27 Şubat 2003

Neyi Düşlersen O Olur

Sabah olsun, uyanalım. Aslında gece bu düşüncenin kendisinde. Artık geceye uyanalım, aslında geceye de uyanalım. Sabaha uyanmak kolaydır. Sabaha uyanmak alışkanlıktır ve sıradandır. Asıl geceyle göz göze gelmektir yürek isteyen... Ve gece saklı olandır, gece kapatandır, gece karanlıktır ama karalık değildir. Savaş gecedir, ölüm gecedir, paylaşma özürlü duygular ve çaresizlik hissettiren bitmiş aşklar gecedir, gecenindir. Gecenin karanlığına kararmış düşüncelerle karşılık vermeye kalkışmak geceye benzemektir en hafifinden. Gecenin üstüne gündüz aydınlığıyla gidelim derim ben. Mesela “Savaşa Hayır” sloganını yakıştırırken kendimize ölümden ve öldürmekten söz açmayalım, kuşları da çocukları da vurmayalım. Ne fark var namludan çıkan sıcak kurşunu kafasına yemeden az önce keyifle koşturan bembeyaz bir tavşanı vurmakla bir çocuğu vurmak arasında.

İnsanı ve eylemi küçümsemek ne demektir? Ucunda şiddet yoksa, ucunda dehşet yoksa ruhunda anlam bulmak bu kadar mı zor hareketin. Okulda öğretmeni saçını çekiyor diye dokuz yaşında bir çocuğun saçlarını kazıtmak istemesi öğretmene karşı bir şiddet içermiyor diye manasız mı şimdi. Burada başkaldırı yok mu, burada isyan ve itiraz yok mu? Var elbet. Var da duymaya kulak ister, görmeye de göz. Her yanından dehşet fışkırırken dünyanın bir şeyleri değiştirmenin yolunun şiddetten değil de sevgiden geçtiğinde, yıkmaktan değil ama “yapmak” tan geçtiğinde, üstünde yürünecek yolun iğneyle ilmek ilmek örülmesi gerektiğinde ısrarlı olmak neden kötü ve kınanası bir ideoloji olsun ki? Nefret etmeyi becerememek, nefreti yıkıma ve yok etmeye dönüştüren öfkelerden nasiplenmemek nasıl olurda kusuru olur insanın. Karşımızda duran ve yolumuzu tıkayanlarla aramızdaki en büyük fark bu değil mi? Onlar sıkıştıkça silaha, onlar sıkıştıkça kıyıma başvurmadılar mı yüzyıllardır. Bizler düşüncemizle, fikrimizle, dilimizle, kalemimizle ve ancak üzerimize doğrulduğunda soğuk namlunun ucu bileğimizle karşı durmadık mı onların karşısında. Onlar ellerinde kıyıcı silahları ve hasta kafalarında ölümcül ve kötücül düşünceleriyle geçip giderken arkalarında binlerce yaralı ve ölü bırakmadılar mı? Bizlerin de yarı canı gitmedi mi baktıkça ölüm tarlalarına ve elimizden geldiğince buz gibi sular tuttukça yaralıların dudaklarına içimiz ateş almadı mı?

Hapislerde ölüm oruçlarına yatanlara tüyü kıpırdamayanların insanlığından kuşkulanmadık mı? Bir yandan da hiçbir kavganın insan hayatının üzerinde bir anlamı olmamalı, insan için, insanlık için verilen kavga nasıl olur da insan hayatını hiçe sayan bir yönteme bürünür diye kafa yormadık mı? Aslında biz kendimiz de içimizde biriken kahırı ve öfkeyi kendimizi diri diri yakarak değil de yazarak kusmadık mı? Gözlerimizin gördüğü ama yüreğimizin katlanamadığı insanlık suçlarını, savaşları, haksızlık ve eziyetleri bin defa yüz bin defa lânetlerken ve bunları havale edecek bir tanrımız bile yokken birbirimize sığınmadık mı, yazıya, şiire yaslanmadık mı? Aşklarımızdan ve sevişmelerimizden medet ummadık mı?

