Gene elektrikler kesik. Bugün bu üçüncü oluyor. Evdeki elektronik eşyaların ömürlerinden epey eksilmiştir herhalde. Onun da ötesinde insanda sinir diye bir şey kalmıyor. Elinizi nereye atsanız çalışmıyor. Bir zırt pırt kesilen elektriklere bakıyorum bir de Lefkoşa-Mağusa arasındaki kavşakları ışıklandırma çabalarına. Gülsem mi ağlasam mı bilemiyorum yani. neyyyse! deyip geçemiyoruz da. Ne de olsa biz dizi falan çekmiyoruz buralarda. Hayatımızın filmindeyiz. Bu filmin tekrarı yok, yenisi yok, bölümü falan hiç yok. E artık bir şeyleri bilsek iyi olacak. Klimaların ve sobaların çalıştırılmadığı çok kısa bir ara mevsim bu. Temmuz, Ağustosta cehennemi sıcaklar çökünce ve klimalar gürüldemeye başlayınca bu santral ne olacak hiç bilinmez. Bir de onca ışıklandırma, lambalama, süsleme, makyajlama procelendirmesinden sonra patlar matlar.
Halâ sular da akmıyor üstelik. Tıp yok çeşmeden. Bir ayı çoktan geçti, iki ay olacak bizde su mu yok. Tankerle su taşıtıyoruz eve. Her tarafımız tuza kesiyor böylece. Yerleri sildikten sonra iki kez yürüdünüz mü bembeyaz ayak izlerinizden postmodern sanat eserleri oluşuyor. Banyodan sonra saçlarınız tuhaflaşıyor, vücudunuzda tuz gölleri değilse de tuz bölgeleri oluşuyor. Durum bu. Sonra kalkıp orkinos çiftliği mi ne kurmaya kalkıyorlar memlekette. Bir yatırım aşkı, bir iş alanı açma aşkı ki üzerimdeki tuzlar kadar hoş görünüyor bu manzara da gözümüze. Ey muz bahçelerinin başbakanı, bu memlekete otuz yıldır yapmadığın bir adet ŞEY yapmak istiyorsan, şöyle Güneyde olduğu gibi iki adet deniz suyu arıtma tesisi yapsana. Ey paçalarından iyilik akan, KKTC vatandaşı, dünürsel yatırımcı, alıp balıklarını sen Afrikaya falan gitsene. Madem o kadar sırf bizim iyiliğimiz ve kalkınmamız için yapıyorsun bunca fedakârlığı, kendini paralarcasına biz muhtaçlara yardım etmek istiyorsun, biz kendi hakkımızdan vazgeçtik Afrikalılar bizden daha kötü durumda, biraz da biz yardım edelim sen git oralarda kur tesislendirmelerini. Yetiştir tosun tosun orkinoslarını, sat. Bizden yanı helal olsun yani. Daha ne diyelim.
Şimdi şurada şunu da söylemeden geçemeyeceğim. Şimdi şu koltuk egemenleri olağanüstü güzellikte bir iş yapmaya kalksa bu halkı zor inandırır. Bir kere otuz bin fit derinliğinde bir güvensizlik var. Onca yaşanandan sonra, onca tecrübe, onca kafalarımızı duvara çarpmadan sonra böyle de bir DE FACTO durum var yani. Hani içinde bulunduğumuz durumu bize kabul ettirmek için ABdir, BMdir, ABDdir ha bire bu de facto kelimeciğini ortaya sürerler ya. Bu da ondan işte. Güvenmiyoruz. İnanmıyoruz. Mümkünatı yok geçen yıllar için affetmiyoruz. Başka şans mans yok yani. Ortaya atılan her işe de derinnnnn kuşkularla bakıp muhalefet edeceğiz. DE FACTO durum bu. On yıllardır bu memleketin su sorununu çözemeyen, elektrik sorununu çözemeyen, ne dünyayla ne de Rumlarla hiçbir uzlaşmaya varamayan, topu başı ikiyüzbin kişilik vatandaşını doyuramayan, eğitim sistemini abuk subukluktan kurtaramayanlar artık bundan sonra ne yapabilirler ki? Gidip muz bahçelerinde serinlesinler, yılanlı adalarda yılan dansı yapsınlar, Ebru Gündeşe kuşlarıyla ilgili rapor yazsınlar, öteki dünyada görüşmeci lazım ederse diye görüşmelerde kullanılmak üzere (ve öte dünyanın Kleridesine anlatılmak üzere) seks fıkraları biriktirsinler. Ruhsal olarak de facto durumumuz bu, külliyen.
