24 Haziran 2013

Anlaşılamamak/Anlayamamak


Hiçbir yere dahil olamamanın yalnızlık ve özgürlük arasındaki o ince çizgisinde dengemi bulmaya çalışırken, kendimi, bana yabancı bir ritüeli izler gibi izlediğimi fark ediyorum. Bu izlek çoğunca naklen olsa da arada bir arşivden de olabiliyor. Arşivimdeki bana ait seçkileri izlerken çoğu anlaşılamamak/anlayamamak noktasındabiten hararetli ilişkilerimdeki beni de bana yabancı bulmadan edemiyorum. Sadece bu kadarla kalsa iyi, işintuhafı benimle ilişkide olan ötekine de yabancılık duyuyorum. Arşiv görüntülerde yer alan ben ve öteki muhabbetine karşın izlekteki ben’in her ikisini de kendine bunca uzak buluşu nasıl mümkün olabilir.

Anlaşılamamak/anlayamamak temelli ayrılıklarda bir “şey”in içinden o “şey”in dışına fırlatıldığım duygusuna kapılmadan edemiyorum.  Bu “şey” aşk olur, şiir olur, yazı olur, gül olur, dostluk olur, kavga olur fark etmez.  Böylesi hızlanmış yürek atışı eşliğinde yaşanan “dışındalık” özgürlükten çok yalnızlığa yakın durur. Çok “sen” olursun, çok “iç’ten” olursun aşktan kovulursun. Çok “sen” çok “iç’ten” olunca yakındır şiirden, yazıdan da kovulursun. Hatta bu çok kendin olma halinde ısrarcı olursan “şair”den de “yazar”dan da kovulma ihtimalin artar. Sakıncalı olursun.

İşte tam da bu noktada bir yolun sapağında, yeni bir yazının ilk paragrafında buluyorum kendimi. Fon müziği de ruh halime çok uygun düşüyor doğrusu. Sabahın körü  ve trafiğin gitmekle durmak arasındaki tereddüdünün bunalttığı “ben” radyonun düğmesine dokunuyor. Trafiğin akışına münasip ikircikli bir ses bol tekrarlı söylemiyle bir çocuğa belletir gibi belletmek niyetinde söylediklerini. Oysa sesindeki ikircikli tını, tekrarları anında etkisiz ve sıkıcı kılıyor farkında değil.  Ses, gazeteden okuyacağı kötü haber dolayısıyla peşinen özür diliyor ve haberin ardından sünnet edilen çocuğun ağzına tıkılan lokum gibi “Haydi! Biraz gülümseyin”demeyi de ihmal etmiyor.  Bir kötü haber, bir “Lütfen gülümseyin”, bir kötü haber daha, arkasından “N’ooolur gülümsemeyi ihmal etmeyin” Bu Çetin Altan’vari sunuma biraz değil çok gülüyorum ben. Programcının 23 Nisan çocuğu kılıklı haline mi yoksa biz dinleyenleri sünnet çocuğu yerine koyma niyetine mi güldüğüme karar veremiyorum.

Gene kendi her şeyin “dışında” olma duyguma dönüyorum. Kolay oluyor. Bunun için topu başı iki düğmeye basıyorum; biri radyonun, diğeri arabanın camının. İşte düşüncelerimle birlikte ve böyle olunca da tüm arşivimle birlikte dört tekerlekli bir kavanozdayım.  Hazır bu moddayken  “kavga”dan son kovuluşumdan aldığım yaraların bir çetelesini tutmaya karar veriyorum. Kendimi iyice yokluyorum. Kısa bir süre sonra kovuluş envanterim dökülüyor ortaya; epeyce yazı, birkaç deneme, üç beş şiir, birkaç öykü. Hiç de fena değil. Buraya kadar iyi de  “yazı” ve “şiir”den kovuluşumun içimi burkan acı sıvısından nasıl kurtulacaktım. Bu acının yazı olarak, öykü olarak hatta şiir olarak çıkacağı yoktu içimden. Sürekli bir yürek kütürtüsüne dönüşen, sivri uçlu, kocaman bir kaya gibi duruyordu içimde. Kavga’dan kovulmak katlanılabilir bir şey iken  “şiir” ve “yazı”dan kovulmak katlanılabilir bir şey olmamakta ısrarcıydı. Kavga’dan kovulmak herhangi bir ihanete uğramışlık duygusu uyandırmazken “şiir” ya da “yazı”dan kovulmak arabesk bir ihanet duygusu barındırıyordu içinde.

