinde yabancı ülkelerin vize veren ofislerinin önünde kuyruklar oluşturmakta ve tanınmamış, dünya hukukunda yerini almamış bir ülkenin yurttaşları olmaları nedeniyle bin bir çeşit hakarete ve eziyete maruz kalmaktadır. Gecenin ikisinden üçünden sıraya giren insanlar ne zaman biteceği belli olmayan işlemler için ve sonunda çoğunca hüsrana da uğrayarak bekleşip dururlar. İşte ateşkes koşullarında ve tuhaf bir düzende yaşadığımızı bize hatırlatan ve insanca bir düzen talebimizi haklı kılan manzaralardan biri de budur.

Bütün bunları yaşarken ve adanın her iki tarafında tırmanan silahlanma yarışı ve gövde gösterisine dönüşen tatbikatlar nedeniyle ülkenin dağı ovası savaş alanına döndürülür, sivil savunma tatbikatları okullarda gerçeğini aratmaz şekilde dramatize edilip minicik beyinler hep geçmişte yaşanan savaşın ve çatışmaların korkularıyla doldurulur ve bugünkünden farklı bir yaşam şeklinin asla mümkün olamayacağı, barışın ancak silahların gölgesinde ve askerle iç içe bir yaşamla sağlanabileceği kanaati yerleştirilirken bizler için yeni bir umut doğmuştur.

Bu umut Annan Plânıyla somut bir hale gelmiştir. İlk kez kendi geleceğimizin şekillenmesinde irademizi yansıtabileceğimiz bir süreç başlamış ve bölünmemiş bir ortak vatan üzerinde, barış içinde ve dünya hukukunda yerini almış bir ülkenin yurttaşları olarak yaşayabileceğimiz bir tasarım önümüze konmuştur. Bu sadece bir tasarımdır ve Kıbrıs’ın Kuzeyinde yaşayan bizler bunun olabilecek en iyi tasarım olduğunu ve bunu hayata geçirmenin ve barış için ileri bir adım olarak değerlendirmenin ve sürdürmenin ancak bizim elimizde olduğunu biliyoruz. Çünkü, kâğıt üzerinde yazılı olanları hayata geçirmek ve geçmişte yaşanan savaş ve şiddet olaylarının üzerine yeni bir ortak yaşam kurmak iki halkın özgür iradesiyle bu ortak geleceği sahiplenmesine bağlıdır.

Bunun için kendi geleceğimizi kurmada söz sahibi olmak istiyoruz. Ve bu arzumuzu en barışçıl bir şekilde meydanlarda mitinglerle dile getirirken en azından Türkiye basını tarafından suçlanmamak ve “hain”, “satılmışlar”, “bir avuç kendini bilmez” nitelemelerine maruz kalmamak istiyoruz. Topu başı yüz elli bin nüfuslu bir ülkenin altmış bini meydanlarda bir şey söylüyorsa görevi ve varoluş amacı insanlar arasında iletişimi sağlamak olan medyanın bunu doğru olarak anlayıp doğru olarak aktarmasını beklemek hakkımızdır. Bu bağlamda Hürriyet gazetesinin yaptığı ne basın etiğine, ne tarafsızlığa ne de doğru habercilik anlayışına uymamaktadır. Özgür basını savunurken bizzat basının bu özgürlüğü kötüye kullanıyor olması üzücüdür.

Ancak Kuzey Kıbrıs’ta yaşananları anlamak için çaba ve emek sarf eden, sadece egemenlerle değil sivil toplumla ve sokaktaki insanla da görüşen, onlarla zaman harcayan, okuruna doğru ve yansız haber ulaştırmak kaygısı dışında kaygılar taşımayan basın emekçileri ve medya kuruluşları da vardır. Kavgamızı onlarla dayanışarak, onlardan güç alarak sürdürmeye devam edeceğiz.