Kaç kere unuttuk papatyalara sevgiyle bakmayı, kaç kere yüz çevirdik savaşı kınarken barışa. İyi ki öldürmüyor kalem, iyi ki öldürmüyor yazı. Yoksa nasılda şiddet dökülür zaman zaman kalemimizden. Nasıl da küçümsenir ve alaya alınır sonunda kan dökülmeyen eylem. “Hayatı küçümsüyorsun.”demişti bir zamanlar bir bilge bana. Evet,küçümsüyorum zaman zaman hâlâ. Ne zaman ölü bir çocuk görsem gazete sayfalarında, ne zaman ayakları çıplak bir çocuk görsem sokaklarda, ne zaman yaşlı bir adam, belki de babam kahırlansa arzularından ve isteklerinden hiçbir şey kaybetmemiş ruhunun hasta ve tükenmiş bir gövdede hapsoluşuna küçümserim hayatı. Yanıp sönen bir ışık, derim. Kısacık bir an, bir rüya, hatta bir hayal. Belki bir an önce tamamlanası bir mecburiyet. Koştur adım varılacak bir son. Nasılsa varoluş da yok oluş da bilinci dışında insanın. Ama bütün seçenekler bir kere varolduğunu duyumsadıktan sonra. İnanabilirsin ya da sırtını dönersin insana. İnanırsın ya da boş verirsin dünyaya da aşka da. Sarılırsın şiddetten kaçıp dingin ve barışçıl yollara. Romana, şiire, çiçeğe, ateşe, aşka, aşksızlığa, eyleme ya da eylemsizliğe.

Öncesi ve sonrası yoktur bunun.

Neyi düşlersen o olur.

Tijen Zeybek (25 Şubat 2003-Yenidüzen)

TANK - TOP - SANAT - SİYASET - VATANDAŞLIK

Yollar sokaklar tank sesleriyle, bizim vergilerimizle bizi vuran Bayrak Radyo Televizyonu da Türkiye’den yurdumuza “bizim Kâbe”yi tavaf etmek için akın akın gelen sandık dibi kazıntılarının yumurtladığı birbirinden hamasi nutuklarla inliyor. Büyük bir gürültüyle sarsıldık geçen gün sabah. Önce deprem oluyor sandım, sonra herhalde aşağıda asfaltı deliyorlar diye düşündüm. Balkona koştuğumda onlarca tankın Lefkoşa-Mağusa anayolunda zehir gibi koşturduğunu gördüm. Trafiğin içinde sanki çok normal bir olaymış gibi akıp gidiyorlardı. Kocaman topları ileriye uzanmıştı. 20 Temmuz, 29 Ekim, 15 Kasım, 30 Ağustos, 23 Nisan... günlerden hiçbiri bu tarihe denk gelmiyordu. Daha sonra top atışlarıyla gün boyu sarsıldık durduk. Zangır zangır titreyen pencere camlarının arkasından yerden yükselen toz dumanı seyrettik. İçimizde kuşku, içimizde korku, aklımızda savaşın solmasına, silikleşmesine hiç izin verilmeyen canlı görüntüleri. Kıbrıs adasında yaşamak sanki kötü bir kadermiş gibi, Kıbrıs adasında yaşamanın bedeli sürekli savaş halinde yaşamayı peşin peşine kabul etmekmiş gibi, Kıbrıs adası sanki hiç aşkın ve Afrodit’in adası olmamış gibi, bu altın sahiller sanki hiç sevişmelere değil de hep dövüşmelere yataklık etmiş gibi kendi ülkemiz ve tarihimiz tekrar tanımlanıyor kafalarımızda.

Çocukluğumuzda koşup oynadığımız, mor/menekşe lâleler, şakayıklar topladığımız dağların eteklerinde “K O M A N D O” yazıyor şimdi kocaman kocaman ve bize yasak. Zaten tanklardan, toplardan dümdüz olmuş topraklarda artık ne ot bitiyor ne de çiçek. Oralara “tek bir Rum ayak basamaz.”doğru. Ama tek bir Kıbrıslı Türk de ayak basamaz, tek bir sivil. Adım başı garnizonlara, komando desenli boyanmış kilometrelerce uzayan duvarlara da şaşılmaz benim ülkemde. Kapısında “G Ü Ç L Ü Y Ü Z C E S U R U Z H A Z I R I Z” yazan. Ve bir söylenti dolaşır dilden dile; “Halkınız isyan ediyor Sn. Denktaş.”diyenlere, “Mehmetçik ne güne durur.”demiş Denktaş bey de. Yalnızca bir söylenti, dedikodu belki de, kuşkunun ve korkunun ürünü belki. Kim bilir belki de...