Gene çok fazla, gereğinden fazla “ben” oluyorum bu satırlarda. “İç’ten”liğimin doz aşımına uğruyorum ve bu doğal olarak bir zehirlenmeye yol açıyor. Ayrıca samimiyetin de bu kadarı son derece sakıncalı bir boyut katıyor ilişkilerime. Yazma eylemim bir çeşit “glastnost” ve “perestroika”ya (yazılışını boş veriyorum bu anda) dönüşüyor ve buna rağmen ben soyunmaya doyamıyorum hâlâ.  Arşivden sürdüğüm izler yeni bir kararın eşiğine getiriyor beni. Ödünç şemsiyeyi verip yazılarımı almanın zamanı gelmiştir belki de. Ödünç şemsiyeyle birlikte ödünç kavgayı da verecektim kuşkusuz. Ödünç zamanı, ödünç mekânı ve ödünç meydanı da. Son kovuluşumun izlerini üzerimden silme iddiasındaki, her türlü “hesap verme” yükünden azat olduğunu söyleyen Sisifos, iddiasının hesabını veremeyerek en iyisinin bu iddiadan vazgeçmek olduğuna karar vermişti anladığım kadarıyla. Eh şaşılacak çok şey de yoktu bunda.  Bir kez daha eşikten dönmenin marazı yanında bir kez daha haklı çıkmanın rahatlığı bir tavla kutusu gibi koltuğumun altında, bir türlü hiçbir “şey”e dahil olamamanın bildik duygusuyla köşeme dönüyorum.    



Tijen Zeybek
25/04/02

AKIŞ NEYEDİR

“Hangi nehrin akarsuyudur baktığın?” diye sorarak başlayalım bugün hayata. Sorularla uyanalım ki sabah çiyinde göz göze geldiğimiz sürgün bir cevap olabilsin bütün bunlara.  Ay ve güneşin gökyüzünde işaretleştiği saatlere denk getirelim zamanı. Öyle yapalım ki şaşkınca bakan birileri varsa etrafımızda onlara vereceğimiz cevaba katmerli bir doğa mucizesi eşlik etsin.  Hayatın sürprizlerini hiyerarşi içinde sıraya sokup çözülecek problemler olarak görenlere “Evet.”diyelim cesurca. Evet, ne yardan ne de serden geçmiyorum ben. Ne aydan ne de güneşten. Baksanıza nasılda mucizeyi gündelik bir şey gibi seriyorlar ayaklarımızın altına.
Dahaları varsa aşklarımızı, arzularımızı ve kavgalarımızı sıraya dizerek yaşamamızı isteyen; Kıbrıs meselesi öncelikli sorunumuzdur diyen, kahkahalarla gülelim onlara. Gülelim ve diyelim ki hem köpeği tok hem ekmeği bütün istemeye devam edeceğim ben.

Benim gözümü diktiğim nehirlerin suyu insana dair olan her şeye ama her şeye akar, duraksız. Bugün kavgayadır akış yarın aşkadır. Sabah güneşeyse uyanış akşam ayadır, yıldızadır. İkindileri rüyasız, serin uykulara akar suyum bazen. Gün olur kırmızı gül desenlidir varoluş, gün olur kurutulmuş kına çiçeği yaprağıdır. Doğam buyken, mevsimler dört, renk sayısızken, çiçek sonsuz, gökyüzü bitimsiz ve yıldızlar her şeyden çok iken nasıl sırt çeviririm bütün bunlara. 

Bir Mayıs gününde imkânsızlığından seversiniz birini, oysa o size ağzınızdan vurulmuştur.  Kabahati şiire atar kurtulursunuz. Nasıl olsa şair *Demdir Deyip Çekiyorum hayatı içime, Ciğerlerim doluyor nefesinle, Es benimle Eyyy şiirim olan kadın, Çek beni içine buyurmuştur.  Siz de öyle yaparsınız. Bütün suçu şiire yıkar, bütün kabahati şairde bulur, sözün bittiği yere varılmıştır, söz kırılmış eylem şaha kalkmıştır dersiniz, çekersiniz hayatı derin derin içinize, olur biter.  Bu havalar buna müsaittir. Siz de kışkırtılmaya müsait olun. Bakanlar kurulu kararlarıyla üzülüp, hükümet genelgeleriyle saygı duruşunda bulunmaktan vazgeçin. Taammüden âşık olunmaz ama taammüden adam öldürülür bu dünyada. Taammüden telefonlar dinlenir, taammüden bombalar patlar. Siz de taammüden  cayın bugün işe gitmekten. Failler bulunamıyor madem ve failleri bulamayanlar dururken hiç öyle kabahatleri olmayanlar el çektiriliyor işlerinden, maaşlara zam yapılamıyor, trafik kazaları durdurulamıyor, kanser yapıcı kimyasalların domates, kabak, enginar, çilek kılığında evlerimize girmesine engel olunamıyor, çocukları ata çeviren kolej sınavları kaldırılamıyor,  tek mesaiye geçilemiyorsa,  günde on kere elektrik kesiliyorsa taammüden itaatsizliğin vakti gelmiş demektir.

