31 Mart 2003

“Hırsız” Polisler

Hava gene çok soğuktu ve yeni bir yolculuk başlamıştı. Yeni bir direniş ve yeni bir eylem vardı. Halk, Meclis’in kendisinden esirgediği referandumu yapmaya kararlıydı. Referandum ateşi de barış ateşleri gibi Kuzey Kıbrıs’ın tümünü sarmıştı. Her yürek tek tek, ama her nasılsa bir bütün olarak atıyordu. Gasp edilen irade mutlaka ortaya konulacak ve bu sivil toplum örgütleri tarafından gerçekleştirilecekti. Rejimin bütün tehditleri ve devlet destekli, faşist yapılanmaların tüm şiddet gösterilerine ve baskılarına rağmen halk örgütlerine güveniyor, Bu Memleket Bizim Platformu’na güveniyor ve kendi kaderini tayin hakkından vazgeçmiyordu. 25 Mart gecesi “barış ateşinin” yandığı ilk köy olan Elye’de (Doğancı) sandık kurulacak ve Annan Planı temelinde bir çözüm ve AB üyeliği oylanacaktı. Bu bir eylemdi ve Kuzey Kıbrıs halkının, kendi geleceği hakkında karar verme hakkına el koyanlara karşı tepkisini dile getireceği bir direnişti. İnsanlar en doğal hakları olan referandum hakkından mahrum bırakılmalarını sineye çekmediklerini, Denktaş’ın ve KKTC Meclisi’nin kendilerinden esirgediği bu demokratik haktan asla vazgeçmeyeceklerini ve bu konudaki kararlılıklarını ortaya koyacaklardı.

Buz gibi soğuk havaya ve yağmura rağmen önceden kararlaştırılan yerde birikmeye başladı insanlar. Elyeliler köy dışından gelecek barış yanlısı misafirler için zeytinli, hellimli çörekler ve içecekler hazırlamışlardı. Daha meydanın girişinde kocaman bir barış ateşi, rüzgârlı hava ve yağmura rağmen tutuşturulabilmiş, alev alev yanıyordu. Az sonra, Denktaş’ın Lahey’de Annan’ın başlattığı çözüm sürecini sekteye uğratan davranışından sonra Meclis’i boykot eden muhalefet milletvekilleri de geldiler.

Heyecan doruktaydı. Aslında bu, ülkede doruğa çıkan çözümsüzlük içinde, dünyadan tecrit edilmiş olarak yaşamaya mahkûm edilen insanların “dünyaya dahil olma” özlemiydi. Kuzey Kıbrıs insanında doruğa çıkan, silahların gölgesinde, askeri bölgeler arasına serpiştirilmiş siviller olarak yaşamaktan bıkan insanların “olağan” yaşama dönme arzusuydu. Yıllardan beridir bölünmüş bir ülkede yaşamak zorunda kalan ve yurt bildiği adasının diğer yarısına gitmesine izin verilmeyen bir halkın isyanıydı. 1974 sonrasında kavuştuğunu zannettiği özgürlüğe, barışa ve bağımsızlığa aslında hiçbir zaman sahip olmadığını idrak eden bir halkın bir kez daha kandırılmaya itirazıydı doruğa çıkan.

Muhalif milletvekillerinin konuşmalarını sık sık sloganlarla kestiler, onları coşkuyla alkışladılar. Yepyeni bir umut ışığı doğmuştu ve neredeyse iki yıldan beridir arkasından koştukları, sıkı sıkıya bağlandıkları bu ışığın söndürülmesine izin vermeyeceklerdi. Kopenhag’dan sonra vazgeçmedikleri gibi Lahey’den sonra da vazgeçmeyeceklerdi barıştan.

Ancak, daha milletvekillerinin alana gelmesiyle fark edildi ki, neredeyse her insana bir polis düşecek kadar kalabalık bir güvenlik ordusu belirmişti etrafta. Coplu, kalkanlı polisler hazır olda bekliyorlardı. Milletvekillerinden birinin “sandık meraklılarının sandığı alacağı” söylentisine karşı sandığı kucağında sıkı sıkı tutacağı ve herkesin oyunu bu şekilde sandığa atacağı çağrısından sonra ortalık birden bire karıştı. İnsanlar daha ne olduğunu anlayamadan yüzlerce polisin itiş kakışı ve copuyla karşı karşıya kaldılar. Polis gücü, halkla beraber hareket etmeyi seçerek, Meclis’te yaptıramadıkları referandumu meydanlarda yapmaya kalkan muhalif milletvekillerinin dokunulmazlık hakkını çiğnemekte en ufak bir tereddüt göstermemişti. Muhalif milletvekilinin kucağında sıkı sıkı tuttuğu sandığı zor kullanarak elinden alan bir polis, diğerlerinin kendisine açtığı yoldan koşarak uzaklaştı.