Bu arada Türkiye’deki son seçimlerde sandığın dibinde kalmış ne kadar parti varsa sağda duran. Milliyetçi, Kuzey Kıbrıs’taki statükonun destekçisi hepsi akın akın geliyorlar. Saray sanki Mekke. Fazıl Say’dan Ebru Gündeş’e, Recai Kutan’dan Doğu Perinçek’e, hatta Cem Uzan’a kadar. Kim adımını atarsa bu adaya, ister sanat adına,isterse de politika önce saraydan geçiyor, önce Denktaş’tan. Ve tüm konserler de önce Generallere veriliyor özel gecelerde, sonra sivil bürokratlara ondan sonra da halka. Hep bir “protokol” vardır, bir hiyerarşi ve sürekli biz rütbesiz, apoletsiz, makamsızlara yani kısaca sivillere onların gözündeki “asıl yerimiz” belletilir hoyratça. Kendilerine sanatçı diyenler de alet olur bu duruma,çünkü hepsi “Kâbe”den geçerler önce, ekmeğinden yeyip, suyundan içerler. Ve elleri boş dönmezler asla. En azından bir KKTC vatandaşlığı alırlar veda ederken Denktaş’a. Bunlar gizli saklı şeyler değildir. Meselatelevizyonda, bir bayram programında Mehmetali Erbil’in sulu sepken esprilerine gülerken görebilirsiniz Denktaş ailesini. Ve kameralar önünde Erbil sorar “Bizim vatandaşlık ne oldu Sn. Başkanım?” gibilerden. Olmak üzeredir herhalde. Bakınız Ankara Ticaret Odası Başkanını hiç bekletmedik. Daha ilk ziyarette “Kâbe”yi ilk tavafında tutuşturuverdik hediyesini eline. Hem de yarım saat içinde. O da göğsünü gere gere çıkıp gösterdi. Artık anlaşma isteyen, barış isteyen, adanın askersizleştirilmesini isteyen “hain” Kıbrıslı Türkleri lânetlemeyi daha da bir hak görüyor olmalı kendinde.

Şimdi ekonomik iyileştirmeden bahsediyorlar. Kuzey Kıbrıs’a para göndermekten. Sanki para özgürlüğün yerini tutarmış gibi. Sanki altın kafese kapatılan bülbül “Ah vatanım!”demekten vazgeçermiş gibi. Sanki Türkiye Devleti kendi halkını doyurmuş, sokaklarda aç gezen, köprü altlarında yatan, dilenen çocuklarına sıcak bir dam altı sunabilmiş gibi. Zaten kendi kıt kaynaklarından ayırıp gönderdikleri paraları da gene bize milliyetçilik dersi vermeye, “sahip çıkamadığımız” yurdumuza sahip çıkmaya, değerini bilmediğimiz “Bozkurt”umuza destek vermeye gelenler yemiyormuş gibi. Sanki son otuz yıldır böyle geçmemiş gibi.

Oysa biz para değil huzur ve güven içinde yaşayabileceğimiz bir yurt istiyoruz. Oysa biz askerlerin ve silâhların gölgesinde, top tüfek sesleriyle yaratılan bir ateşkes ortamı değil gerçek barışı istiyoruz. Oysa biz bölünmüş bir ada, doğduğu topraklar kendisine yasak edilmiş bir yarımülke değil, bir ucundan bir ucuna özgürce dolaşabileceğimiz gerçek bir vatan istiyoruz. Biz yurdumuzun “Akdenizin en büyük askeri tatbikatlarının yapıldığı ada.”olarak anılmasını değil, geçmiş acı ve şiddet olaylarını bir kere daha tekrarlanmayacak şekilde tarihe gömen bir anlaşmayla barışa yelken açmayı başaran insanların ülkesi olarak anılmasını istiyoruz.