Tijen Zeybek (26 Ocak 2003 Evrensel-Türkiye)

25 Ocak 2003

Durup Duruken Aşk’a Gelmek

Koşuyorum. Yennar’ın soğuk elleri saçlarımı karıştırıp, yanaklarımı okşuyor. Üşümüyorum. Ayaklarım beni uçuruyor, geleceğe...,ve her adımda geçmişim biraz daha uzak, gelecekse daha yakındır bana. Hızla koşturuyor beni ayaklarım ve geçerken dünyanın ve yaşamın kıyısından bir beyazlık takılıyor gözüme. Yennar’ın soğuk ama hoyrat olmayan dokunuşlarıyla sallanıyor beyazlık, sallanıyor...öne...arkaya...Bir an asılı kalıyor “şimdi”,geçmiş ve geleceğin arasında ve aklım kavrıyor ki sarı gözlü bir nergistir beyaz bir bulut gibi çarpan gözüme. Kaçak bir nergis. Uzun etekli bir kız gibi dolanıyor yaprakları gövdesine. Anlık bu kavrayış, anlık bu farkındalık ve geçip giderken zamanla birlikte nergisçiğin yanından kokusu inatla yarışıyor benimle. İnatla uzanmak istiyor geleceğe.

Nergis geride kalıyor, geçmişte. Aşk da öyle. Zaman törpülüyor aşkın tırmalayan parmaklarını. Aşk uysallaşıyor ve akmaya başlıyor sakince, kendi halinde ve kendi yatağında ve taşmadan ve sıçramadan..., öyle dingince. Aşk, mesela bir kedi olup mırıldamıyor Mart gelince. Aşk, mesela karanlıktan başka kimsenin olmadığı sokaklarda bir bardak konyakla sevişmeye kalkmıyor. Eteğiyle zamanı ve geceyi kırbaçlayan bir çingene değildir artık ve geçmişten arta kalan yarım bir şiire sığınmayı da reddetmektedir inatla. Aşk, mesela çılgınca ve biraz da vahşi sevişmelerde kaybedilen mavi taşlı bir yüzük, küçücük, pembe bir kulağı fazlasıyla kurcalayan dilin ısrarlarına dayanamayıp kendini yere atan inci bir küpe olabilir. Yarısı yanmış, kırmızı boncuklu kısacık eteğinden bacakları görünen bir kadın fotoğrafıdır aşk. Denizden çalınıp şeffaf bir kutuya doldurulmuş deniz kabuklarıdır, nerde olduğu unutulan. Aşk sevgiliyle bölüşülen bir paket taze çileğin damakta kalan tadıdır ama kendisi değildir. Aşk, her durumda ve mutlaka kaybedilmiş bir şeydir. Ya da kaybedilmeye aday bir bilmece, hiç keşfedilmemiş ve asla tam olarak keşfedilemeyecek “yabancı” bir dildir. Sırdır aşk, gizdir.

Koşuyorum. Yeşil ve mor ovalar geçiyor yanımdan. Koşuyorum. Siyah ve mor geceler geçiyor yanımdan. Koşuyorum, nergis, papatya, gül, Zeytin, Alıç, Yennar, Güvercin, Kırlangıç benimle birlikte, düşlerimde bile. Birlikte geçiyoruz yaşamın kıyısından ve zaman da geçiyor bizimle. Bir mor/menekşe dağ laleleri eksikti diyorum rüyalarımda. Bir uzun saçlı, çıplak Apollon heykeli eksikti, bir ipeksi yumuşaklık ve kocaman bir kucak eksikti düşlerimde. Sonra uzun, siyah cübbesiyle bir rahip, elinde haç tutuyor, kukuletası düşmüş gözlerinin üstüne ve kapkara sakallarını örtünmüş yüzüne. Gülüyorum, kahkahalar atıyorum düşümde. Çünkü biliyorum kara cübbeli rahip biraz sonra sevişmek isteyecek benimle ve çok kızacak kahkahalarıma, çook. Düşüm beni görüyor uykusunun içinde ve sıçrayarak uyanıyoruz uykumuzdan, birlikte.

Aşk da düştür. Düş de gerçektir. Gerçek yaşamdır ve yaşam ölümdür nihayetinde. Tersten başlayalım cümleye. Ölüm yaşamdır ve yaşam gerçektir ve gerçek de düştür ve düş de aşktır.

Oturup çözelim düşleri ve oturup çözelim aşkları. Tam çözecekken uyanalım, tam sevecekken ayrılalım. Hep yarım kalsın ve hep kaybedilmeye mahkûm olsun düşler de aşklar da. Sabah olsun düşümüzden olalım, yasak olsun aşkımızdan. Bir koşudur tutturdum gidiyorum, bir koşudur tutturduk gidiyoruz. Geçiyor yanımdan hızla mor/siyah zamanlar, geçiyor yanımdan hızla, düşler, aşklar, kuşlar ve ağaçlar. Zamanın asılı kaldığı anlarda, ne geçmiş ne de gelecek sayılmayan “şimdiki” zamanlarda bir beyazlık çarpıyor gözüme, nergisi fark ediyorum, bir kızıllık çarpıyor gözüme aşkı, bir morluğa takılıyor gözlerim düşleri ve kopkoyu bir boşluğu sezince de güzelim yıldızsız geceleri fark ediyorum.