Ha bir de şükran kelimeciğinin muhalefetçesi var itiraz edeceğim: ona da bu güne kadar verdikleri için teşekkür etmek deniyor. Ben kendi adıma söyleyeyim hiç de böyle bir borçluluk hissetmiyorum. Alınanlar ve çalınanlar verilenlerden çok çünkü. Başımıza Hala Sultan taşından büyük taşları kondurup, ömürlük evladiyelik tutanlar da o verenler çünkü. De facto durumlar yaratıp, işlerine gelince devlet kurup işlerine gelmeyince terörle mücadele deyip bu kendi yarattıkları durumdan faydalananlar da onlar.
Başbakan miting alanındaki sloganlardan ötürü gidip bizim adımıza özür dilediğinde nasıl midem bulandıysa teşekkür konusunda da aynen öyle bulanıyor.
Bu da böyle.
Tijen Zeybek (3 Haziran 2003-Yenidüzen)
4 Haziran 2003
Kuzey Kıbrıslı İçin Devlet Bereketi
Sanırım, içinde bulunduğumuz koşulların ve bireysel olarak boğuşmak zorunda kaldığımız devlet bereketinin dünyada bir eşi benzeri daha yoktur. Kıbrıs Türk halkı dünya indinde devletsizken, Kıbrıs adası içinden, adalı ve özellikle de kuzeyli biri olarak bakıldığında bireyin en az üç devletli bir yapıyla kuşatılmış olduğunu görürsünüz. Ayrıca bu birey, her biri içinde ayrı ayrı varoluş mücadelesi vermek ve kimliği konusunda yapılan baskı ve dayatmalara karşı da direngen olmak durumundadır. Bütün bunları iyice anlamak için çok özet bir şekilde sıralayalım;
1. Dünya hukuku açısından olmayan, ama kendi halkını Gelen Türk giden Türk felsefesiyle yok oluşa terk etmek için dimdik ayakta olan KKTC rejimi.
2. Kendi çıkarlarıyla kurtarıcısı olduğu ülkenin çıkarları çatıştığı anda, insan faktörünü tamamen dışlayarak adaya uçak gemisi muamelesi yapan, dünyanın en büyük insan ihraç eden ülkelerinden biri olan Türkiye Cumhuriyeti.
3. 23 Nisan 2003 tarihinden itibaren, otuz yıldır kimliği dünya ve TC tarafından reddedilen Kıbrıs Türkünün, Kıbrıs Cumhuriyeti kimliği ve pasaportu ile bireysel haklarına kavuşma ve varlığını tescil ettirerek geleceğini güvence altına alma kaygısıyla 1963 yılında bağlarını kopardığı, şu anda Rumların egemenliği altında bulunan Kıbrıs Cumhuriyeti devletiyle olan ilişkisi.
Bütün bunlar, tepesindeki devlet bolluğuna rağmen; varlığını, kimliği ile, hukuku ile dünyaya kabul ettirememiş ve dünyanın tanıdığı bir devlete sahip olamayan Kuzey Kıbrıs halkının, bir sorunlar yumağının tam ortasında verdiği kavgada hâlâ ayakta durabilme ve çözüm istemede diretme gücünün tükenmesine bağlı olarak bir yerlere evrilecektir.