Bütün amacımız budur ve kendi ülkemizle birlikte bütün dünyada barışı sağlayıncaya kadar kavgamız sürecektir.

Tijen Zeybek (23 Şubat 2003-Evrensel)

21 Şubat 2003

Çok Geç Duydum, İçim Acıdı

Çok geç duydum ve içim acıdı. Çok acıdı. Eşi bulunmaz “devletimizin” örneksiz kurumlarından birinde, Devlet Hastanesinde el birliğiyle bir cinayet daha işlenmiş. Küçücük bir kız çocuğu, güzeller güzeli. Kısacık ömründe kanser illetine kafa tutmuş, bu ölümcül hastalığa rağmen ayakta kalmış ama işte sistemsizliğe, başıbozukluğa, çürümüşlüğe karşı duramamış ufacık gövdesi. Cumartesi dershanesine gitmiş, Pazar da hastaneye... tuzağa. Evet hastane bir tuzak. Bu coğrafyada, bu egemenlerin egemenliğindeki hastane bir kumpas. Olağanüstü durumlarda, acil ihtiyacınız olduğu zamanlarda, ölümle burun buruna geldiğinizde size yardım etmek için oradaymış gibi yapıyor. (Mış gibi yapıyor çünkü devlet bütçesini ellerinde tutanlar öyle olmasını istiyor.) Ama bu sadece bir tuzak ve kanıp içine düştünüz mü genellikle sağ çıkamıyorsunuz. Çünkü hastane hastane değil bir yokluklar, yoksunluklar ülkesi. Onun da ötesinde, kötü yönetimden ve sistemsizlikten dolayı var olanları da bulamama, kullanamama, değerlendirememe labirenti. Doğru dürüst, yetenekli, eline düşen hasta için canhıraş çırpınan doktorların da elini kolunu bağlamayı başaran bir “arap saçı” abidesi.

Hastanenin güvenilmezliğini teyit edecek yığınla birebir tecrübeye sahibiz. Hepimiz, tek tek, bundan eminim. Ama sadece başı ağrısa soluğu Amerikalarda, İngilterelerde alan muktedirlere bakmak kâfi. Onlar “Beni Türk hekimlerine emanet ediniz.”diyen bir anlayışın sempatizanları değiller. Ne görüntüde ne de gerçekte. Onlar, yani bu ülkenin egemenleri, yönetenleri, hastane cihazsızlıktan, okullar bakımsızlıktan yıkılsa konforlarından, mersedeslerinden asla feragat etmeyeceklerini kafamıza vura vura bize anlatan, gözümüze soka soka belleten bir güruh. Onlar, şatafatlı saraylarında, sayfiye evlerinde, villalarında bonfilelerle ve havyarla beslenirken ve pahalı hobilerini sanat diye icra ederken ve bu hobilerin masraflarını dahi devlete ödetirken kendilerini o kadar unutmuşlar ki “İnsan ne demek?”, “Halk ne demek?”, “ Evlat ne demek?” diye sorsanız tümüne “para, para, para” ya da “iktidar, iktidar, iktidar” diye cevap vereceklerdir. Gün gele açlıktan kapılarına dayansanız “Yiyecek ekmeğimiz yok, ekmek isteriz!”diye haykırsanız tıpkı Mari Antuanet gibi “Pasta yesenize.”diyeceklerdir.

Halâ anlamadık mı “egemenlik, egemenlik” diye tutturanların hangi egemenlikten bahsettiğini. Onlar aslında düpedüz kendi iktidarlarından, kendi egemenliklerinden bahsetmektedirler. Kaybedecekleri ihtimaliyle deliye döndükleri yegâne koşul budur. Hepimizin yaşamı pahasına sürdürmeye çalıştıkları bu düzeni cesetler üzerine kurdular devamını da cesetler üzerinden getirmekte onlar için hiçbir sakınca yoktur. Bu yüzdendir ki adanın cephaneliğe dönmesi, yüzen tatbikat alanı olması, bütün bunların kanseri artırması, ölüm nedenlerinin büyük bir kısmının kalp krizine ya da kansere bağlı olması onları hiç ırgalamaz. Önemli olan mersedeslerin yenilenmesi, saray mefruşatlarının değiştirilmesi, başları ağrıdığında onları Amerikalara taşıyacak uçakların parmaklarının bir işaretini beklemesidir.