Hem şiddetin dehşetini yaşıyor hem de olayın absürdlüğü karşısında şaşırmadan edemiyorduk. “Hırsız” polisler sandığımızı çalmışlardı?! Daha sonra şiddetin arkası geldi. Polis çemberine alınan halk, orada tutsak alınmıştı ve kimsenin alandan ayrılmasına izin verilmiyordu. Ta ki, belirledikleri altı kişi kendilerine teslim edilinceye kadar. Bunlar, çeşitli sivil toplum örgütlerinin, sendikaların ve Meclis dışı bir siyasi partinin başkanlarıydı. Yani rejim “elebaşlarını” istiyordu. Ateşkes halinden kurtulup, çözüm ve anlaşma ile barışı getirmeye elverişli koşulları talep eden liderleri istiyordu. Demokrasi, insan hakları ve dünyayla bütünleşmiş bir ülkede yaşamak talebiyle yola çıkan mücadelecilerin kelleleri isteniyordu. Halk huzursuzca dalgalanıp duruyordu ama gittikçe kalabalıklaşan, coplu, kalkanlı polis ordusu ve çevik kuvvet de kararlıydı. Sonunda başkanlar tutuklanıp götürüldüler ve polis çemberi açıldı.

Belki de dünyada ilk kez, demokrasinin sembolü olan oy sandığına suç emaresi olarak el konulmuş, halk iradesinin belirmesinin aracı olan oy sandığına silah, esrar muamelesi yapılmıştı. Meydanda toplanan halk, geceyi, tutuklananların götürüldüğü karakolun önünde, yağmur ve soğuğun altında bekleşerek geçirdiler. Hemen o gece 14 sendika, ertesi gün için grev kararı aldı ve gece yaşananları protesto etmek amacıyla halkı mitinge davet etti. Ertesi gün on bini aşkın insan kararlılıklarını, yılmayacaklarını, yıllardan sonra yakaladıkları umut ışığının söndürülmesine izin vermeyeceklerini bir kez daha meydanlarda haykırdılar. “Kıbrıs’ta barış engellenemez”, “Faşizme karşı omuz omuza”, “Susma, sustukça yurdun elden gidecek”, “Denktaş istifa”, “Hain Denktaş” gibi sloganlarla yeri göğü inlettiler. Kuzey Kıbrıs’ta gelecek çok şeylere gebe.

Tijen Zeybek (29 Mart 2003-Evrensel)

27 Mart 2003

PEKİ YA IRAK’'DA

Dün ve bu gün güzel bir sabaha uyandık biz. Güzel bir sabaha. Apaydınlıktı dışarısı ve güneş tüm görkemiyle yükseliyordu doğudan. Bir Mart sabahına uyanıyor olmanın tüm sesleri çığlık çığlığaydı dışarıda. Bir Mart sabahı, bir bahar sabahı daha. Bütün doğa kıpır kıpırdı, ellerimizin altında.

Hiç bomba düşmedi gökyüzünden. Hiçbir beden parçalanmadı. Ama ya Irak’ta?

Sabah çiğinden bir damlacık süzülüverdi penceremden. Minicik bir damlacık, ama bütün hayatı barındırıyor içinde her nasılsa. Bir kuş kanat çırpıp geçti hızla. Bir kara sinek vızıldadı arsızca. Papatyalar sapsarı açmıştı ve bir bayram coşkusu yaşıyordu doğa. Mavi gökyüzünden hâlâ kristal gibi yağıyordu çiğ.
Hiç silah sesi duymadım. Hiçbir mermi saplanmadı ete. Ama ya Irak’da.

Bir düşü bitirmiş yenisine başlamıştım uyanmadan az önce. Bir çocuk doğurmuş, bir çocuk büyütüyordum. Uzun, siyah saçları vardı çocuğumun. Kırmızı yanakları. Bir tabak dolusu nar vardı elinde. Bir tabak dolusu incir. Bir tabak üzüm ve berekete doğmuş olmalıydı her çocuk gibi benimki de.

Hiçbir çocuk açlıktan ölmedi düşümde. Hiçbir ananın tabağı boş değildi. Peki ya Irak’da.

Sabah güneş, öğlen yel ve yağmur vardı. Akşamüstü şeker gibiydi hava. Bir yirmi bir Mart daha. Doğanın canlanışı, hayatın derin uykusundan uyanışı. O muhteşem rutin yaşanıyor bir kez daha. Her seferisinde şaşkınlığa düşüyoruz. Her seferinde hayran olmadan edemiyoruz Toprak Ana’nın o mucizevi alışkanlığına.
Bastığımız topraktan hayat fışkırıyor, can suyu akıyor damarlarında. Peki ya Irak’ta?

Bir kadın bebeğini emziriyor sevgiyle. Süt fışkırıyor memesinden. Sıcacık battaniyesine sarılmış bir bebek, anasının kokusu burnunda, ne de güzel uyuyor huzurla. Ölmesin anasının kucağında bebekler, analar ölmesin bombalar altında. Büyütsünler bebeklerini, bebekler savaş nedir bilmesinler.

Ne benim ülkemde ne de Irak’da.

Elma kokusu nasıl dehşetin kokusu olur ki? Elmalarla büyüdük biz. Gecelerce sapına ip bağladığımız Trodos elmasıyla daldık uykulara. Ondandır koynumuzun haââ elma elma kokuyor oluşu. Ondandır elmanın hem çocukluğumuzun hem de aşkın sembolü oluşu.

