17 Ocak 2003

Kıbrıs Türk Yazınını ya da Kıbrıs Türk Söylemini Anlamak

Neşe Yaşın’ın son kitabının tanıtım ve imza gecesinde Fikret Demirağ yazara şöyle bir soru yöneltmişti: “Kitabınızın Türkiye’de derin okumasının yapılabileceğine inanıyor musunuz?” Çok çarpıcı bulmuştum bu soruyu ve aynı zamanda da kafamda bu sorunun yanıtının evet olmasının ne kadar zor hatta imkânsız olduğu düşüncesi geçmişti. Neşe Yaşın benimle aynı fikirde değildi. Şimdi tam olarak hatırlamıyorum ama uzaklardan bir yazarın ismini vererek bizim de onları okuduğumuzu söylemişti. Elbette okuyoruz dünyanın bir ucundan yazan yazarları. Mesela Isabel Allende’yi okuyorum diyelim. Müthiş etkileniyorum, kitap beni uçuruyor. Ama O’nu Şili’li bir okur kadar “derin” okuyabildiğimi söyleyebilir miyim? Mümkün mü bu, olabilir mi? Belki de bu soruya cevap verebilmek için bir kitabı derin okumak demek ne demek sorusunun cevabını aramamız gerekir. Derin okumaktan benim anladığım o romanı yazara yazdıran süreçleri de iyice bilmekten, bilmekten de öte doğru olarak anlamaktan geçen bir değerlendirme kapasitesine sahip olmaktır. Nasıl ki hiçbir eser yazarından tamamen bağımsız olarak değerlendirilemezse, yazarlar da kendilerini yoğuran öznel ve toplumsal süreçlerden bağımsız olarak ele alınamazlar. Yazarı o eseri vermeye, onu yaratmaya iten koşullar göz ardı edilerek, yazarın ait olduğu coğrafyanın tarihsel süreçleri ve bütün bunların onun üzerindeki etkileri irdelenmeden bir eseri okumak, anlamaya çalışmak ve bir dereceye kadar da anlamak mümkün olabilir ancak bir eserin derin okumasından bahsetmek pek de olası değildir.

İşte bütün bunlardan dolayı Neşe Yaşın’ın kitabında geçen bir çok cümlenin bende, bir Kıbrıslı’da uyandırdığı etkinin ve çağrışımlar zincirinin bir başka ülkenin okurunda da baş göstermesi mümkün değildir. Yani İnci’nin günlüğüne yazdıklarının altını “Akdenizin kuzeydoğusundaki küçük ada. Balkonunda kurşun deliği olan ev.”diye imzalamasının altında yatan yaşanmışlıkları, ne kadar çarpıcı bir dille, ne kadar büyüleyici bir kurguyla yazılırsa yazılsın İspanyadaki bir okurun “derin” okuması mümkün değildir. Oradaki derinliği ancak bir Kıbrıslı keşfedebilir. (Burada bir parantez açarak “her Kıbrıslı ”demediğimin altını çizmek isterim.) “Balkonunda kurşun deliği olan ev.”tanımlaması hayatında hiç savaş yüzü görmemiş bir Amerikalı için pek de anlamlı olmayabilir. Öte yandan, yakın tarihinde büyük bir iç savaş yaşamış olan Şilili için bir anlamı olabilir ama hiç biri benimle kitabın yazarının aynı coğrafyayı, aynı dili ve aynı kavgayı paylaşıyor, aynı tarihsel süreçleri yaşıyor olmaktan doğan “ortaklığımızın” yarattığı güçlü kavrayışa ulaşamayacaktır.

Bütün bunları, aslında 14 Ocak mitinginde sloganlarla, pankartlarla, sembollerle anlatmaya çalıştığımız derdimizin, vermeye çalıştığımız mesajların neden Türkiye’den gelen ya da gelmeyen siyasiler ve sokaktaki insan tarafından anlaşılamadığının benim düşüncemdeki izahını sizlerle paylaşmak için anlattım. Taşınan AB bayraklarının Kıbrıs Türkü için aslında, sadece, Şırnak olmak ile AB üyesi bir ülkenin yurttaşları olmak arasındaki tercihlerinin bir belirtisi olduğunu anlayamazlar. İnsansız bir toprağın yurt olamayacağını yazan pankartları taşıyanları da anlayamazlar çünkü onların ideolojisini oluşturan dil tamamen farklıdır. Bu dil onlara bireysel varlıklarının “vatan” ve “devlet” kavramları karşısında hiçbir kıymet-i harbiyesi olmadığını öğretmiş, bu dil onlara bayrağın, toprağın ve devletin insanlar için değil, insanların bu yolda gerektikçe telef edilmesi için var olduğunu belletmiş ve belletmektedir. Onların dilinde, “baba”ların, “ağa”ların, “reis”lerin sözünden asla çıkılamayacağı, onların sözünün kutsal olduğu, onların halkın “aklının kesmediği” konularda her şeyi bildikleri ve asla eleştirilemeyecekleri gözlere çekilen kara sürmeler kadar doğal gerçekler olarak yaşamları boyunca düşüncelerine örülmüştür.

Bu nedenle “Denktaş istifa” diye bağıran mitingcileri “40 yıllık dava adamı”na hakaret etmekle suçlamakta, iktidar edenlerin yaptıklarının halk tarafından sorgulanmasını “Bu ne cüret?”diye karşılamakta ve insanların yaşamlarının değerini bildikleri ve tepedekilerin keyfi istediğinde “Allah allah...”diye ölmeye koşmadıkları için “itaatsiz asiler” olarak görmekte ve hoş karşılamamaktadırlar.

Dil önemlidir ve aynı dili konuştuğunu sananlar bazen fark ederler ki aslında pek de aynı şeyi söylememekte ve çoğu zaman duyduklarından farklı anlamlar çıkarmaktadırlar.

Tijen Zeybek (17 Ocak 2003 Cuma Yenidüzen)