24 Ağustos 2005

AÇIK MEKTUP

Neredeyse bir hafta boyunca birlikte izledik oğlumla ATV'nin haberlerini. Her gece İstanbul'u mesken tutan kapkaççılardan bahsetti, her gece kendi çocuklarını dilendiren ana-babalardan, emeğiyle kazandığını kapkaççılara kaptıran, mağdur İstanbullu?dan, dilenci çocuklardan gına getiren kent sakinlerinden, kimsenin can ve mal güvenliğinin kalmadığı vurgulandı haber saatinde. Hatta bir gece genç bir psikolog ya da psikiyatriste de söz verildi ve hanımefendi ' İstanbul'a ülkenin başka yerlerinden göç edenlerin yerleşmek için varoşları tercih ettiklerini ve bu nedenle de suça yöneldiklerini...? söyledi. Sanki Moda'da, Levent'te yerleşme şansları varmış da onlar özellikle varoşları seçiyorlarmış gibi. Bu sözler değildi beni esas yaralayan elbette. Bu programların, beni bu açık mektubu yazmaya zorlayan başka bir şeye yol açtığına şahit olacaktım. Bir soru ve bir kanaat belirten sıradan bir cümleyle:

'Anne, demek ki bazı anne-babalar cani, demek ki onlar kendi çocuklarını dilenirken daha fazla para toplasın diye sakatlayabilen canavarlar. Onları ana-babalarından kurtarmalı, değil mi?'

İşte canımı yakan soru bu. Hayır, öyle değil oğlum, diyorum. Yüz kere, bin kere öyle değil. Bütün bu evsiz, işsiz, çaresiz, yalnız ana-babalara önce, yağmurlu, soğuk gecelerde başlarını sokacakları birer ev vermeli, böyle bir eve katkı koyabilmeleri için çalışacakları bir iş vermeli. Sonra kendilerini yaşadıkları topluma ve çevreye yabancı hissettikleri o çıldırtıcı anlarda, yapayalnız ve uçurumun kenarında hissettikleri o katlanılmaz anlarda dinleyecek, seslerini duyacak, onları anlayacak değilse bile anlamaya çalışacak bir insan sıcağı vermeli. Sonra, onları aç bir midenin yaptıracağı her türlü insan onurunu ayaklar altına alabilen davranışlardan uzak tutacak kadar doyurmalı. Her insanın, ama her insanın, çalışan ya da çalışamayan her insanın karnı doymalı. Tokların boyun borcudur bu. Günde üç öğün, mükellef sofralara kurulan bizlerin boyun borcudur. Düşünsene oğlum, eğer karnın açsa, çaldığın bütün kapılar yüzüne kapanıyorsa ve korkuyla, bir kuş gibi çırpınıp duran yüreğinin üstüne buz gibi bir aralık yağmuru yağıyorsa çalmaz mısın, tepsi dolusu simitten bir simidi aşırmayı düşünmez misin, şık giyimli, karnı tok, sokaklarda keyifle dondurma yalayıp gezen insanlara karşı bir öfke duymaz mısın?

Hayır oğlum, işte sana ve diğer bütün çocuklara buradan, içim dolu dolu, yüreğim sızım sızım cevap veriyorum: Bazı anne-babaların cani olup olmadığına bütün bunları sağlamadan önce karar veremeyiz. Bir tarafta açlık ve sefalet, bir tarafta tokluk ve yüzsüzlük kol gezerken böyle kanaatlere varamayız. Herkesin karnı doyup, herkesin kuru ve sıcak bir yatağı olduktan sonra hâlâ çocuğunu dilendiren ana-babalar varsa onları acımasızca yargılayıp, suçlu ilân etmeye varım. Ama öncesinde, asla.

Nasıl gözden kaçırabiliriz bir çift ayakkabıyı bir çocuğu birkaç yıl besleyip büyütecek paraya satın alabilen insanlarla aynı dünyada ve aynı çağda yaşadığımızı? Nasıl görmezlikten gelebiliriz binlerce insanın köprü altlarında ve parklarda yaşadığını ve gene binlercesinin de bütün açları doyurmaya yetecek kadar yiyeceği günde üç öğün çöpe dökme hakkını kendinde gördüğünü. Nasıl inkâr edebiliriz bazı coğrafyalarda yaşayan insanların sırf o coğrafyada doğdular diye açlığa, ölüme, bitmez tükenmez bir savaşa ve yok olmaya mahkûm edildiğini. Bunu biz yapmıyorsak bile bu bir gerçek ve biz de buna tanık oluyoruz işte. Sessizce izliyoruz. Yağdırılacak bombaları biliyoruz ve o gün gelinceye kadar işimize gidip gelmeye, ufacık şeyler için incinmeye, yiyip içmeye, uyumaya ve sevişmeye devam ediyoruz. Evet, bunları yapıyoruz ve bunların bir suç olduğunu söylemiyorum. Ancak, başına bombalar yağan, ağzını ne zaman açsa coplanan, aç, işsiz ve evsiz olanları bizim tuzu kuru hayatlarımızı tehdit eden canavarlar olarak göstermeye çalışanlar apaçık suç işliyorlar ve bunu söylemekten de korkmuyorum.

Ah, içim yanıyor. Yalan kol geziyor. Sanki bir film çekiliyor ve herkes bunun sadece bir film olduğunu unutmaya mahkûmmuş gibi kendi rolünü ezberliyor. Ama yüz kere hayır annem, bin kere hayır canım oğlum. Çaresiz insanları kendi kaderine terk edip, suça ittikten sonra onlar birer canavar, birer cani bizler de mağdurlarmış gibi davranamayız. Bizi buna inandırmalarına izin veremeyiz. Vermemeliyiz. İnanma sakın, sokaklarda dilenen, çalıp çırpanlar da aslında senin gibi oyun oynamak, televizyon izlemek ve anneleri tarafından kucaklanmak, sevilmek isteyen çocuklar. Biz de kucağımızı sadece kendi çocuğumuza açmış, kendini sadece kendi çocuğundan sorumlu tutan bencil ana-babalarız.

Hepsi bu işte.

Tijen Zeybek (13-12-2004 Evrensel)