Elma kokusu nasıl ölümün kokusu olur ki?

Kokuları ellemesin ölümün efendileri. Kokuları karıştırmasınlar iğrenç savaşlarına. Elma hayatın ve aşkın kokusu olsun.

Hem benim ülkemde hem de Irak’ta.

Tijen Zeybek (25 Mart 2003-Yenidüzen)

22 Mart 2003

Diş Perisi, Kış Prensi, Kıbrıs Meselesi

Bol bol yağmurlar yağıyor, ne güzel. Şimdi bu sular yazın çıngır sıcağında kullanılmak üzere necip memleketimin barajlarında, göletlerinde birikiyor mu? Bu kadar ıslak bir kıştan sonra yazın susuzluk çekersek, olmaz yani. Hani hiç duymuyorum su rezervlerinin zenginleştiğiyle ilgili tek bir haber bile. Nereye gidiyor bu sular başını alıp alıp. En son muz üretimiyle ilgili bir çalışması vardı sanırım hükümetin. Kopenhag herkese bir çeşit gelmişti de hükümete “muz üretiminin incelikleri” şeklinde gelmişti. Sonrasını bilmiyoruz.

Bir de Diş Perisi eksik olmuyor bizim evden bu aralar. Ahmet pat diye dişini söküveriyor. Sonra sanki bu işin aslını hiç bilmezmiş gibi “Anne, bu akşam uyurken dişimi yastığın altına koysam Diş Perisi bana para getirir mi?”diye soruyor. Para isteme numarasına bak. Ben de bozuntuya vermiyorum hiç. “Sanmam.” diyorum. Diş Perisi bile bu aralar Kıbrıs meselesiyle uğraşıyordur. “Ben gene de koyacam.”diyor oğlum gözümün içine bakarak. Eh diyorum, sen bilirsin. Şansını dene. Ertesi sabah uyanır uyanmaz ona bir mektup yazıyorum:

Sevgili Ahmet,
Sen çok şanslı bir çocuksun. Çünkü ailen ve arkadaşların seni çok seviyor. Çünkü Irak’ta yaşamıyorsun. Bak bütün bunlar olmasa da çok paran olsa pek de mutlu olmazdın sanırım.
Seni çok seven,
Diş Perisi

Aceleyle mektubu yastığın altına sokuşturup, dişi alıyorum. Sonra da koridordan “Sabah oldu, günaydııııııın!”diye çağırıp, duvarın dibinde tepkisini bekliyorum. Hiç unutmuyor. Gözünü açar açmaz yastığın altını karıştırıp mektubu buluyor. Kısa bir an bekliyorum sonra hayal kırıklığı içindeki sesini duyuyorum; Offf! Offfffff yau!. İşte böyle. Sonra çok hayıflanıyor Ahmet. Anne diyor diş perisi para getirmedi bari bir hediyecik getirseydi.
Evet kış güzel. Onunla olan aşkımı bilenler şikâyet ediyor. Yeter artık, diyorlar. Çağır çağır getirdin, ilân-ı aşk ettin. Daha doymadın mı, gönder gitsin artık. Ama halâ bıkmadım soğuklardan, yağmurdan. Gri havalardan da. Çıngır yazı özlediğimse pek söylenemez. Mesarya’nın göbeğinde, toz duman, sivri sinek, tepiş dur. Oysa şimdi ne güzel yemyeşil her taraf. Yeşil üzerine sarı desenli bir coğrafya. Haziran’a kadar güzeldir bu mevsim. Sonrası kâbus. Bir de sular kesilirse zırt pırt. İşte o yüzden şimdiden söylüyorum ya. Yumurta kabuğuna kadar her yeri doldurmalı. Hatta eskiyen mersedesleri de depo olarak kullanabiliriz. Hani ziyan olmasın diye şeyettiydim. Fena mı?

Bir de Papadopulos sağlık kontrolü için ABD’ye uçmaz mı bunca işin içinde. Bak bak bak! Ben de Amerikan hastaneleri sonsuza kadar bize angaje edilmiştir sanıyordum. Türkiye ve KKTC egemenlerine. Meğer “Beni kendi ülkemin doktorlarına asla, öldür allah emanet etmeyiniz.”sendromu onların başına da musallatmış. Tüh! E bari anlaşsalar da sağlık kontrollerini aynı zamanda yapsalar, aynı uçakla uçsalar ekonomik olmaz mı? Dünyanın parasıdır şimdi Amerikalara uçmak. Hem bu petrol krizinde. Cık cık cık!

Tijen Zeybek (21 Mart 2003, Yenidüzen)

19 Mart 2003

Bir Olmak Biz Olmak

Güzel ve uzun bir kış bu. Güzel, uzun, yeşil bir kış. Kıbrıs’ta hüküm süren kış kadar güzel Kuzey’de hüküm süren kavga da. O kadar bütün ve kalabalık ki; işte tam da bundan dolayı bereketli ve verimli. Birlikte olduğumuz için tepeden tırnağa heyecanız. Büsbütün olduğumuz için düşman çatlatırcasına “bir” ve “diri”yiz. Üstelik biz “bir olmak” ve “diri olmak” nerden gelir onu da biliriz. İşte her gün sokakta, her gün eylemdeyiz. Elbette hiç birimizin diğerinden vazgeçmeye niyeti yok. Elbette eylemde birlik olmayı başardığımız gibi erken (veya değil) seçimde de birlik olmayı başaracağız. Yolumuz aynı ve o yolda bizi bekleyen “Mayıntaş”lar da aynı. “Mayıntaş”ların arkasındaki irili ufaklı kurşunlar da. İşte Bu Memleket Bizim Platformu evimiz ve günün sonunda mutlaka dönmemiz gereken yer orası.