O küçük yavrucuğun, Asya’nın babası arkadaşımdır. İçim parçalanarak evlerine gittim, acılarına ortak olmaya çalıştım. Dört bir yan melekler kadar güzel kızlarının resmiyle doluydu. Aslında bizim, dışarıdan o eve girenlerin görebilecekleriydi sadece resimler. Ya anılar, sesler, yaşananlar. Yüreğim ezim ezim oldu... delirdim. Asya’nın anneciğinin gözleri kederle doluydu. Kederle ve kahırla. Böylesi bir acının paylaşılır yanı yok. Paylaşamazsınız. Onların, yavrularını kaybeden bu anne babanın duyduğu kocaman boşluğu, o korkunç çaresizliği, o dayanılmaz acıyı bir nebzecik olsun, bir anlığına dahi omuzlarından alamazsınız. “Biz kızımızı artık ortaokula hazırlıyorduk.”dedi Ahmet.

Evet, hepimizin yaptığı gibi. Bencilce ve haksızca halkın parasını kendi konforları ve özel harcamaları için savuranların bizler için hazırladığı tuzakları hiç düşünmeden.

Kaza geçirmemeye bakın, hastalanmamaya. Eğer bunlar başınıza gelirse de şansınıza güvenin ya da ülkemizin Güney yarısındaki gelişmiş, teknik donanıma sahip hastanelere. Ona da rahat koltuklarında oturanlar izin verirse ya da oraya kadar dayanacak şansınız olursa.

Tijen Zeybek (20 Şubat 2003-Yenidüzen)

17 Şubat 2003

Ateş - Çörek - Helva - Şarap - Keklik

Evet. Bunca soğuğa ve yağmura rağmen adanın Kuzeyinde ateş hüküm sürüyor. Her köyde, her bölgede Barış Ateşleri yanıyor. Biz de yaktık Cumartesi akşamı. Cihangir’de. Şöyle kocamannn bir ateş. Kuru okaliptüs ve zeytin dalları çıtır çıtır tutuşurken havayı kaplayan koku muhteşemdi. Hem ağaçların o kendi tanıdık, geçmişten gelen büyüleyici kokuları, hem de aynı amaç etrafında birleşebilmenin verdiği o kendine güvenin, o “sağlamlık” duygusunun verdiği bambaşka bir kokuydu bu. Korlaşan kütükler devrildikçe kıvılcımlar saçılıyordu etrafa. Terbiye edilmiş, şekle sokulmuş, düzenlenmiş havai fişeklerin yanında bizimkiler alabildiğine serseri, alabildiğine özgür, alabildiğine doğaldılar. Bu yüzden de çok güzeldi kıvılcımlar çook. Bizim köyün meydanında miting alanlarında söylediğimiz şarkıları söyleyip, çörek ve tahin helvası yiyeceğimiz hiç aklıma gelmezdi doğrusu. İşte bu konuda doğduğumuz günden beri tepemizde oturanların nafile ısrarlarına bir teşekkür borçluyuz sanırım. Onlar değişimin önünde durmak için bunca ısrarlı olmasalardı ne gençler dağların ardındaki güzel günleri aramaya çıkar ne de yaşlılar Chauv Bella’yı söylerlerdi köy meydanlarında. (Şimdi bu “chauv”ın yazılışından da pek emin değilim ama...)

