27 Şubat 2003

Neyi Düşlersen O Olur

Sabah olsun, uyanalım. Aslında gece bu düşüncenin kendisinde. Artık geceye uyanalım, aslında geceye de uyanalım. Sabaha uyanmak kolaydır. Sabaha uyanmak alışkanlıktır ve sıradandır. Asıl geceyle göz göze gelmektir yürek isteyen... Ve gece saklı olandır, gece kapatandır, gece karanlıktır ama karalık değildir. Savaş gecedir, ölüm gecedir, paylaşma özürlü duygular ve çaresizlik hissettiren bitmiş aşklar gecedir, gecenindir. Gecenin karanlığına kararmış düşüncelerle karşılık vermeye kalkışmak geceye benzemektir en hafifinden. Gecenin üstüne gündüz aydınlığıyla gidelim derim ben. Mesela “Savaşa Hayır” sloganını yakıştırırken kendimize ölümden ve öldürmekten söz açmayalım, kuşları da çocukları da vurmayalım. Ne fark var namludan çıkan sıcak kurşunu kafasına yemeden az önce keyifle koşturan bembeyaz bir tavşanı vurmakla bir çocuğu vurmak arasında.

İnsanı ve eylemi küçümsemek ne demektir? Ucunda şiddet yoksa, ucunda dehşet yoksa ruhunda anlam bulmak bu kadar mı zor hareketin. Okulda öğretmeni saçını çekiyor diye dokuz yaşında bir çocuğun saçlarını kazıtmak istemesi öğretmene karşı bir şiddet içermiyor diye manasız mı şimdi. Burada başkaldırı yok mu, burada isyan ve itiraz yok mu? Var elbet. Var da duymaya kulak ister, görmeye de göz. Her yanından dehşet fışkırırken dünyanın bir şeyleri değiştirmenin yolunun şiddetten değil de sevgiden geçtiğinde, yıkmaktan değil ama “yapmak” tan geçtiğinde, üstünde yürünecek yolun iğneyle ilmek ilmek örülmesi gerektiğinde ısrarlı olmak neden kötü ve kınanası bir ideoloji olsun ki? Nefret etmeyi becerememek, nefreti yıkıma ve yok etmeye dönüştüren öfkelerden nasiplenmemek nasıl olurda kusuru olur insanın. Karşımızda duran ve yolumuzu tıkayanlarla aramızdaki en büyük fark bu değil mi? Onlar sıkıştıkça silaha, onlar sıkıştıkça kıyıma başvurmadılar mı yüzyıllardır. Bizler düşüncemizle, fikrimizle, dilimizle, kalemimizle ve ancak üzerimize doğrulduğunda soğuk namlunun ucu bileğimizle karşı durmadık mı onların karşısında. Onlar ellerinde kıyıcı silahları ve hasta kafalarında ölümcül ve kötücül düşünceleriyle geçip giderken arkalarında binlerce yaralı ve ölü bırakmadılar mı? Bizlerin de yarı canı gitmedi mi baktıkça ölüm tarlalarına ve elimizden geldiğince buz gibi sular tuttukça yaralıların dudaklarına içimiz ateş almadı mı?

Hapislerde ölüm oruçlarına yatanlara tüyü kıpırdamayanların insanlığından kuşkulanmadık mı? Bir yandan da hiçbir kavganın insan hayatının üzerinde bir anlamı olmamalı, insan için, insanlık için verilen kavga nasıl olur da insan hayatını hiçe sayan bir yönteme bürünür diye kafa yormadık mı? Aslında biz kendimiz de içimizde biriken kahırı ve öfkeyi kendimizi diri diri yakarak değil de yazarak kusmadık mı? Gözlerimizin gördüğü ama yüreğimizin katlanamadığı insanlık suçlarını, savaşları, haksızlık ve eziyetleri bin defa yüz bin defa lânetlerken ve bunları havale edecek bir tanrımız bile yokken birbirimize sığınmadık mı, yazıya, şiire yaslanmadık mı? Aşklarımızdan ve sevişmelerimizden medet ummadık mı?