Meydanlar ve Kuğulu Park da bizim. Aslında hiç birimiz unutmamalıyız ki BMBP evimiz olduğu sürece, orayı ne kadar evimiz kılarsak meydanlar ve parklar o kadar bizim olacak. Biz ne kadar birlik olursak halk da o kadar bizimle olacak. Baksanıza bir düdükle toplanıyor binler. Sadece bir duyuru, bir düdük sesi bekliyorlar. Bir de birlikteliğimizi, BMBP’nda pişirip kotardığımız, kolektif projelerimizi.

Eğer gasp edilen iradeyi geri almanın yolu erken seçimden geçiyorsa, eğer erken seçime halkın iradesini geleceğimize yansıtmak için gideceksek, eğer yolumuzu tıkayan “taş”ları, kafasız “Baş”ları temizlemek içinse yolculuğumuz gidelim elbet. Gidelim ve değiştirelim baştan başa her şeyi. Amma, nasıl bu adada yaşamanın kaderini paylaşıyorsak, nasıl çocuklarımızı geleceksiz bırakanlara duyduğumuz öfkeyi paylaşıyorsak, nasıl barışa olan susuzluğumuzu dindirmek için kol kola yürüyorsak seçim listesini de paylaşalım. İnsanlar o listeye baksınlar ve sol’da kim varsa orada görsünler. İnsanlar o listeye baksınlar ve meydanlarda alkışladıkları kim varsa orada görsünler, insanlar o listeye baksınlar ve bugünlere gelirken tek yaptığı geleceğimizi kemirmek olan emir kullarından hiç kimseye rastlamasınlar.

Madem ki pankartlarımızdan “meclis”i sildik -ki o meclis referandum hakkımızı gasp etmiş ve bizi yok saymıştır- demek ki biz bizeyiz. Bu sıradan bir seçim olmayacak. Unutmayalım ki kimse mikrofonu eline alıp kürsüye çıkanlardan “sağlık sisteminin yenileştirilmesi” ile ilgili projelerini duymak istemeyecektir. Ya da çökmüş ve göçmüş eğitim sisteminde kaç öğretmenin daha istihdam edileceğine dair sayıklamalar da duymak istemeyecektir kimse. Ne diyeceksiniz? “Eğer kaynak bulabilirsek maaşlarınızı artıracağız.”mı? Ama bu statükocuların argümanı değil mi? Ne vaat edeceksiniz ki? Şehit çocuklarına asla sahip olamayacakları toprakların “tapu”larını mı dağıtacaksınız? Elbette hayır. İnsanların duymak istediği tek bir şey var. Onu da zaten aylardan beridir meydanlarda dillendirenler sizsiniz. Çözümü, dünyayla bütünleşmeyi, varlığımızı hukuki temellere dayandıracak bir anlaşmayı, keyfi uygulamaları ve saçma sapanlığı ortadan kaldıracak yeni bir düzeni.

Sanırım herkesin teslim edeceği bir gerçek vardır ki o da bütün bunları hiçbir siyasi partinin tek başına başaramayacağıdır. Bu ancak güçlerin birleşmesiyle başarılabilecek bir hedeftir. Ve de ancak ve sadece bu hedef insanların desteğini alacaktır.

Bu başarıldı mı geridekilere ne kalır? Bir yanda proje olarak önümüze geleceği sunanlar, diğer yanda ise geçmişin solmuş acılarını taptaze kanlarla sulayıp canlandırmaya çalışanlar. Bir yanda dünya ile bütünleşmeyi ve AB’yi önerenler, diğer yanda şaşaalı yaşantılarından vazgeçmemek için asker çizmesiyle tepemize basmaya hazırlananlar.

Evet, durum çok açık. Yapacak tek şey var. Başarmamız gereken tek şey. “Bir” olmak, “Biz” olmak. Hedefe ulaşıncaya kadar. Tek başımıza da bir şeylerin kavgasını verecek zemini buluncaya kadar. Çözüme imzayı koyuncaya kadar. “Demokratik” bir ortam buluncaya kadar.

Tijen Zeybek (19 Mart 2003-Yenidüzen)

13 Mart 2003

BU MEMLEKET BİZİM Mİ? “BİZ” KİMİZ?