Bundan daha güzel bir kış olamazdı yani. Hem yağmur ve soğuk- hem de ne soğuk- hem de kıvılcımlar saçan, alevleri gökyüzüne yükselen iddialı ateşler. Bunlar kebap ateşi değil ha. Mangal ve şömine ateşi hiç değil. Bunlar Barış Ateşi. Bu ateşlerin başında devrimci şarkılar söyleniyor hep bir ağızdan ve çörek, zeytinli, tahın helvası yenip şarap içiliyor. Değişimin önünde durmaya çalışan, bizi sonsuza kadar kendi dar ve gerici kafalarında münasip gördükleri şekilde yaşamaya mahkûm edebileceklerini zannedenlerin yerinde olsam korkardım doğrusu. Halkın sesine kulaklarını kapatıp, onların istediği bir gelecek projesinin önünde faydasız “taş”lar olarak dikilmek ve hep saklanmak zorunda kalmak güç olmalı. Ayrıca da onur kırıcı. Bütün bu güçlüğü ve onursuzluğu ithal destek kuvvetleriyle gidermek mümkün mü? Arınç’ın çağrısına kulak vererek uçaklara dolup dolup gelen onca kalabalığın ilacı varsa önce kendi kafalarına sürsünler denmez mi? Onlar kendi yurttaşlarının desteğinden yoksun sandık dibi kazıntıları değil mi? Yetmiş milyona beğendiremedikleri arkaik fikirlerinin burada da sadece ve sadece kendileri gibi fikirlere sahip arkaik zihniyetlerce itibar göreceğini bilmiyorlar mı? Biliyorlar elbette. Onların ki sadece temkinli olmak. Olur ya başarırlar da diktatörlüğün devamını sağlarlarsa şimdiden alacaklı durumda olmak. Ne olur ne olmaz. Bu kesim işlerini hep böyle görür.
Bütün bunlar olurken hayat sürprizlerini de esirgemiyor Kırlangıç’tan.

Bu sabah (yani Pazar sabahı) uyanır uyanmaz bir keklikle göz göze geldim balkonumda. İnanılmazdı. Perdeyi aralamıştım nasıl bir güne uyandığımı görmek için. Bütün güzelliğiyle bir keklik dışarıdan bana bakıyordu. Hiç kıpırdamadı beni görünce. Başını yana eğerek iyice baktı hatta. (Bak sen! Demek kekliğin de röntgencisi olurmuş!) Bir süre bakıştıktan sonra kapıyı açtım, o zaman biraz uzaklaştı. Ama uçup gitmedi. Çok güzel kanatları vardı. Uzaklaşırken şöyle bir kabarttı onları. Bütün desenleri ortaya çıkacak şekilde. Sonra olduğu yerde durdu ve kafasını yan yan eğerek bana bakmaya devam etti. Diğer kapıdan dışarı süzüldüm çıplak ayak ve usulca ona doğru yürüdüm. Herhalde yaralıdır, uçamıyordur diye geçiyordu aklımdan. Onu kucağıma alayım, güzel boynunu okşayayım, yaralarını iyileştireyim. Niyetimi anlar anlamaz parrrrrrrrr diye uçuverdi hınzır. Demek ki sağlığı yerindeymiş. Balkona bir göz atınca bütün geceyi orada geçirdiğini anladım. Her köşesini tuvalet olarak kullanmış çünkü. İyi de derdi neydi ki bu kekliciğin.

Bir daha ki sefere gene gelirse bir plânım var. Onu kucağıma alıp sevmeden kaçmasına izin vermeyeceğim. Canım keklik. Tanrı hazretleri onu avcıların vahşetinden korusun –mümkünse- dermişim.

Tijen Zeybek (17 Şubat 2003 Yenidüzen)

5 Şubat 2003

“De Ja Vous”

Bu bir kâbus olmalı ya da de ja vous. Ekranlarda görüşmeci, karşısında iktidar partilerinin, iktidarı kendi özel tarihlerinin bir parçası haline getirmiş muktedirlerinin ayakları henüz suya ermemiş evlatçıkları. Kısacık bir bölüm görüyorum bu kâbustan ve bunun bir kâbus olduğunu anlamama yetiyor. Görüşmeci şöyle diyor, aşağı yukarı; “Görmezmisiniz be çocuklar Rum nasıl silahlanır  Her gün yeni tank tüfek alır. E hal böyleyken Türkiye’nin askerini azaltması ya da çekmesi nasıl olacak?” Hiçbir “vatan evladının  gıkı çıkmıyor “tabiyatıynan”. Kimsecikler, böylesi bir talep hangi BM plânında var, planın hangi sahifesinde, hangi satırında yer alıyor, diye soracak olmuyor, sorar gibi dahi olmuyor en azından. Gerçek bir “ben bu filmi daha önce görmüştüm”duygusu sarıyor tüm benliğimi. Artık uyansam iyi olacak, ama kâbuslar uzun sürer, öyle hemencecik uyanamazsınız. Özellikle bu topraklarda yaşayanların başına çöken kâbuslar “taş”lar kadar, “demir”ler kadar, ağırdır.