Ancak, sıraladığım devlet bereketinin hangi alanlarda, günlük hayatı nasıl etkilediği konusunu birazcık açmak gerektiği kanısındayım. Bugün Kıbrısın kuzeyinde yaşayan insanlar dünyayla olan ilişkilerinde, günlük hayatlarını sürdürürken kurdukları ilişkilerde, ülkelerinin diğer yarısı ve TC ile olan ilişkilerinde her alanda ayrı ayrı, birbiri ile çelişen, birbirini reddeden otoritelerle boğuşmak durumundadır. Örneğin; bugüne kadar neredeyse şu andaki nüfusunun yarısı kadarını barındıran İngiltereye (ya da başka herhangi bir ülkeye) gitmek isteyen Kıbrıs Türkü, TC pasaportu almak ve bu pasaportla vize başvurusunda bulunmak zorundaydı. Binbir zorluk ve itilip kakılmadan sonra vize almayı başaranlar da Türkiye üzerinden, İstanbul ya da İzmirde aktarmalı ve bu yüzden de çok pahalı bir şekilde yabancı ülkelere uçabiliyordu. Dolayısıyla dünya ile bağ kurmak için TC devleti ile ilişki içinde olmak, onun pasaportunu, uçak alanlarını kullanmak zorunda kalıyordu. Ayrıca KKTCyi tanıyan tek ülke olma iddiasındaki TC devleti Kuzey Kıbrısta bulundurduğu, KKTC devleti bütçesinden daha büyük bir bütçeye sahip elçiliğiyle hayatın her alanında, aktif olarak toplumsal yaşamın düzenlenmesinde etken olmaktadır.
Öte yandan, dünyanın tanımadığı, Kuzey Kıbrıs sınırları dışında hiçbir anlam ifade etmeyen KKTC kimlik kartı ve pasaportu da günlük hayatımızın, kendi iç düzenimizin sürdürülmesinde kullanılan belgeler olma dışında bugün çok önemli bir başka işlevi de hayli ironik bir biçimde üstlenmektedir. Yurdumuzun öte yanına, yani Güneye geçerken kullanıyoruz bu belgeleri.
Şimdilerde dünyanın tanıdığı, eskiden de sahip olduğumuz Kıbrıs Cumhuriyeti kimlik ve pasaportlarımıza geri dönüyoruz. Kıbrıs Cumhuriyeti ile olan ve 1963 yılında kopan bağlarımızı yeniden, ama hayli de karışık bir yoldan tekrar kurmaya başlıyoruz. KKTC kimlik ve pasaportları bir çeşit iç hatlar seyahat belgeleri konumuna yerleşirken, dış hatlar ya da dünya ile bağlantı hatları için Kıbrıs Cumhuriyeti belgelerimize dönüyoruz.
Bütün bunlar biraz absürd ve fazla değil mi? Ben, Kuzey Kıbrısta yaşayan Kıbrıslı Türk, bir birey olarak yaşantımı sürdürürken varlığımı ve kimliğimi ancak üç devlet üzerinden ortaya koyabiliyorum. Peki ben kimim? Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşı mı? KKTC vatandaşı mı? TC ile olan ilişkim nedir? Eğer ben Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşı isem, ki kimlik ve pasaportunu kullandığıma göre öyleyim, Denktaş ve UBP-DP hükümeti kimi temsil ediyor?
Daha çok soru var. Ve yaşam yumağı bizim için hayli karışık olmaya devam ediyor.
Tijen Zeybek (Evrensel)
1. Dünya hukuku açısından olmayan, ama kendi halkını Gelen Türk giden Türk felsefesiyle yok oluşa terk etmek için dimdik ayakta olan KKTC rejimi.
2. Kendi çıkarlarıyla kurtarıcısı olduğu ülkenin çıkarları çatıştığı anda, insan faktörünü tamamen dışlayarak adaya uçak gemisi muamelesi yapan, dünyanın en büyük insan ihraç eden ülkelerinden biri olan Türkiye Cumhuriyeti.
3. 23 Nisan 2003 tarihinden itibaren, otuz yıldır kimliği dünya ve TC tarafından reddedilen Kıbrıs Türkünün, Kıbrıs Cumhuriyeti kimliği ve pasaportu ile bireysel haklarına kavuşma ve varlığını tescil ettirerek geleceğini güvence altına alma kaygısıyla 1963 yılında bağlarını kopardığı, şu anda Rumların egemenliği altında bulunan Kıbrıs Cumhuriyeti devletiyle olan ilişkisi.