1950’li yıllardan beri Kıbrıs’ta verilen kavga her dönemeçte yeni bir “şey”e dönüşmüş ama asla halkın uğruna kavga ettiğini sandığı şeye yani özgürlüğe ve barışa giden yolda dosdoğru bir adıma dönüştürülememiştir. Bunun böyle olmasında şaşılacak bir şey yoktur aslında. Çünkü dünyanın tekrar tekrar paylaşımı kavgasında bin türlü alengirli hesap yapan “büyük” devletler önlerine haritalar koyup o haritalar üzerindeki coğrafyalarla ilgili uzun vadeli plânlarını yaparlarken o coğrafyalar üzerinde yaşayan halkların mutluluğunu değil kendi çıkarlarını düşündüler/düşünürler. Bizim ülkemiz Kıbrıs da bu paylaşımda olabildiğince çetin kavgaların ortasında bulmuştur hep kendini. Ve günlük yaşantılara dıştan yapılan bilinçli müdahaleler yoluyla halklar olayları etnik kodlarla yorumlamaya yönlendirilmişlerdir. İşte hayatın akışına yapılan bu bilinçli müdahaleler sayesinde iki halk –Kıbrıs Rum ve Kıbrıs Türk halkı- birbirine düşman edilmiş ve her iki taraf da bütün sorunların suçlusu olarak “öteki”ni görmeyi öğrenmiştir. Ne yazık ki olayların iç yüzünü bilebilen, dış güçlerin adamız üzerindeki oyunlarını sezebilenlerin susturulması küçük nüfusumuzun da etkisiyle hiç zor olmamıştır.

Bütün bu süreç 1974 yılında yeni bir dönemece geldi ve Garantör ülke olan Türkiye’nin Garanti Antlaşmalarına dayandırdığı müdahalesi gerçekleşti. Büyük bir savaş yaşandı ve bizler Garantör ülke Yunanistan’ın adada darbeye kalkışması yüzünden bir diğer garantör ülke olan Türkiye’nin müdahalesiyle birbirimizi o kadar çok öldürdük ki artık düşman olmak için hakiki ve inanılmaz acı yaşanmışlıklarımız vardı. Yığınlarla ölü, binlerce kayıp, yakılıp yıkılmış köyler, bombalanmış evler, toplu mezarlar vardı artık geçmişimizde. Garanti Antlaşmaları Garantör ülkelerin adaya müdahalesinin ancak “Bozulan anayasal nizamı sağlamak” amacıyla olması şartını getirmekteydi. Ancak yapılan “müdahale” öylesine kanlı bir savaşa yol açmış ve o kadar büyük acılara neden olmuştu ki değil anayasal düzeni sağlamak herhangi bir başka amaç için dahi her iki halkın işbirliğine gitmesi artık hiç kolay değildi . Kaldı ki adamız ortasından ikiye bölünmüş, tel örgülerle sınırlar belirlenmiş ve bambaşka bir süreç başlatılmıştı. Müdahale sanki bozulan anayasal düzeni sağlamak için değil kalıcılaştırmak için yapılmıştı.

İşte neredeyse son otuz yıldır bu süreci yaşıyorduk. Ancak yavaş yavaş fark ettik ki gene özgür değildik ve adamızda da barış hüküm sürmüyordu ne yazık ki. Ortada bıçak yarası gibi duran ve sadece yurdumuzu değil, aslında geçmişimizi, anılarımızı, benliğimizi de bölen bir çizgi vardı. Bu çizgi kültürümüzü de, çok dilliliğimizi de, çok dinliliğimizi de bölüyor ve bizi fakirleştiriyordu. Bu çizgi bizi sadece yurdumuzun diğer yarısından değil bütün dünyadan da ayırıyordu. Çünkü hiçbir ülkenin tanımadığı bir devlet ilân etmiş ve onun üzerinden bir kimlik oluşturmaya kalkmıştık. Oysa hiçbir yapay oluşum geçmişimizden gelen hakiki kimliğimizin yerini tutamayacağı ve böylesi bir ayrılıkçı çizginin de hukuk düzeni temelinde şekillenmiş dünya ülkeleri tarafından desteklenemeyeceği apaçık ortaya çıktığında kendimizi yapayalnız bulmamız kaçınılmazdı. Küçücük bir ada yarısında, dünyadan izole olmuş, hiçbir ülkeyle doğru dürüst ve direkt ilişkisi olmayan, kimliği tartışılan bir toplum olarak köşeye kıstırılmıştık. Diğer yandan Türkiye ile birlikte sürdürülen tamamen yanlış ya da maksatlı ekonomi politikaları sayesinde üretimden tamamen kopmuş, Rumlardan kalan fabrikalara kilit vurmuş, Rumların bıraktığı binlerce dönüm narenciye bahçesini kurutmuştuk. Nüfusumuzun

yarısı bütün bunlardan bunalmış ve çaresiz ülkeden göç etmişti. Üstelik göç eden nüfusun yerine Türkiye’den başka nüfus aktarıldığı ve küçücük bir alanda kırk bine yakın da asker barındırıldığı için geride kalanlar da kendini, kendi ülkesinde yabancı hissetmekten kurtulamıyordu. Ama ganimet düzeninden faydalanarak devasa servetler yapan ve bunu kaybetmemek için her türlü anlaşmaya ve çözüme karşı çıkan bir kesim de yaratmıştık. Bunlar Türkiye’deki çözüm karşıtı egemenlerle eşgüdüm içinde hareket eden ve son otuz yıldır ülkeyi çekip çeviren işbirlikçilerdi.