Hangi nehrin akarsuyudur baktığın, diye sorun kendi kendinize. Çok durgun akar Kıbrıs’ın suları.  Ve bazen durgun akan su melânkoli yaratır.  Ve durgun akan su hayal bohçasını açandır. Serer önünüze bohçayı “taş”lar baş olur, serer önünüze bohçayı dostlar düşman, kurtlar padişah olur, serer önünüze bohçayı Temmuz’lar kanar, Ağustos yanar, ada ortasından bölünür, yarısı Rum yarısı Türk olur.  Kıbrıs’ın durgun akan suyuna kapılırsanız uzun uykularınıza kâbuslar, kaba gölgelerde yaptığınız şekerlemelere huzursuz ruhlar musallat olur.
Güpegündüz serseri kurşuna nispet serseri bir havan topu düşüverir damınıza. Güpegündüz, silâhlı askerler düşer payınıza. Derler ki “Geçemezsiniz!”. Baktığınız nehrin akarsuyu dingin olduğu için siz de geçmezsiniz. Yani demem o ki “geçmeyiverirsiniz” olur biter. 

Ben diyorum ki azgın akan suyu arasak artık, deli deli coşan, akış batıyayken doğu diye tutturan... Hayal bohçasını kapatsak artık, birkaç tane de düğüm atsak üstünden.   Desek ki “Göstermiyoruz kimlik-pasaport, özgürlük hemen şimdi”, desek ki “Asgari ücret bir milyar, hemen şimdi”, desek ki “Derhal imha edilsin bütün silâhlar, barış hemen şimdi”...



Tijen Zeybek
Mart, 2004


*Cumhur Deliceırmak’ın şiirinden

AH ZAMAN VAH ZAMAN


Rakamlardan ve dilimlenmiş, ayrılmış, tutulmuş, vaat edilmiş zamanlardan sıyrılmak ne güzel olurdu. Kesintisiz bir zaman.  Yani sonsuzluk. Sonsuzluk içinde sonlu olan bize bunu hatırlatan düzenlemeler olmasa. Yatma saatleri, kalkma saatleri, işe gitme zamanı, yemek yeme vakti... Böyle ayrılıp, parçalara bölününce insan hep bir şeyleri kaçırdığı duygusuna kapılıyor. İşe geç kalmıştır, yemek vakti geçmiştir, erken uyanmıştır, vaktinde uyuyamamıştır. Hep bir şeyleri “zamanında” yapamama duygusu. Yeşil yandığında azıcık ağırdan alsanız arkadaki olanca gücüyle yüklenir arabanın kornasına. “Sallanma kızım, geç kalıyoruz.” Sabahları anneler mahmur çocuklara ha bire yüklenir, “Çabuk ol sütünü iç, canlan, hadi ayakkabılarını giy, arabaya koş.” 

Zamanlar daha küçük parçalara bölündükçe tencereler de düdük çalmaya başladı.  Düdüklü tencere “ayrılmış zamanların” bir icadıdır.  Bu yaygaracı icat, ikide bir kaynayan tencereye gidip bakma, yemeğin pişip pişmediğini kontrol etme,  bazı malzemeleri belli pişme aralarında yemeğe katma gibi ona, o emek verilmiş, hak edilmiş lezzeti katan zamandan yoksun insanların olmazsa olmazıdır. 
Saat başı “di di diit, di di diit...”diye öten saatler de öyle. Nedir muştuladıkları. Ömürden geçen bir saat daha mı? Yok hayır. Kolunda o saati taşıyan bunu aklının ucundan bile geçirmez. Yetişilecek bir randevusu, bitirilecek bir işi vardır. Uğruna yaşamı ıskaladığı. Saatlerin zilleri yağmurdan sonraki toprak kokusunu derin derin içinize çekmenizi ve doğaya can katan damlacıkları seyretmeyi kaçırmamanızı hatırlatmak için çalmaz asla.  Ya da yazın son demlerinde batan güneşin deniz kıyısından seyredenlere inanılmaz renkler sunduğunu ki ressamların düşlerine giren renklerdir onlar.
İşte bu bölünmüş, ayrılmış zamanlar hakiki yaşama dair ne varsa unutturur, kurgusal yaşama ayak uydurmanızı sağlarlar. Öyle ki bir süre sonra isteseniz bile kapıldığınız bu koşuşturma burgacından çıkamaz, kurtulamazsınız.

Meselâ ben. Sabahın o en serin zamanında, üstüne üstlük geceden onca uykusuz kalmışlığım da varken, beynimin kıvrımlarına yılların yerleştirdiği o lânet olası saatin çalmayan zilini duymadan edemiyorum.  O zilini sessizce ama ısrarla çalar benim için. Her gün. Aynı vakitte. Sabahın altısında pat diye, evet evet PATT diye uyanıyorum.  Beynim üstüne düşeni yapmış olmanın, beni uyandırmış olmanın rahatlığıyla hemen günlük işleri plânlamaya girişirken ben, o HAKİKİ, henüz tam “uyanmamış” ben kısacık bir süre bu iki dünya arasında kararsız kalırım.  Durduramıyorum. ‘Stop’düğmesi falan yok, içime işlemiş, beni oraya buraya yetiştirme telâşıyla, bayram, yortu demeden sabahın köründe uyandıran bu saatin. 
Oysa gündüzün geceyi ve gecenin gündüzü kovaladığı, aydınlık ve karanlık dışında bölünmemiş mucize zamanlar da yaşamak isterdim. Gün doğumundan gün batımına kadar olan sürenin 24’e bölünmediği “bütün” bir gün isterdim. O güzelim sonsuzluk duygusunun içinde asılı kalmak, öyle boşlukta, bir saatin sarkacı gibi, geçen zamandan bağımsız, sallanıp durmak isterdim.
Herkesin her şey olduğu, herşey olmak için koşturduğu bu zamana inat, sessiz, zamansız, bilge bir saat sarkacı olabilirim ben. 