Kaç kere unuttuk papatyalara sevgiyle bakmayı, kaç kere yüz çevirdik savaşı kınarken barışa. İyi ki öldürmüyor kalem, iyi ki öldürmüyor yazı. Yoksa nasılda şiddet dökülür zaman zaman kalemimizden. Nasıl da küçümsenir ve alaya alınır sonunda kan dökülmeyen eylem. “Hayatı küçümsüyorsun.”demişti bir zamanlar bir bilge bana. Evet,küçümsüyorum zaman zaman hâlâ. Ne zaman ölü bir çocuk görsem gazete sayfalarında, ne zaman ayakları çıplak bir çocuk görsem sokaklarda, ne zaman yaşlı bir adam, belki de babam kahırlansa arzularından ve isteklerinden hiçbir şey kaybetmemiş ruhunun hasta ve tükenmiş bir gövdede hapsoluşuna küçümserim hayatı. Yanıp sönen bir ışık, derim. Kısacık bir an, bir rüya, hatta bir hayal. Belki bir an önce tamamlanası bir mecburiyet. Koştur adım varılacak bir son. Nasılsa varoluş da yok oluş da bilinci dışında insanın. Ama bütün seçenekler bir kere varolduğunu duyumsadıktan sonra. İnanabilirsin ya da sırtını dönersin insana. İnanırsın ya da boş verirsin dünyaya da aşka da. Sarılırsın şiddetten kaçıp dingin ve barışçıl yollara. Romana, şiire, çiçeğe, ateşe, aşka, aşksızlığa, eyleme ya da eylemsizliğe.

Öncesi ve sonrası yoktur bunun.

Neyi düşlersen o olur.

Tijen Zeybek (25 Şubat 2003-Yenidüzen)

TANK - TOP - SANAT - SİYASET - VATANDAŞLIK

Yollar sokaklar tank sesleriyle, bizim vergilerimizle bizi vuran Bayrak Radyo Televizyonu da Türkiye’den yurdumuza “bizim Kâbe”yi tavaf etmek için akın akın gelen sandık dibi kazıntılarının yumurtladığı birbirinden hamasi nutuklarla inliyor. Büyük bir gürültüyle sarsıldık geçen gün sabah. Önce deprem oluyor sandım, sonra herhalde aşağıda asfaltı deliyorlar diye düşündüm. Balkona koştuğumda onlarca tankın Lefkoşa-Mağusa anayolunda zehir gibi koşturduğunu gördüm. Trafiğin içinde sanki çok normal bir olaymış gibi akıp gidiyorlardı. Kocaman topları ileriye uzanmıştı. 20 Temmuz, 29 Ekim, 15 Kasım, 30 Ağustos, 23 Nisan... günlerden hiçbiri bu tarihe denk gelmiyordu. Daha sonra top atışlarıyla gün boyu sarsıldık durduk. Zangır zangır titreyen pencere camlarının arkasından yerden yükselen toz dumanı seyrettik. İçimizde kuşku, içimizde korku, aklımızda savaşın solmasına, silikleşmesine hiç izin verilmeyen canlı görüntüleri. Kıbrıs adasında yaşamak sanki kötü bir kadermiş gibi, Kıbrıs adasında yaşamanın bedeli sürekli savaş halinde yaşamayı peşin peşine kabul etmekmiş gibi, Kıbrıs adası sanki hiç aşkın ve Afrodit’in adası olmamış gibi, bu altın sahiller sanki hiç sevişmelere değil de hep dövüşmelere yataklık etmiş gibi kendi ülkemiz ve tarihimiz tekrar tanımlanıyor kafalarımızda.

Çocukluğumuzda koşup oynadığımız, mor/menekşe lâleler, şakayıklar topladığımız dağların eteklerinde “K O M A N D O” yazıyor şimdi kocaman kocaman ve bize yasak. Zaten tanklardan, toplardan dümdüz olmuş topraklarda artık ne ot bitiyor ne de çiçek. Oralara “tek bir Rum ayak basamaz.”doğru. Ama tek bir Kıbrıslı Türk de ayak basamaz, tek bir sivil. Adım başı garnizonlara, komando desenli boyanmış kilometrelerce uzayan duvarlara da şaşılmaz benim ülkemde. Kapısında “G Ü Ç L Ü Y Ü Z C E S U R U Z H A Z I R I Z” yazan. Ve bir söylenti dolaşır dilden dile; “Halkınız isyan ediyor Sn. Denktaş.”diyenlere, “Mehmetçik ne güne durur.”demiş Denktaş bey de. Yalnızca bir söylenti, dedikodu belki de, kuşkunun ve korkunun ürünü belki. Kim bilir belki de...