Bütün bunlar olurken ve Kuzey Kıbrıs halkı bir çıkmaz içinde çırpınırken Annan Plânı ve bu plânla birlikte AB üyeliği ortaya çıkmıştır. Kuşkusuz bu plân da özgürlüğü ve barışı simgeleyen bir belge olarak göklere çıkarılamaz. Üstelik adamızı birleştirmeye ve iki halkın barış içinde yaşaması için gerekli şartları oluşturmaya yönelik olmaktan ziyade iki bölgeliliği yani de facto durumu teyit eden ve iki halk arasındaki iletişimi olabildiğince asgari düzeyde tutmaya çalışan bir temel üzerinde şekillendirilmişti. Ancak içinde bulunduğumuz durumla kıyaslandığında dünyaya açılan kocaman bir pencereydi Annan Plânı. Konumumuzu, dünyaca kabul edilmiş, hukuki temelleri olan, sağlam, büyük bir yapının içine monte edebilecektik. Bütün dünyada geçerliliği olan seyahat belgelerimiz, dünyaca tanınan bir kimliğimiz ve belki adamızı bütün kılacak ve biri gerçek barışa götürecek adımları atabilmek için bir zeminimiz olacaktı. Annan Plânı temelinde bir çözümle AB’ye girdiğimizde adamız artık yüzen uçak gemisi olmaktan, garantör ülkelerin cephaneliği ve tatbikat alanı olmaktan kurtulacaktı. Ateşkes durumunda yaşamaktan ve silâhların gölgesinde huzur aramaktan başka bir yoldu bu. Denemeye değerdi doğrusu. Ve Kuzey Kıbrıs’ta yaşayan bizler bunu yürekten istedik.

İşte bu bağlamda Kopenhag’da yaşananlar da Lahey’de yaşananlar da çözüm ve barış yanlıları için tam bir bozgun olmuştur. Çünkü halk her şeyini ortaya koyarak bu plânı desteklemiş ve bu plâna onay vermiştir. Ancak Annan Plânı çerçevesinde bir anlaşma ve AB üyeliğinin önünde Türkiye’nin ve Kuzey Kıbrıs’ın çözüm karşıtı egemenlerini bulmuştur. Aylardan beridir medyada sürdürülen tartışmalarda Kıbrıs Türkü Türkiye’nin adaya bakışında insan faktörünün hiçbir değeri olmadığını acı bir şekilde öğrenmiştir. Dillerde dolanan sadece stratejik önemdir, jeopolitik önemdir ve hep Türkiye’nin çıkarlarıdır. Ve bu söylemi tutturanlar Türkiye’nin çıkarlarıyla Kıbrıs’ın çıkarları çatıştığında dikkate Türkiye’nin çıkarlarının alınacağını açıkça belirtmektedir. Hatta Kıbrıs Türkü adına görüşmeleri sürdüren Denktaş bile “Yetmiş milyon dururken bizim ne hükmümüz olur?” demektedir. O zaman bu memleket kimin? KKTC nedir? Garantör ülke ne demektir? Biz neden savaştık, neden öldük? Türkiye buraya neden geldi? Neden gitmedi? Gelmeli miydi, gitmeli mi? Böyle uzunca bir sorgulama döneminden sonra Kıbrıs Türkünün toplumsal iradesi meydanlarda ve sloganlarda belirdi : “Bu memleket bizim, biz yöneteceğiz.” Bu söylem önce Türkiye egemenlerini sonra da burada ki “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” yazısının altında, mecliste oturan ancak temsil ettiği halkın kendi kaderini tayin etme hakkını, referandum hakkını dahi teslim etmeyen egemenleri hedef aldı. Aslında ikisini birbirinden pek ayrı düşünmemek gerektiğini de ortaya çıkarıyordu süreç.

Şimdi Lahey bozgunundan (!) sonra Kıbrıs Türk halkı elinden alınan iradesine sahip çıkmak için yeni bir kavgaya başlayacaktır. Ve bu kavgadan çıkar güdenler de gene aynı yöntemi ortaya sürmek için sahnedeki yerlerini almakta gecikmemişlerdir. Bütün hazırlıklar tamamdır ve etnik kodlamalar bu sefer de Kıbrıslı Türk ile Türkiyeli Türk arasında yapılmaya çalışılacaktır. Bu yüzden Annan Plânını kabul ederek AB’ye girmeyi destekleyen Kıbrıs Türk

Halkı’nın karşısına, sivil giydirilmiş askerlerden, Türkiyeli kaçak işçilerden ve üniversitelerde okuyan Türkiyeli öğrencilerden devşirilmiş bir başka “halk” çıkarılmaktadır. Ve bu iki kesim birbirine hedef gösterilerek yeni yeni düşmanlık tohumları serpilmektedir. İşte bu noktada Bu Memleket Bizim Plâtformunda bir araya gelen Kıbrıs Türk Solunun çok dikkatli olması ve başlatılan mücadelenin başka başka mecralara sürüklenmesine meydan vermemesi gerekmektedir. Bu konuda Türkiye Soluna da çok iş düşmekte ve her iki ülke aydınlarının işbirliği içinde olması kaçınılmaz görünmektedir.