Tijen Zeybek
06/08/01


AĞAÇLARA KIYMAYIN EFENDİLER


Kırlangıçlar geldi gelmesine de hepsinde bir küskünlük var bu sene. Tek tek yüzlerine baktım... hepsinde dehşetli bir hüzün vardı. Utandım, soramadım, neden diye? Soracak yüzüm mü var. Demezler mi, dallarında yuvalarımızı bıraktığımız ağaçları size emanet etmiştik, demezler mi, hani nerde o güzelim hanaylar.  Ağaçsızlık bu,  bulutsuzluk, yağmursuzluk. Bir ben bilirim acısını, bir de kuşlar. Betona teslim bir ülkenin kanadı kırık kuşları oldu kırlangıçlar. Herkes ağlar buna, Alıç da ağlar, Zeytin de ağlar. Mesarya mı? Hiç sormayın. Mesarya kendi intiharını yaşar.

Gelişmenin bedeliymiş betonlaşma. Öyle mi?  Hangi gelişmenin bedeli bu. İnsanlığın gelişmesinin mi? Betonlaşarak gelişince daha az aç insan mı olacak, dilenen çocuklar olmayacak mı sokaklarda.  Daha güler yüzlü mü olacak insanımız, daha mı huzurlu dalacak uykularına. Binlerce arabayı da gelişmenin bir sonucu diyerek sokmadık mı hayatımıza? Şimdi baksanıza halimiz nice oldu. Bütün ovalar asfalt, bağlar bahçeler yol olduş. Kaldırımlar da işgal altında. Yetmedi arabalara memleket, yetmeyecek de. 

Şimdi sıra sahillere geldi, ormanlara geldi. Son otuz yılda yaptığımızdan daha çok inşaat yapmışız son iki yılda. Bütün Karpaz ve Girne ve Lefke ve Lefkoşa ve Mağusa, hepsi betona teslim. Peki, bir sabah uyanıp da kendimizi yabancı hissedince ülkemize, küsmeyecek miyiz hayata? Bir sabah uyanıp da kendi coğrafyamız yedi kat yabancı görünürse gözümüze canımız yanmayacak mı?  Onca dikenli tel, onca askeri bölgeden sonra betonlarda mı hürriyet?  Çıplak ayak yürüyüp tuzlu sularında ayaklarınızı ıslatamadıktan sonra neye yarar sahil, altın kumlarında rüzgârla, oynaşıp, dalgayla kırıştırıp, avuç dolusu deniz kabuğu toplayamadıktan sonra neye yarar ada. Adalı olmak artık mümkün mü bundan sonra...

Kim durduracak bu talanı. Var mısınız kavgaya? Hani Yeşil Barış Hareketi, nerde bu coğrafyanın çevrecileri?  Bakınız, çok ruhsuz bu binalar, bakınız, insan ruhuna çok uygunsuz bu apartmanlar.  Lefkoşa- Mağusa yolunu yaparken asırlık okaliptüsleri katlettiklerinde kocaman bir yara açılmıştı yüreğimde. Ovam kararmış, evim gölgesiz kalmış, sokağım yeşilinden, kendinden  uzaklaştırılmıştı.  Halâ  acıyor yüreğimdeki yara, halâ barışmadı sokağım benimle. Halâ kırgındır buna  Mesarya.

Yolcular iner, yolcular biner görürüm. Güneşin çoktan savaş ilân ettiği bu topraklarda bir avuç gölgecik arar bakışları. Bir tutam koyuluk ararşar bunca çıldırtıcı ışığın gözlerini kör ettiği öğlen sıcağında. Yoktur. Bulunamaz, ne yazık. İzlerim, tabelâların yakıcı gölgesine sığışmaya çalışırlar. Anlıyor musunuz, artık lâmarinadan medet umuyoruz “yeşil” adamızda.  Çok korkarım ağaçsız bir ülkeye uyanmaktan, çok korkarım kuş seslerinden mahrum kalmış bir hayattan. Siz de korkun. Betonlar sizi sevmez, siz de onları sevmeyin. Sesi yoktur onların, gölgesi serin değil. Rüzgâr esse hışırdamaz, yağmur yağınca dirilip, canlanmazlar. Elinizi bir ağacın gövdesinde gezdirin. Bakın, hayattır avuç içinizi gıdıklayıp duran.  Kulak verin. Her ağacın bir masalı vardır ve paylaşır sizinle, karşılıksız.

Hem hangi beton yaşar ki dört mevsimi. Siz hiç baharda çiçek açan apartman gördünüz mü? Siz hiç son baharda soyunan, baharda aşkı çağıran ve yaz boyunca sizi gölgesinde uyutan bir villâya rastladınız mı? 

