31 Mart 2003

“Hırsız” Polisler

Hava gene çok soğuktu ve yeni bir yolculuk başlamıştı. Yeni bir direniş ve yeni bir eylem vardı. Halk, Meclis’in kendisinden esirgediği referandumu yapmaya kararlıydı. Referandum ateşi de barış ateşleri gibi Kuzey Kıbrıs’ın tümünü sarmıştı. Her yürek tek tek, ama her nasılsa bir bütün olarak atıyordu. Gasp edilen irade mutlaka ortaya konulacak ve bu sivil toplum örgütleri tarafından gerçekleştirilecekti. Rejimin bütün tehditleri ve devlet destekli, faşist yapılanmaların tüm şiddet gösterilerine ve baskılarına rağmen halk örgütlerine güveniyor, Bu Memleket Bizim Platformu’na güveniyor ve kendi kaderini tayin hakkından vazgeçmiyordu. 25 Mart gecesi “barış ateşinin” yandığı ilk köy olan Elye’de (Doğancı) sandık kurulacak ve Annan Planı temelinde bir çözüm ve AB üyeliği oylanacaktı. Bu bir eylemdi ve Kuzey Kıbrıs halkının, kendi geleceği hakkında karar verme hakkına el koyanlara karşı tepkisini dile getireceği bir direnişti. İnsanlar en doğal hakları olan referandum hakkından mahrum bırakılmalarını sineye çekmediklerini, Denktaş’ın ve KKTC Meclisi’nin kendilerinden esirgediği bu demokratik haktan asla vazgeçmeyeceklerini ve bu konudaki kararlılıklarını ortaya koyacaklardı.

Buz gibi soğuk havaya ve yağmura rağmen önceden kararlaştırılan yerde birikmeye başladı insanlar. Elyeliler köy dışından gelecek barış yanlısı misafirler için zeytinli, hellimli çörekler ve içecekler hazırlamışlardı. Daha meydanın girişinde kocaman bir barış ateşi, rüzgârlı hava ve yağmura rağmen tutuşturulabilmiş, alev alev yanıyordu. Az sonra, Denktaş’ın Lahey’de Annan’ın başlattığı çözüm sürecini sekteye uğratan davranışından sonra Meclis’i boykot eden muhalefet milletvekilleri de geldiler.

Heyecan doruktaydı. Aslında bu, ülkede doruğa çıkan çözümsüzlük içinde, dünyadan tecrit edilmiş olarak yaşamaya mahkûm edilen insanların “dünyaya dahil olma” özlemiydi. Kuzey Kıbrıs insanında doruğa çıkan, silahların gölgesinde, askeri bölgeler arasına serpiştirilmiş siviller olarak yaşamaktan bıkan insanların “olağan” yaşama dönme arzusuydu. Yıllardan beridir bölünmüş bir ülkede yaşamak zorunda kalan ve yurt bildiği adasının diğer yarısına gitmesine izin verilmeyen bir halkın isyanıydı. 1974 sonrasında kavuştuğunu zannettiği özgürlüğe, barışa ve bağımsızlığa aslında hiçbir zaman sahip olmadığını idrak eden bir halkın bir kez daha kandırılmaya itirazıydı doruğa çıkan.

Muhalif milletvekillerinin konuşmalarını sık sık sloganlarla kestiler, onları coşkuyla alkışladılar. Yepyeni bir umut ışığı doğmuştu ve neredeyse iki yıldan beridir arkasından koştukları, sıkı sıkıya bağlandıkları bu ışığın söndürülmesine izin vermeyeceklerdi. Kopenhag’dan sonra vazgeçmedikleri gibi Lahey’den sonra da vazgeçmeyeceklerdi barıştan.

Ancak, daha milletvekillerinin alana gelmesiyle fark edildi ki, neredeyse her insana bir polis düşecek kadar kalabalık bir güvenlik ordusu belirmişti etrafta. Coplu, kalkanlı polisler hazır olda bekliyorlardı. Milletvekillerinden birinin “sandık meraklılarının sandığı alacağı” söylentisine karşı sandığı kucağında sıkı sıkı tutacağı ve herkesin oyunu bu şekilde sandığa atacağı çağrısından sonra ortalık birden bire karıştı. İnsanlar daha ne olduğunu anlayamadan yüzlerce polisin itiş kakışı ve copuyla karşı karşıya kaldılar. Polis gücü, halkla beraber hareket etmeyi seçerek, Meclis’te yaptıramadıkları referandumu meydanlarda yapmaya kalkan muhalif milletvekillerinin dokunulmazlık hakkını çiğnemekte en ufak bir tereddüt göstermemişti. Muhalif milletvekilinin kucağında sıkı sıkı tuttuğu sandığı zor kullanarak elinden alan bir polis, diğerlerinin kendisine açtığı yoldan koşarak uzaklaştı.

Hem şiddetin dehşetini yaşıyor hem de olayın absürdlüğü karşısında şaşırmadan edemiyorduk. “Hırsız” polisler sandığımızı çalmışlardı?! Daha sonra şiddetin arkası geldi. Polis çemberine alınan halk, orada tutsak alınmıştı ve kimsenin alandan ayrılmasına izin verilmiyordu. Ta ki, belirledikleri altı kişi kendilerine teslim edilinceye kadar. Bunlar, çeşitli sivil toplum örgütlerinin, sendikaların ve Meclis dışı bir siyasi partinin başkanlarıydı. Yani rejim “elebaşlarını” istiyordu. Ateşkes halinden kurtulup, çözüm ve anlaşma ile barışı getirmeye elverişli koşulları talep eden liderleri istiyordu. Demokrasi, insan hakları ve dünyayla bütünleşmiş bir ülkede yaşamak talebiyle yola çıkan mücadelecilerin kelleleri isteniyordu. Halk huzursuzca dalgalanıp duruyordu ama gittikçe kalabalıklaşan, coplu, kalkanlı polis ordusu ve çevik kuvvet de kararlıydı. Sonunda başkanlar tutuklanıp götürüldüler ve polis çemberi açıldı.

Belki de dünyada ilk kez, demokrasinin sembolü olan oy sandığına suç emaresi olarak el konulmuş, halk iradesinin belirmesinin aracı olan oy sandığına silah, esrar muamelesi yapılmıştı. Meydanda toplanan halk, geceyi, tutuklananların götürüldüğü karakolun önünde, yağmur ve soğuğun altında bekleşerek geçirdiler. Hemen o gece 14 sendika, ertesi gün için grev kararı aldı ve gece yaşananları protesto etmek amacıyla halkı mitinge davet etti. Ertesi gün on bini aşkın insan kararlılıklarını, yılmayacaklarını, yıllardan sonra yakaladıkları umut ışığının söndürülmesine izin vermeyeceklerini bir kez daha meydanlarda haykırdılar. “Kıbrıs’ta barış engellenemez”, “Faşizme karşı omuz omuza”, “Susma, sustukça yurdun elden gidecek”, “Denktaş istifa”, “Hain Denktaş” gibi sloganlarla yeri göğü inlettiler. Kuzey Kıbrıs’ta gelecek çok şeylere gebe.

Tijen Zeybek (29 Mart 2003-Evrensel)