Düşlerime aşklarımı katıp koşuyorum, bugünüme yarını, şimdiye anları ve anlara tüm dünyayı sığdırıyorum.

Tijen Zeybek (25 Ocak 2003 Yenidüzen)

23 Ocak 2003

Ölümü Hayata Seçmenin Mazareti

Bir asker, yurdundan binlerce kilometre uzakta, kim bilir ne zamandır burada. Binlerce askerden biri. Lüks marketlerden birinden bir çok şey alıp parasını öder. Ama sonra çıkarken kapıdaki güvenlik sistemi öter. Bütün başlar oraya döner. Gözler arsız bir merakla suçluyu teşhis etmek telaşındadır. Asker çağrılır. Çantası boşaltılır, fişi ve aldıkları kontrol edilir. Bir paket tıraş bıçağı, yani jilet ödenmemiştir. Bu olayı şahit olan kişiden dinleyenler “Yazıklar olsun.”, “Cık cık cık, ne utanmazlık.”, “Nasıl da yaparlar?”vb tepkilerle hoşnutsuzluklarını dile getirdiler. Oysa belki de, hatta büyük ihtimalle satın alıp ödediği o “bir çok şey” kendisine ait değildir. Taa Anadolu’dan buraya asker gönderilen çocuk nerede bulsun o kadar parayı. (Kendi parasının sigarasına yetmediğine eminim.) “Komutanı biraz para vermiş ve eline de bir liste tutuşturmuştur.” diyorum. Bütün onları alacak parası olsa bir paket jileti de öderdi. Askerde erler tıraş olsun diye jilet verirler mi bilmem. Veriyorlarsa belki de iyi kesmiyorlardır ve tıraşı iyi olmadığı için komutanından dayak yiyordur. Vermiyorlarsa belki de alacak parası yoktur ve sakalı uzadığı için komutanından dayak yiyordur. Diyorum. Arkadaşım “Hiçbir şey hırsızlığın mazereti olamaz.”diye kestirip atıyor. Olamaz mı sahiden? Dayak hırsızlığın mazereti olamaz mı? Peki ya açlık? Kötü koşullar, hakaret, çaresizlik, kıstırılmışlık duygusu, yalnızlık...vs. Çok kısa süre öncesine kadar oralarda bir şeyler intiharların mazereti olabiliyordu ama. Oralarda, askerde genç çocuklar ölümü yaşama yeğliyorlardı. Kapalı kapılar, tel örgüler ve kuru baş işaretlerinin altında “girilmez” yazan levhaların arkasında neler olduğunu kim bilebilir ki?

Aklıma Türkiye’de aç oldukları için bir tepsi baklava çalan çocuklar geliyor. Aynı anda da Boyacı. O dilimizden düşürmediğimiz hukuk kuralları kötü ellerde nasılda her şey için aciz kalıyor. Ayrıca, aç bir çocuğun, çaresiz bir erin “çalmak” eylemiyle, ülkesinde adı şehit sözcüğüyle başlayan okullarının damı bakımsızlıktan çocukların başına yıkılırken kendi sarayını on binlerce sterline yeniden döşetenlerin “çalmak” eylemi nasıl da farklılaşıyor ve hukuğu nasıl da çaresiz kılabiliyor. Açlıktan baklava çalan çocuklar ömürlerinin koca bir bölümünü hapiste geçirmek zorunda kalmışlardı. Belki de hâlâ parmaklıklar arkasındadırlar ve dışarıdaki dünyadan daha da acımasız bir dünyanın bıçaktan kollarında, naif gövdelerinde açılan yaralara her gün bir yenisini katarak, doğmak şanssızlığını yaşadıkları bu coğrafyada büyümenin nasıl bir şey olduğunu öğreniyorlardır. Oradan çıktıklarında eğitimini aldıkları okulun felsefesinden taşlaşmış birer yüreğe ve kaybolmuş adalet duygusunun boş bıraktığı o kocaman boşluğa yerleşmiş acımasız bir öfkeye sahip olacaklardır. Onları kim suçlayabilir ki?