Ağaçlara kıymayın efendiler, muktedirler. Eğer, eğer bunu da yaparsanız biliniz ki kendini öldürür bu coğrafya. Affetmez bizi ada. Tutamazsınız, ölüm orucuna yatar.  Suyu kirlenir, yağmuru küser, kışı gücenir ve bulutsuzluktan yanar gökyüzü. 

Issızlaşırım, ıssızlaşırız.  Zeytinsiz, alıçsız, çamsız kimin ülkesi olur buralar? Çamsız, selvisiz, efkaliptosuz yaşamak nasıldır, hangi okulda öğrenilir ve istenesi midir böylesi bir dünya?

Ağaçlara kıymayın ey insanlar. Ağaçsız kalırsanız baharsız da kalırsınız, kışsız da. Ve aşksız da elbet. Sevdasız da...


Tijen Zeybek
13-07-2004







Alıç, Rüzgâr, Çiy Tanesi, Ben


Rüzgârla oynaşmaya kalkan yalnız alıç. Haberini aldım sabah çiyinde. Taa içimde, en derinimde duydum mutluluğunu.  Nasıl da kıpır kıpırsın. E öyle ya. Su yürümüş dalına, yaprağına.  Sabah uyanır uyanmaz bir sevinç buldum içimde. Sanki ben uyurken, geceden, habersizce biri koymuş yüreğime.  Doğruldum yatağımdan. Dudaklarımın ucunda hiç nedensiz bir gülümseme benimle birlikte uyandı uykusundan. İlk işim aynaya bakmak oldu. Bak, bende yalan yok. Doğa ananın ilk çocuklarındansın sen, bilirsin.  Önceleri bu kadar değilse bile şimdilerde insanın dişisinin bir çeşit  ‘aşk’tır aynayla ilişkisi.  Ama sonra, doğayı, anamızı görmek için çektim tül perdeleri, açtım pencereleri sonuna kadar.  Sabah güneşinde ışıldayan o hercai çiy tanesi verdi haberi.  Kopup pencerenin pervazından, dudağımın ucuna düşüverdi. Serinliğiyle ürperdim.  Açıkça kavradım ki senin mutluluğunun biricik nedeni çiy tanesi. İstedim ki sana verdiği yaşam suyundan ben de içeyim, istedim ki o tanecik ben olayım, onu bana beni ona katayım. Dilimin ucuyla yaladım.  

“Yaşamı boyunca yalnızca bir kere, tek bir kere, yeryüzünün en tatlı ve en muhteşem sesiyle öten Azap Kuşu, senin dikenlerine gömerken göğsünü, dile getirirmiş ilk ve son türküsünü. Alıç ağacının dikenleri delerken minicik yüreğini daha da içlenirmiş sesi. Yeryüzündeki tüm canlılar susar,  hüzünle dinlerlermiş Azap Kuşu’nu. Çünkü en güzel şeylerin böyle büyük acılar pahasına elde edileceğini bilirlermiş. Efsane böyle dermiş.”

Duydum ki şimdi, o acımasız dikenlerin bile biraz yumuşamış.  Rüzgârla da pek sevişiyormuşsunuz. Onunla da buluştum dün gece. Düşümde. Öyle inanılmaz, öyle güzeldi ki. Kucağındaydım ben. Önce sarı, turuncu yaprakları havalandırdık yerden. Sonra onları da katıp aramıza bulutlara çıktık. Görecektin Alıç Ağacı. Öyle dağıttık öyle dağıttık ki onları. Önce çok güldüler bizimle. Sonra kovaladılar bizi. “Gidin artık. İşimiz gücümüz var”diye.
Rüzgârla ben, ikimiz de çok hınzırdık o gece. Alıp onu zeytin ağaçlarının arasında gezdirdim. Saçlarını düğümledik, yapraklarını karıştırdık iyice. En yukarıdaki dallarında asılı kalmış, doğa anamızın tatlandırdığı zeytinlerden yedik.  İnan ki gene uslanmadık sevgili Alıç. Çocukluğumun Şeher’ine süzüldük sonra.  Öyle mahzun, öyle içliydi ki, sorma.  Biraz dertleştik Lefkoşam’la. Neler anlattı neler.

Öylesine coşkun, öylesine şımarık, öylesine azmıştık ki rüzgârla. Dur durak bilmeden koşturup, estik yaşlı, sessiz, sitemkâr sokaklarında.  Bir eski ‘anı’nın hıçkırıklarını duyduk sonra. Bir kadın sesiydi. Hafiften içini çekti bir ara. Duyulur duyulmaz, bilinir bilinmez, görülür görülmez. Estik o yana.  Dolandık, adına şimdi Selimiye denen o muhteşem ‘dönme’nin etrafında.  Bir de erkek sesi vardı. Güzeldi adamın sesi. Buyurgan ve sevgisiz. Ve bencil, ve saklanan, ve korkan, ve direnen, ve baştan çıkan, ve kaçan. Çok aradık Alıç onları. Gecenin içinde,  karanlığın gölgelerinde, bulamadık. Ne gam.
Birkaç pencere gördük. Kapatılmaya unutulmuş. Uçurduk perdeleri, daldık içeri. Çocukları okşadık pembe yanaklarından. Nine ve dedeleri kaldırdık tatlı uykularından.  Dolaştık çıplak vücutlarında, sevişen çiftlerin. Ürperdik, ürperttik.  Üşüyerek uyandım uykumdan. Pencere açılmış, pembe-beyaz perdelerim bakakalmış rüzgârın ardından.