Tijen Zeybek (13 Mart 2003-Evrensel/ 17 Mart 2003 Yenidüzen)

12 Mart 2003

Yedek ve Seyyar Halk

Bir halkın iradesi işte böyle yok sayılır. Daha doğrusu bu bir iradenin değil doğrudan doğruya bir halkın kendisinin yok sayılmasıdır. Bu öyle nezakete bulanmış, çaktırmadan ve iki yüzlülükle yapılan bir yok sayma muamelesi falan da değil. Bu kabaca, hoyratça, kör kör gözüm parmağına bir yok sayılış. Rumlarla anlaşma mı istiyorsunuz? El cevap, “Açayım kapıları da gidin.”Anlaşma yapmaktansa anlaşma isteyen bir halktan kurtulmayı tercih ediyor görüşmecimiz. Kıbrıs sorununa çözüm mü istiyorsunuz, düğüm mü var ki çözeceksiniz? Hepsi sizin hayaliniz. Oysa ne sorun var ne soruncuk. Memleket güllük gülistanlık. Annan Plânı’nın kabulünü mü istediniz, siz “zavallı halk” ne istediğinizi bilmiyorsunuzdur. Ulu büyük büyük sakalsız hatta saçsız dedeniz sizin için karar versin. Çok çok ısrar ederseniz ki ediyoruz, o zaman “yedek” halk devreye sokulur. Yedek ve seyyar bir halk kitlesi toparlanıverir koç gibi ve kırmızı halı misali seriliverir sakalsız büyük büyük dedemin önüne. Bu halkla olmazsa başka halk bulunur ama bu topraklardaki çözümsüzlük çözümdür politikaları devam ettirilir. Bize rağmen.

İşte plebisit denen olay tam da bu durumlara düşürülmüş halklar içindir. Ordasınız, varsınız, irade ortaya koyarsınız ama sanki siz hiç yokmuşsunuz gibi davranılmaktadır. İşte böylesi diktatörlüklere halkları kıydırmamak için bulunmuş bir yoldur bu. Yasal olmayan ama meşru olan bir yol. Meşruluğunun kaynağı halkın yani gerçekliğin kendisidir. Bu yüzden de inkârı biraz zordur. Bir gerçeği ya da biz de olduğu gibi bizzat kendi gerçekliğinizi ispatlamanın en temel ve hakkaniyete dayalı yöntemi. Sivil toplum örgütünüzle, sendikanızla, muhalefet partinizle el ele verirsiniz koyarsınız sandıklarınızı. İnsanlar gider bir şeylere evet ya da hayır der. Bundan güzeli ve doğrudanı olabilir mi? Kime ne zararı dokunur ki bunun. Bu en doğal hakkımız.
Madem ki referandum görüşmesinin yapılacağı gün siz yüreğiniz ağzınızda meclis kapılarında beklerken eğitimcilik bakanınız “adresini” şaşırmış bir vaziyette yemek yer deniz kenarlarında, nasıl ki okullardaki problemleri çözmeye çalışmak yerine öğretmeni cezalandırmayı seçer bu sefer de halkın referandum talebini duymak ve bu en temel hakkı teslim etmek yerine kaçmayı, saklanmayı tercih ediyor kendileri. Üstelik bir de ziyafet çekiyor. Bu “sorumlu” davranışı yüzünden kendi kendini ödüllendiriyor. Eğitimcilik bakanı ya da diğerleri plebisit ne demektir diye sözlüğe olsun baktılar mı acaba bilemeyeceğim ama ben baktım. Referandum için kısaca “halk oylaması” tanımı yapılmış. Plebisit içinse hukuk dilinde “Bir kimse veya bir sorun için halkın olumlu veya olumsuz kanısının belirmesi amacıyla yapılan oylama.”deniyor. Gayet açık.

Bu Memleket Bizim Plâtformu toplumsal muhalefetin somutlaştığı bir yer. Sendikalar orada, muhalefet partileri orada, sivil toplum örgütleri orada. Koyarız sandıklarımızı, hazırlarız pusulaları, Annan Plânı’nı bir güzel oylarız. Evet deriz, hayır deriz. Ama “biz” deriz. Kuzey Kıbrıslılar. Bu ülkede yaşayanlar, bu ülkede yaşamak kararlılığında olanlar. Bu coğrafyanın cefasını da sefasını da “benimdir” deyip sahiplenenler. Güzelliklere güzellik katmak ve sorunları da çözmek için uğraşanlar. Gidelim sandıklara, atalım oylarımızı irademiz belirsin. BM nezninde kayıtlara geçsin, tarih defterlerine yazılsın. Bilinsin ki biz varız ve var olduğumuzu kanıtlamak için de bizi yok sayan statükodan kurtulmak kararlılığındayız.

Statükocular bilmelidirler ki ne ülkemizi ne de irademizi yabancı ülkelerden gelen öğrencilerden, kaçak işçilerden ve askerlerden devşirilmiş kalabalıklara “halk” muamelesi yaparak teslim alamazlar. Bizi yok sayarak yok edemezler. Varız ve kendi oylamamızı kendimiz yapacağız. Kendi geleceğimizi kendimiz kuracak ve buna bu günden başlayacağız.