Burada modern zamanların maddece zengin insanlarının tatminsiz ruhlarını tatmin etmek, tekdüze yaşamlarına heyecan katmak, varlıklarında keşfedemedikleri anlama ulaşmak için girdikleri karmaşık süreçten çıkamayarak kleptomaninin kollarında aradıkları yapay heyecandan söz etmiyoruz. Bunun da ötesinde hiçbir insan “Hiçbir şey hırsızlığın mazereti olamaz.” cümlesindeki kadar basit ve indirgemeci bir yaklaşımla yargılanıp kendi kaderine terk edilemez, edilmemeli. İnsan denen varlık o kadar karmaşık ve kendine özgü ki. Ayrıca içinde yaşadığımız düzen insan doğasına o kadar aykırı ve onun ihtiyaçlarına cevap vermekten o kadar uzak ki.

Ne yazık ki bunu fark etmeden yürüyüp geçiyoruz ve arkamızda kırılıp dökülmüş, itilmiş, gözden çıkarılmış, “öteki”leştirilmiş koskoca bir dünya bırakıyoruz... Ya da onları bıraktığımızı zannederken aslında kendimizin de “gerçeğinin” onlarla birlikte kaldığını fark edemiyoruz. Yürüyüp giden insanlığından soyunmuş bir kabuktan başka bir şey değil.

Tijen Zeybek (22 Ocak 2003 Yenidüzen)

17 Ocak 2003

Kıbrıs Türk Yazınını ya da Kıbrıs Türk Söylemini Anlamak

Neşe Yaşın’ın son kitabının tanıtım ve imza gecesinde Fikret Demirağ yazara şöyle bir soru yöneltmişti: “Kitabınızın Türkiye’de derin okumasının yapılabileceğine inanıyor musunuz?” Çok çarpıcı bulmuştum bu soruyu ve aynı zamanda da kafamda bu sorunun yanıtının evet olmasının ne kadar zor hatta imkânsız olduğu düşüncesi geçmişti. Neşe Yaşın benimle aynı fikirde değildi. Şimdi tam olarak hatırlamıyorum ama uzaklardan bir yazarın ismini vererek bizim de onları okuduğumuzu söylemişti. Elbette okuyoruz dünyanın bir ucundan yazan yazarları. Mesela Isabel Allende’yi okuyorum diyelim. Müthiş etkileniyorum, kitap beni uçuruyor. Ama O’nu Şili’li bir okur kadar “derin” okuyabildiğimi söyleyebilir miyim? Mümkün mü bu, olabilir mi? Belki de bu soruya cevap verebilmek için bir kitabı derin okumak demek ne demek sorusunun cevabını aramamız gerekir. Derin okumaktan benim anladığım o romanı yazara yazdıran süreçleri de iyice bilmekten, bilmekten de öte doğru olarak anlamaktan geçen bir değerlendirme kapasitesine sahip olmaktır. Nasıl ki hiçbir eser yazarından tamamen bağımsız olarak değerlendirilemezse, yazarlar da kendilerini yoğuran öznel ve toplumsal süreçlerden bağımsız olarak ele alınamazlar. Yazarı o eseri vermeye, onu yaratmaya iten koşullar göz ardı edilerek, yazarın ait olduğu coğrafyanın tarihsel süreçleri ve bütün bunların onun üzerindeki etkileri irdelenmeden bir eseri okumak, anlamaya çalışmak ve bir dereceye kadar da anlamak mümkün olabilir ancak bir eserin derin okumasından bahsetmek pek de olası değildir.

İşte bütün bunlardan dolayı Neşe Yaşın’ın kitabında geçen bir çok cümlenin bende, bir Kıbrıslı’da uyandırdığı etkinin ve çağrışımlar zincirinin bir başka ülkenin okurunda da baş göstermesi mümkün değildir. Yani İnci’nin günlüğüne yazdıklarının altını “Akdenizin kuzeydoğusundaki küçük ada. Balkonunda kurşun deliği olan ev.”diye imzalamasının altında yatan yaşanmışlıkları, ne kadar çarpıcı bir dille, ne kadar büyüleyici bir kurguyla yazılırsa yazılsın İspanyadaki bir okurun “derin” okuması mümkün değildir. Oradaki derinliği ancak bir Kıbrıslı keşfedebilir. (Burada bir parantez açarak “her Kıbrıslı ”demediğimin altını çizmek isterim.) “Balkonunda kurşun deliği olan ev.”tanımlaması hayatında hiç savaş yüzü görmemiş bir Amerikalı için pek de anlamlı olmayabilir. Öte yandan, yakın tarihinde büyük bir iç savaş yaşamış olan Şilili için bir anlamı olabilir ama hiç biri benimle kitabın yazarının aynı coğrafyayı, aynı dili ve aynı kavgayı paylaşıyor, aynı tarihsel süreçleri yaşıyor olmaktan doğan “ortaklığımızın” yarattığı güçlü kavrayışa ulaşamayacaktır.