Tijen Zeybek   3/1/2001

Ağaç Krallığı

Her birimiz kendi küçük öykümüzü yazıyoruz sonuçta. Birer ipek böceği gibi, ya da arı veya kelebek.  Kiminki uzun kiminki kısa.  Hangisi daha önemli... Cevapsız sorular bunlar.  Ancak bir gerçek var ki öyküleri derin bir kederin, hiç olmazsa hüznün altına gömen gerçeklerimizle birlikte yazılıyor bütün olanlar.  Çarşı pazar gezerken, içimdeki onca yara berenin arasında, neredeyse zorla arayıp bulduğum o buruk sevinç tuzla buz olmaya mahkûm.  Eteğimden çekiştiren küçücük bir kız çocuğu, elinde baskül... ve gerisi hepimize çok tanıdık bir hikâye.  Bunun böyle oluşu, bunca sık kesişen hayatlarımıza rağmen, bu çocukların öykülerimizde bunca az yer alışı hazin değil mi?   Hayatımızın akışı içinde bir şekilde yolumuza çıkan, eteğimize yapışan, gözümüzün içine içine bakan bu çocuklara sırtımızı çevirip, yürüyoruz.  Sonra da derin bir iç çekip “Hayat bu” diyoruz.  

Belki de bütün mesele burada.  Hepimizin kendi öyküsünü yazıyor oluşunda.  Bu öykülerde başka hayatlara çok fazla yer yok.  Benimki devam ediyor şimdilik ve sinemanın köşesinden kıvrılan yolu takip edip, yürüyorum.  Yollar kedilerle dolu.  Bir de çocuklarla.  Yedi sekiz yaşlarında bir tanesi, oraya nerden gelmişse gelmiş koca bir taşın üzerinde oturuyor.  İp gibi yaşlar akıyor gözlerinden.  Siyah, üzerine hayli bol gelen bir ceket giymiş.  İçinden atleti görünüyor.  Ben en çok ayaklarımdan üşüdüğüm için, hemen ayacıklarına kayıyor gözüm.  Neyse ki çorapları var.  Ondan biraz uzakta bir başka çocuk daha var.  İrice.  Hemen huzursuzlanıyorum ve suçlayıcı bir ifadeyle “Onu dövdün mü yoksa?”diye soruyorum.  Yok, diyor.  Parasını kaybetmiş de ondan ağlıyor.  Yaklaşıp soruyorum.  Ağlamayı kesip de bir türlü cevap veremiyor.  Hâlâ ikna olmamış olmalıyım ki duvara sırtını vermiş, irice çocuğu kastederek “Sana vurdu mu yoksa?”diye üsteliyorum.  Neyse ki başını iki yana sallayarak olumsuzluyor. 

Onları orada bırakıp kendi öykümü yazmak üzere yoluma devam ediyorum.   Başka türlü bir hayatın, insanların kendi öykülerinde başkalarına da yer açabilecekleri bir hayatın özlemini çekiyorum.  Sokaklar kalabalıklaştıkça, yüzler ve kaçınılmaz olarak öyküler de çoğalıyor.  Hepsi bir uğultu halinde kulaklarıma doluşuyorlar.  Binlerce mutsuz yüz, yüzlerce yarı aç, sevgisiz çocuk.   Mırıl mırıl sesler geliyor kulağıma.  “Tartayım abla”diyen,  “Hayır ben bunu değil şunu istiyorum”diyen,  sabrını taşırdığı annesinden sokak ortasında dayak yiyen, çok şık çocuklar ve yalınayak çocuklar.  Karşıdan karşıya geçerken, beni görünce, beklemek zorunda kalmamak için daha da hızlanan aracın arkasından bakakalıyorum.  Bir an,  arka camdan keyifle bakan iki çocukla kesişiyor bakışlarımız.  Kafalarında kırmızı noel baba şapkaları var. Yazıya gizlice sızmış, iki mutlu çocuk olduklarını biliyor gibi, hınzırca gülüp, el sallıyorlar.
Otomatik olarak benim elim de havalanıyor.  Onlara sevinçle el sallarken yakalıyorum kendimi.  