Bu arada Türkiye’deki son seçimlerde sandığın dibinde kalmış ne kadar parti varsa sağda duran. Milliyetçi, Kuzey Kıbrıs’taki statükonun destekçisi hepsi akın akın geliyorlar. Saray sanki Mekke. Fazıl Say’dan Ebru Gündeş’e, Recai Kutan’dan Doğu Perinçek’e, hatta Cem Uzan’a kadar. Kim adımını atarsa bu adaya, ister sanat adına,isterse de politika önce saraydan geçiyor, önce Denktaş’tan. Ve tüm konserler de önce Generallere veriliyor özel gecelerde, sonra sivil bürokratlara ondan sonra da halka. Hep bir “protokol” vardır, bir hiyerarşi ve sürekli biz rütbesiz, apoletsiz, makamsızlara yani kısaca sivillere onların gözündeki “asıl yerimiz” belletilir hoyratça. Kendilerine sanatçı diyenler de alet olur bu duruma,çünkü hepsi “Kâbe”den geçerler önce, ekmeğinden yeyip, suyundan içerler. Ve elleri boş dönmezler asla. En azından bir KKTC vatandaşlığı alırlar veda ederken Denktaş’a. Bunlar gizli saklı şeyler değildir. Meselatelevizyonda, bir bayram programında Mehmetali Erbil’in sulu sepken esprilerine gülerken görebilirsiniz Denktaş ailesini. Ve kameralar önünde Erbil sorar “Bizim vatandaşlık ne oldu Sn. Başkanım?” gibilerden. Olmak üzeredir herhalde. Bakınız Ankara Ticaret Odası Başkanını hiç bekletmedik. Daha ilk ziyarette “Kâbe”yi ilk tavafında tutuşturuverdik hediyesini eline. Hem de yarım saat içinde. O da göğsünü gere gere çıkıp gösterdi. Artık anlaşma isteyen, barış isteyen, adanın askersizleştirilmesini isteyen “hain” Kıbrıslı Türkleri lânetlemeyi daha da bir hak görüyor olmalı kendinde.

Şimdi ekonomik iyileştirmeden bahsediyorlar. Kuzey Kıbrıs’a para göndermekten. Sanki para özgürlüğün yerini tutarmış gibi. Sanki altın kafese kapatılan bülbül “Ah vatanım!”demekten vazgeçermiş gibi. Sanki Türkiye Devleti kendi halkını doyurmuş, sokaklarda aç gezen, köprü altlarında yatan, dilenen çocuklarına sıcak bir dam altı sunabilmiş gibi. Zaten kendi kıt kaynaklarından ayırıp gönderdikleri paraları da gene bize milliyetçilik dersi vermeye, “sahip çıkamadığımız” yurdumuza sahip çıkmaya, değerini bilmediğimiz “Bozkurt”umuza destek vermeye gelenler yemiyormuş gibi. Sanki son otuz yıldır böyle geçmemiş gibi.

Oysa biz para değil huzur ve güven içinde yaşayabileceğimiz bir yurt istiyoruz. Oysa biz askerlerin ve silâhların gölgesinde, top tüfek sesleriyle yaratılan bir ateşkes ortamı değil gerçek barışı istiyoruz. Oysa biz bölünmüş bir ada, doğduğu topraklar kendisine yasak edilmiş bir yarımülke değil, bir ucundan bir ucuna özgürce dolaşabileceğimiz gerçek bir vatan istiyoruz. Biz yurdumuzun “Akdenizin en büyük askeri tatbikatlarının yapıldığı ada.”olarak anılmasını değil, geçmiş acı ve şiddet olaylarını bir kere daha tekrarlanmayacak şekilde tarihe gömen bir anlaşmayla barışa yelken açmayı başaran insanların ülkesi olarak anılmasını istiyoruz.

Bütün amacımız budur ve kendi ülkemizle birlikte bütün dünyada barışı sağlayıncaya kadar kavgamız sürecektir.

Tijen Zeybek (23 Şubat 2003-Evrensel)