Bütün bunları, aslında 14 Ocak mitinginde sloganlarla, pankartlarla, sembollerle anlatmaya çalıştığımız derdimizin, vermeye çalıştığımız mesajların neden Türkiye’den gelen ya da gelmeyen siyasiler ve sokaktaki insan tarafından anlaşılamadığının benim düşüncemdeki izahını sizlerle paylaşmak için anlattım. Taşınan AB bayraklarının Kıbrıs Türkü için aslında, sadece, Şırnak olmak ile AB üyesi bir ülkenin yurttaşları olmak arasındaki tercihlerinin bir belirtisi olduğunu anlayamazlar. İnsansız bir toprağın yurt olamayacağını yazan pankartları taşıyanları da anlayamazlar çünkü onların ideolojisini oluşturan dil tamamen farklıdır. Bu dil onlara bireysel varlıklarının “vatan” ve “devlet” kavramları karşısında hiçbir kıymet-i harbiyesi olmadığını öğretmiş, bu dil onlara bayrağın, toprağın ve devletin insanlar için değil, insanların bu yolda gerektikçe telef edilmesi için var olduğunu belletmiş ve belletmektedir. Onların dilinde, “baba”ların, “ağa”ların, “reis”lerin sözünden asla çıkılamayacağı, onların sözünün kutsal olduğu, onların halkın “aklının kesmediği” konularda her şeyi bildikleri ve asla eleştirilemeyecekleri gözlere çekilen kara sürmeler kadar doğal gerçekler olarak yaşamları boyunca düşüncelerine örülmüştür.

Bu nedenle “Denktaş istifa” diye bağıran mitingcileri “40 yıllık dava adamı”na hakaret etmekle suçlamakta, iktidar edenlerin yaptıklarının halk tarafından sorgulanmasını “Bu ne cüret?”diye karşılamakta ve insanların yaşamlarının değerini bildikleri ve tepedekilerin keyfi istediğinde “Allah allah...”diye ölmeye koşmadıkları için “itaatsiz asiler” olarak görmekte ve hoş karşılamamaktadırlar.

Dil önemlidir ve aynı dili konuştuğunu sananlar bazen fark ederler ki aslında pek de aynı şeyi söylememekte ve çoğu zaman duyduklarından farklı anlamlar çıkarmaktadırlar.

Tijen Zeybek (17 Ocak 2003 Cuma Yenidüzen)

14 Ocak 2003

İktidar Bağımlıları

Evet, statüko bazıları için dayanılmazdır. Koltukları bir gözden geçirsenize. Ve bu koltukların sahiplerini. Hep aynı isimler değil mi? Bir oturan bir daha kalkmamış, kaldırılmamış. Ya da kalkmışsa daha büyük bir koltuğa oturmak için kalkmış. Bir yerlerden emekli olanlar başka bir yerlere genel müdür, başkan, komisyon üyesi, danışman, koordinatör vb cafcaflı isimler altında atanarak yeni ve okkalı bir maaş için mevkiler yaratılmış. Emekli lise müdürleri komisyon üyesi, emekli bakanlar kurumlara genel müdür, emekli müsteşarlar KİT’lere müdür, emekli daire müdürleri bankalara başkan, başkan yardımcısı olmuşlar. Bakanlar hep aynı, başbakan hep aynı. Kâh Ekonomi ve Maliye, kâh ayrı ayrı Ekonomi Bakanlığı, Maliye Bakanlığı, bir ara Maliye v e Gümrükler, bir başka ara Ekonomiden Sorumlu .....ne bileyim ben ne bakanlığı. Amman yandaşlardan kimse açıkta kalmasın korkusuyla ne kadar lazımsa o kadar bölüp, ne kadar lazımsa o kadar koltuk yaratarak, koltuk sayısı kadar da “statükocu” yaratmayı başarmışlar.