Bu bir sürpriz mi,  zorla arayıp bulunmuş bir sevinç mi?  Sorma diyorum kendi kendime.  Hiçbir şey değilse bile çocukların sevinçleri gerçekti.   Yeni bir yıl için, yılbaşında gelecek hediyeler için ya da bu vesileyle çıkılmış alışveriş için alabildiğine mutluydular.   Eve böyle dönmek istiyorum.  En son gülen çocuk yüzlerinin hayali kalsın istiyorum gözlerimde.  En kestirmeden arabama ulaşıp kaçarcasına uzaklaşıyorum Lefkoşa sokaklarından.   Radyoda Kıbrıs sorunuyla ilgili milyonuncu programdan hücum ediyorlar.  Derhal kapatıyorum.   Mahalleye vardığımda, otobüs yazıhanesinde çalışan komşum yolumu gözlüyormuş meğer,  önümü kesiyor.  Kucağında güzelim bir fidan var.  Boyundan utanmamış kızıl çiçekler açmış birde.  “Size göndermişler” diyor.   Sevinçle alıyorum hediyemi.  Adı Bahçe Çalısı’ymış.  Sonra öğreniyorum.   Kulağına, kendisini bundan böyle bahçemin kralı ilân ettiğimi fısıldayarak taşıyorum onu. 

Diğer ağaçlarımın gücüne gitmesin ama kış ortasında alev rengi çiçekler açan ve yeni yıl armağanı olmayı başarmış bir çalı bunu hak ediyor.  

Hayat devam ediyor, öykü de...


Asla ve Kat’a Affetmiyorum... Avcıları


                                        
Pazar gün doğadaki hiçbir canlı özgürce hareket edemedi. Kuşlar için gökyüzünde süzülmek ölüm demekti. Tavşanlar için ovalarda gezinip, otlamaksa intihar. Yaşam doğadan sınır dışı edilmiş, özgürce kanat çırpmak ise muhatabının haberi olmayan bir cezaya koşuttu artık. Sabahın köründe yağmaya başlayan fişenklerle kurşuna dizildi kuşlar, tavşanlar.  Her sabah günü birbirinden güzel serenatlarla karşılayan kafesteki kuşlar bile korku dolu bir sessizliğe büründüler. Gün boyunca kafeslerinin içinde uçuşup durdular huzursuzca.

Öldürme dürtüsü insanlığın ilk çağlarından kalma, evrimini tamamlamadığı primitif dönemlerine ait  bir duygudur.  İnsanın kendini savunma zorunluluğu ile yakından ilgili olduğundan olacak bu duygu tamamıyla yok olmamıştır. Ancak insanoğlu, beslenme ihtiyaçlarını öldürmeden giderebildiği, eskiye oranla daha barışçıl ve güvenli bir yaşama sahip olduğu süreçte bu duygusuyla baş etmesini de öğrenmiştir. Ya da bir kısmı öğrenmiştir. Modern insan içindeki öldürme dürtüsünü kontrol etmeyi, onu bastırmayı ya da oradan gelen enerjiyi pozitif alanlara kanalize etmeyi başarmaktadır.

Ama bir grup insan,  avcılar, bu duygularıyla mücadele etmek yerine onu özenle besleyip büyütmekte, av sezonuna kadar iyice semirmesi için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Kendi elleriyle yetiştirip büyüttükleri keklikleri doğaya salarken çektikleri söylevlerle doğa için yaptıklarını anlatırken döktükleri gözyaşının timsah gözyaşlarından hiçbir farkı yoktur. Hansel ile Gretel masalını bilir misiniz? Oradaki yaşlı cadı yakaladığı çocukları yemeden önce semirmeleri için günlerce bekler, bu sürede onları en güzel yiyeceklerle beslermiş.  Gözleri görmeyen cadı parmaklıklar arasından çocukların ellerini uzatmalarını ister, dokunarak, yoklayarak parmaklarından yeterince şişmanlayıp şişmanlamadıklarını anlamaya çalışırmış. Eğer yeterince semirdiklerine kanaat getirirse çocukları kocaman bir fırına atar, gözünü kırpmadan pişirip yermiş. Avcıların yaptığının bundan farkı ne?

Kekliklerin, sülünlerin, fassaların, tavşanların, ne bileyim daha adını bilmediğim onca av hayvanının doğaya olan katkıları eli tüfekli  insanlardan bin kat daha fazladır. Doğada yaşama hakları da en az onların ki kadardır. Bilim için, hastalıklarla mücadele için yapılan araştırmalarda binlerce hayvanın kullanılması, öldürülmesi yetmez mi? Bir de vahşi dürtülerimizin eğlenceli bir şekilde tatmini için o güzelim hayvanları katledilmesi size doğru geliyor mu? 

Bütün bunlar bir yana, daha ilk gün 16 yaşında bir çocuğun ölümü ile sonuçlandı. Kıpırdayan her çalıya tavşan hayaliyle ateş edenler her yıl birbirlerini de yaralamakta bazen de öldürmektedirler. Ya 11 yaşında çocuğunu ava götürüp avda kaybeden babalara ne demeli?  Öldürmenin ne kadar güzel bir etkinlik olduğunu mu yoksa errrrrrkekliğe ne derece yakışan bir spor(!) olduğunu mu kanıtlamaya çalışıyorlar.