Tatildeyim ve tatilde oluşum bu kâbusları görmeme engel değil. Tv kanalları tatile çıkmıyor hiç, gazeteler de öyle ve eş dost sohbetleri de. Hatta reklamlar bile. Hele bir tanesi var ki, iki yüzlülüğün görsel alanda nasıl bir sanat eseri halinde sunulabileceğinin abidesi adeta. Uzan’ın Genç Parti’sinin sözde savaş karşıtı reklâmından söz ediyorum. “Türkiye’de yaşayan insanların %90’ı bu savaşa karşı...”diye öyle bir girişi var ki Kıbrıs konusundaki faşizan yaklaşımını, kitleleri nasıl hiçe saydığını, onlara nasıl da pahalı cicilerinin üzerine konmuş ve tek bir el hareketiyle silkelenesi tozlar olarak baktığını bilmesek çoğulculuğa inandığını zannedeceğiz. Miting alanında toplanan altmış bin insanı hiçe sayan sözleriyle hepimizi aşağılayan sanki o değil. Ve en hafifinden çirkin yaklaşımına gösterdiğimiz tepki kendisine hatırlatılınca da “Beş on gün bağırır, susarlar.”diyen ve “eylemsiz” Kıbrıs Türkünü gazaba getirerek bütün telsim hatlarını iade ettiren o değil. Bu şımarık çocuk sanki seçimlerden ders almamış gibi, yenilen pehlivan güreşe doymazmış misali, yakaladığı her alanda, yumrukları sıkılı, havaya havaya sekiyor. Ve reklamlardaki tok ve etkileyici ses, hepimizi, ama özellikle de Kıbrıs Türkü’nü, patronuyla yaşadığı bu ilginç deneyimden sonra iyice aptal yerine koyarak devam ediyor: “Unutmayın!, Millet kendi iradesine karşı çıkanlardan hesap sorar.” Vay Uzun efendi vay. Neler de bilirmiş bu küçük, Türkiye’nin Berlusconi’si olmaya aday, Amerikan makyajlı, yeni yetme siyasetçi.

Eh işte! Kâbus. Gör gör, terle. Kendi kâbuslarında bile bir tekrar, bir de ja vous. Neyse ki tatil, neyse ki kış, neyse ki sabah sabah uyanınca gökkuşağı beni bekliyor oluyor mor dağlarımın eteklerinde. Ve canım sıkılınca koşuyorum aşağı, küçük bir tur Mesaryamın göbeğinde, elimde bir demet nergisle geliyorum evime. Derin bir nefes çekiyorum sarı gözlü başlarına gömüp burnumu, derin derin kokluyorum. Ne kâbuslardan eser kalıyor üzerimde, ne demir ne de “taş”lardan. Sarışın sürprizler gibi nergisler. İpeksi kucaklar kadar sıcacık ve sarışın başları. Gökkuşağı öylesine renkli ki, o kadar iyi geliyor ki ruhuma, sadece bakışlarımla değil bütün varlığım ve düşüncemle ulaşıyorum Mesarya’dan Trodos’a.

Ve kim ne derse desin, hangi milliyetçi akıl çizdirirse çizdirsin o kocaman bayrakları dağlara, insanlığa yakışan barıştır, kardeşliktir. Ülkelere yakışan sınırsızlıktır. Bütün insanlar kardeştir ve evimiz dünyadır. Kıbrıs yarım değildir, Kıbrıs ve Kıbrıs’ta yaşayanlar bir bütündür. Kıbrıs’ın bütünlüğü ancak bir başka bütüne, dünyaya dahil olmak içindir. O kocaman bütünün bir parçası olmak içindir.

Sınırsız, dibine kadar özgür hayatlar için, sınırsız ve dibine kadar özgür düşler isterim. Doğrudur, uzun sürer kâbuslar ve ağırdır taşlar. Ama ne kâbuslar ne de “taş”lar sonsuz değildir. Her kâbus uyanıklığa mahkûmdur ve her taş da zamana, zaman içinde ufalanmaya...

Tijen Zeybek (5 Şubat 2003 Yenidüzen)