Sadece Annan Planı’na değil aslında herhangi bir anlaşmayla varılacak çözüme karşı çıkanlara bir bakın. Hepsi kocaman kocaman koltuklarda oturuyorlar. Hepsi en az iki, üç maaş alıyorlar, bir çoğu aile boyu koltukçu. Her şeye iktidarın o baş döndürücü zirvelerinden bakmaya o kadar alışmışlar ki başka türlü nasıl varolacaklarını bilemiyorlar. Onlar, kapılarında el pençe divan odacıların, şoförlerin kendilerinde uyandırdığı o büyüklük duygusunun esiri olmuş bağımlılardır. Birileri onlara varlıklarının ne kadar önemli olduğunu, içinde bulundukları kurumun ve dahi ülkenin onların paha biçilmez zekâlarına ne kadar da ihtiyacı olduğunu mütemadiyen hatırlatmalıdır. Sürekli zirvelerde dolanan bu “adamlar” ofislerinin kapısından girdiklerinde kendilerini bekleyen ful makyaj, ful aksesuar, ful evet efendimci, sadakatinden kuşku duymadıkları “özel sekreter”leri tarafından günaydınlanmazlarsa o gün onlar için gün değildir. İmkânı yok nefes alamaz, yaşayamaz, varlıklarını hissedemezler.

Bu güne kadar dolaştıkları zirvelerin sarhoşluğundan yüzlerinde genellikle alaycı bir gülümseme ve gözlerinde karşısındakini kayıtsız şartsız hakir gören yabancı bir bakış vardır. Uzatılan mikrofonlara konuşurken ve kameralar karşısında hep bu öğrenilmiş maske ifadelerin arkasına saklanırlar. Kendilerini bir kale gibi kuşatan kurumlarından çıkarken kapının önünde bekleyen siyah makam arabaları ve ne yanında durup, nasıl hizmet edeceğini şaşıran, emekçi olduğunu çoktan unutarak tanrılaşmış patronları karşısında ister istemez kullaşan şöförleri iktidarlarının dayanılmaz lezzetteki tadını onlara bir kez daha tattırırlar. Bu tat gün boyu, bütün icraatları boyunca ağızlarından hiç eksilmez çünkü varlık nedenleri, bağlı bulundukları rozete oy toplamak için yurttaşların zaten hakkı olanı onlara inayet gibi sunmaktan ibarettir. “Efendim çocuğun kadro meselesi...”, “Bakanım oğlanın iş konusu...”, “Sayın Yutan, söz verdiğiniz düşük faizli kredi...” Ve onlar, bütün bunlar karşısında “borcunu” nasıl ödeyeceğini bilemeyen insanların iltifatları ve minnet duygularıyla ha babam narsist duşlar alırlar.

Bu durum o kadar uzun bir süredir devam etmektedir ki, onlar için bütün bunların olmadığı bir yaşam tahayyül edilesi değildir. Bu konuda son derece haklıdırlar. Çünkü için için hissettikleri o değersizlik duygusu sonuna kadar gerçektir. Taa derinlerinde bir yerlerde varlığını duyumsadıkları ama bir türlü bilinçlerinden söküp atamadıkları bu gerçeklik, yani bulundukları yeri sahip oldukları değerli meziyetlerin varlığına değil de aslında sahip olamadıkları bir takım özelliklerin eksikliğine borçlu oldukları duygusu, koltuklarına sıkı sıkı yapışmalarına yol açar. Ve kaçınılmaz olarak statükoya. İçin için bilirler ki iktidarlarını diğer insanlarda olmayan bilgi ve becerilerine değil, onlarda var olan ama kendilerinde bulunmayan onur ve kişilik eksikliğine borçludurlar. Bu onursuzluk ve kişiliksizlik durumu o derece ruhlarına sinmiştir ki konuşma sırasında “Ben, Bakanım bu eşeği buraya bağla derse buraya bağlarım, buradan çöz şuraya bağla derse şuraya bağlarım.”diyebilmektedirler.

Bu yüzden başka bir düzen, bambaşka bir Kıbrıs onların ödünü patlatır. Sudan çıkmış balık yanlarında halt eder, perişan olurlar.

Tijen Zeybek (14 Ocak 2003 Yenidüzen)