Evet, avcıları affetmiyorum. Asla ve kat’a.

Tijen Zeybek  29/10/01  

Ceplerimde Düşler Vurayım Kendimi Sokaklara


Dilenci çocukların çorapsız ayakları üşümeyecek artık, yaz geldi.  Karınları gene aç olacak
ama etleri gene dayaktan mor.  Huzursuz uykuları sürecek sıcak yaz geceleri boyunca da.  Yarı aç mideler, sidik kokulu yataklar, kirli tırnaklar eşlik edecek çocukluk fotoğraflarına.  Öldürücü sıcağın korkusundan duvar diplerine saklanacaklar. Gölgelere oturup da öyle bekleyecekler tartılacak ablaları, abileri.  Onlar şöyle bir çıkıp baskülün üstüne inecekler ve birkaç kuruş verecekler acıma duygusuyla. Oysa ben onlara gökyüzü dolusu düşler vermek isterdim.  Güven duygusuyla tatlanmış uykular, sevildiğini bilmenin verdiği pervasız yatışlar vermek isterdim.  Beşparmaklar boyunca özgürlükleri olsun isterdim minicik yüreklerinde. Küçücük başlarının iz bırakacağı yumuşak yastıkları olsun isterdim.

 Kocaman bir süngerim olsun isterdim billur sulara daldırdığım, onların küçücük dünyalarından acıyı, kederi, yokluğu bir çırpıda silmek isterdim.  Seçimden seçime hatırlanan kırık salıncaklı parklara değil yemyeşil çimenli, kocaman ağaçlı, kaydıraklı bahçelere salmak isterdim onları. Kahkahaları kuş cıvıltılarına karışsın, gülmekten karınları ağrısın isterdim.  Ceplerimde sakladığım düşlerimden vermek isterdim onlara. Kendi çocukluğumdan biriktirdiğim sevgilerimden, çocuk düşlerimden kalan gülüşlerimden. 

Tek tek sokakları dolaşmak ve sevgisiz çocukları toplamak isterdim.  Onların gözlerine bakmak,  o masum parıltıları solduran acılardan kurtarmak isterdim onları.  Sihirli ellerim olsa keşke. Sihirli ellerim olsa, gece gündüz uyumaz bulurdum onları, dokunurdum gövdelerindeki hırpalanmışlıklara, silerdim dayağın, çimdiğin izlerini tazecik tenlerinden. Sonra elciklerine dokunurdum kendi ellerimle. Sokakların pisliğini, isi, kiri silerdim avuçlarından. Yumuşacık ve tertemiz olmalı çocukların elleri. 

Çocukluk düşlerimi doldurup ceplerime tutayım Lefkoşa’nın ve Karpaz’ın sokaklarını.  Boynu bükük, dünyası kara, rengi soluk çocukları bulayım tek tek.  Onlara gelecek güzel günlerin düşlerinden vereyim. Düşleri olmalı çocukların. Bilsinler ki sadece keder yok bu dünyada, sadece keder verenler yok.  Kocaman eller vurmak için kalkmaz bir tek, kocaman sevgiler sunan eller vardır. Sokakları pis, evleri fakir, yaşamları sefil ülkeler yok sadece, yaşam bundan ibaret değil.  Böylesi yaşamların suçlusu onlar değil. Bilmeli çocuklar, hiçbir kötülüğün suçlusu çocuklar değildir.  Onlara gelecek güzel günlerin düşlerini vermeli önce, önce düşleri olmalı çocukların.  Düşleri olursa eğer geleceği yaratacak güçleri de olur belki... belki. Vermeli onlara en temiz, en sevgili, en dost dünyanın düşlerini. Savaşsız, kavgasız, silâhsız bir dünyanın düşlerini.

Doldurayım düşlerimi ceplerime vurayım kendimi sokaklara. Tapusu cumhurbaşkanına çıkarılmamış yurt düşlerimden vereyim, vatan sevgisinin kimselere ihale edilmediği özgür ülke düşlerimden vereyim.  Kaleme karşı silâh çekilmeyen, barışçı insanların yaşadığı Kıbrıs düşlerim var ceplerimde, kimsenin kimseyi hain ilân etmediği, okullarda aç çocuklar varken kedi gözü mersedes siparişi veren başbakanların olmadığı düşlerimden vereyim.  Çocuklarına savaşmayı ve tetiklere dokunmayı değil sevgi ve hoşgörüyle yaratılacak yeni bir dünyanın umutlarını öğreten düşlerim var benim.  Kendi çocuklarını aç bırakarak, göç yollarına düşürerek onların geleceğinden yiyen, onların geleceğinden keserek ceplerini dolduran kıyıcı yöneticilerin olmadığı, insanına yakın, adil ve paylaşımcı, gerçek liderlerin yaşadığı Kıbrıs düşlerimden vereyim.


Edep

Edep düşünsel, ahlâki, estetik bir iklimdir. Yani insanı insan yapan değerlerin hâkim olduğu bir atmosferdir. Edebiyatın edep sözcüğüyle akrabalığı bundan dolayıdır.