Bütün bunlar, tepesindeki devlet bolluğuna rağmen; varlığını, kimliği ile, hukuku ile dünyaya kabul ettirememiş ve dünyanın tanıdığı bir devlete sahip olamayan Kuzey Kıbrıs halkının, bir sorunlar yumağının tam ortasında verdiği kavgada hâlâ ayakta durabilme ve çözüm istemede diretme gücünün tükenmesine bağlı olarak bir yerlere evrilecektir.
Ancak, sıraladığım devlet bereketinin hangi alanlarda, günlük hayatı nasıl etkilediği konusunu birazcık açmak gerektiği kanısındayım. Bugün Kıbrısın kuzeyinde yaşayan insanlar dünyayla olan ilişkilerinde, günlük hayatlarını sürdürürken kurdukları ilişkilerde, ülkelerinin diğer yarısı ve TC ile olan ilişkilerinde her alanda ayrı ayrı, birbiri ile çelişen, birbirini reddeden otoritelerle boğuşmak durumundadır. Örneğin; bugüne kadar neredeyse şu andaki nüfusunun yarısı kadarını barındıran İngiltereye (ya da başka herhangi bir ülkeye) gitmek isteyen Kıbrıs Türkü, TC pasaportu almak ve bu pasaportla vize başvurusunda bulunmak zorundaydı. Binbir zorluk ve itilip kakılmadan sonra vize almayı başaranlar da Türkiye üzerinden, İstanbul ya da İzmirde aktarmalı ve bu yüzden de çok pahalı bir şekilde yabancı ülkelere uçabiliyordu. Dolayısıyla dünya ile bağ kurmak için TC devleti ile ilişki içinde olmak, onun pasaportunu, uçak alanlarını kullanmak zorunda kalıyordu. Ayrıca KKTCyi tanıyan tek ülke olma iddiasındaki TC devleti Kuzey Kıbrısta bulundurduğu, KKTC devleti bütçesinden daha büyük bir bütçeye sahip elçiliğiyle hayatın her alanında, aktif olarak toplumsal yaşamın düzenlenmesinde etken olmaktadır.
Öte yandan, dünyanın tanımadığı, Kuzey Kıbrıs sınırları dışında hiçbir anlam ifade etmeyen KKTC kimlik kartı ve pasaportu da günlük hayatımızın, kendi iç düzenimizin sürdürülmesinde kullanılan belgeler olma dışında bugün çok önemli bir başka işlevi de hayli ironik bir biçimde üstlenmektedir. Yurdumuzun öte yanına, yani Güneye geçerken kullanıyoruz bu belgeleri.
Şimdilerde dünyanın tanıdığı, eskiden de sahip olduğumuz Kıbrıs Cumhuriyeti kimlik ve pasaportlarımıza geri dönüyoruz. Kıbrıs Cumhuriyeti ile olan ve 1963 yılında kopan bağlarımızı yeniden, ama hayli de karışık bir yoldan tekrar kurmaya başlıyoruz. KKTC kimlik ve pasaportları bir çeşit iç hatlar seyahat belgeleri konumuna yerleşirken, dış hatlar ya da dünya ile bağlantı hatları için Kıbrıs Cumhuriyeti belgelerimize dönüyoruz.
Bütün bunlar biraz absürd ve fazla değil mi? Ben, Kuzey Kıbrısta yaşayan Kıbrıslı Türk, bir birey olarak yaşantımı sürdürürken varlığımı ve kimliğimi ancak üç devlet üzerinden ortaya koyabiliyorum. Peki ben kimim? Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşı mı? KKTC vatandaşı mı? TC ile olan ilişkim nedir? Eğer ben Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşı isem, ki kimlik ve pasaportunu kullandığıma göre öyleyim, Denktaş ve UBP-DP hükümeti kimi temsil ediyor?
Daha çok soru var. Ve yaşam yumağı bizim için hayli karışık olmaya devam ediyor.
Tijen Zeybek (Evrensel)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)