Tijen Zeybek (12 Mart 2003-Yenidüzen/ 13 Mart 2003 bianet)

5 Mart 2003

Asit Yağmurları Gibi

Memleketin “egemenler” katında oturanlar gittikçe sabırsızlanıyor. Gittikçe boğazımızı sıkma, sesimizi kesme arzularının önünde duramaz hale geliyorlar. Görüşmeler konusunda karşılaşılan her problem onları sevindiriyor, umutlandırıyor ve ellerini hınçla ovuşturmalarına neden oluyor. Güney Kıbrıs’ta Papadopulos seçilince hariciyecilik mümessilimiz kendini hemen mikrofonların önüne atıp “Annan artık boşuna zahmet etmesin.”diye gönlünde yatan aslanı bize nasıl da muştulamıştı.

Ne kadar da çok istiyorlar bir an önce “biz bize” kalmamızı. Adayarımızda egemenler ve biz köleleri. Tıpkı eskisi gibi. Kimse ne arasın ne de sorsun bizi. Onlar, dogmatik milliyetçiler, muktedirler ve “zavallı halk”. Biz, yani başı ezilesi asiler, hainler. İlk fırsatta günü gösterilecek olanlar. Bunun için dört gözle BM’nin, AB’nin, ABD’'nin, Türkiye aydınının ve hatta dünyanın bir ucunda yaşadığı halde Kıbrıs’ın Kuzeyinde yenen naneleri de kendine dert edinen enternasyonal kesimin bir an önce yüzlerini başka yöne dönmelerini nasıl da dehşetli bir tutkuyla bekliyorlar. Almışlar arkalarına bin bir çeşit sadist ruhlu aslan terbiyecisini de. Bazen kafesin parmaklıkları arasından içeri kanlı et parçaları atarak bazen de eli kırbaçlı terbiyeciyi içeri sokarak mütemadiyen bir terbiyeleme işlemine tabi tutmak istiyorlar bizleri.

Bizim başkan dediydi geçen gün, bir Osmanlı atasözü “'başarısız her isyandan sonra asilerin başı kesilir' diyormuş. Desin bakalım. Kara bulutlar gibi üzerimize çökmek, asit yağmurları gibi tepemize yağmak için tetikte beklesinler bakalım. Kendi geleceğimizle ilgili süreçlere irademizi yansıtmak gibi “cısss” işlere kalkıştık bir kere. Bizim barış sürecine dönüştürmek istediğimiz bu süreci onların bir an önce geçmişe havale edip, eski “tebaa” günlerine dönmemiz konusundaki özlemleri o kadar net ki.

Bu gelip gitmeler, Annan’lar, De Soto’lar, dış basın, ennn dış basın bizimle ilgilenmesin artık istiyorlar. Onlar bize paketçikler hazırlasınlar, onlar evlendirme büroları kursunlar, mersedeslerini yenilesinler, yandaşlarını ha bire yüksek maaşlı mevkilere atasınlar, burunları kanasa Amerikan hastanelerine koşsunlar, fotoğrafçılık oynasınlar film paralarını devlet ödesin, üçlü kararnamelerle atadıkları müdürler kendilerini padişah sansın, kölelerinden haremler kurmaya kalksın, bizim gıkımız çıkmasın. Gıkı çıkanın boynu vurulsun ölüsüne dahi sahip çıkılmasın.

Ama dünya küçüldü. Sermayenin küreselleşme arzusu önünde duramadık, sermeye de bizim eylemlerimizin küreselleşmesi önünde duramadı, duramayacak. Ben Nijerya’da recme mahkûm edilen kadının meselesine sahip çıkacağım, Irak’taki savaşa, Filistin’deki soykırıma, Diyarbakır’daki geri bıraktırılmışlığa karşı oralarda ezilen insanlarla güç birliği yapacağım. Onlar da benim bölünmüş adamı, cephanelik haline getirilmiş ülkemi, yüzen uçak gemisi gözüyle bakılan coğrafyamı tekrar yurt haline getirmem için bana omuz verecekler. Bizim küreselleşmeden anladığımız bu. Yoksa küreselleşmenin dünyanın her yerinde pepsi içip, hamburger yemek olduğuna dair kâbustan insanlar hiç uyanmayacaklar mı zannetmişlerdi acaba.

Gençleri DAÜ fırınlarında pişirip göç yollarında yemeyi sonsuza kadar sürdüreceklerini zannedenler bugün meclis kapılarında “İnadına barış inadına çözüm Eroğlu bizi evlendirse de” sloganlarına çarpıp tuz buz oluyorlar. Cumhurbaşkanlığına aday gençlerin fotoğraflarından oluşan albüme bakıp tuz buz oluyorlar. Meydanlara doluşan on binleri görünce kendi yalnızlıklarıyla ve tarihe karışmaya yüz tutmuş olan varlıklarıyla yüzleşip tuz buz oluyorlar.

Tıpkı gene gençlerin meclis önünde haykırdığı gibi: Dünya dönüyor Kıbrıs duramaz.

Tijen Zeybek (5 Mart 2003-Yenidüzen)