23 Ocak 2003

Ölümü Hayata Seçmenin Mazareti

Bir asker, yurdundan binlerce kilometre uzakta, kim bilir ne zamandır burada. Binlerce askerden biri. Lüks marketlerden birinden bir çok şey alıp parasını öder. Ama sonra çıkarken kapıdaki güvenlik sistemi öter. Bütün başlar oraya döner. Gözler arsız bir merakla suçluyu teşhis etmek telaşındadır. Asker çağrılır. Çantası boşaltılır, fişi ve aldıkları kontrol edilir. Bir paket tıraş bıçağı, yani jilet ödenmemiştir. Bu olayı şahit olan kişiden dinleyenler “Yazıklar olsun.”, “Cık cık cık, ne utanmazlık.”, “Nasıl da yaparlar?”vb tepkilerle hoşnutsuzluklarını dile getirdiler. Oysa belki de, hatta büyük ihtimalle satın alıp ödediği o “bir çok şey” kendisine ait değildir. Taa Anadolu’dan buraya asker gönderilen çocuk nerede bulsun o kadar parayı. (Kendi parasının sigarasına yetmediğine eminim.) “Komutanı biraz para vermiş ve eline de bir liste tutuşturmuştur.” diyorum. Bütün onları alacak parası olsa bir paket jileti de öderdi. Askerde erler tıraş olsun diye jilet verirler mi bilmem. Veriyorlarsa belki de iyi kesmiyorlardır ve tıraşı iyi olmadığı için komutanından dayak yiyordur. Vermiyorlarsa belki de alacak parası yoktur ve sakalı uzadığı için komutanından dayak yiyordur. Diyorum. Arkadaşım “Hiçbir şey hırsızlığın mazereti olamaz.”diye kestirip atıyor. Olamaz mı sahiden? Dayak hırsızlığın mazereti olamaz mı? Peki ya açlık? Kötü koşullar, hakaret, çaresizlik, kıstırılmışlık duygusu, yalnızlık...vs. Çok kısa süre öncesine kadar oralarda bir şeyler intiharların mazereti olabiliyordu ama. Oralarda, askerde genç çocuklar ölümü yaşama yeğliyorlardı. Kapalı kapılar, tel örgüler ve kuru baş işaretlerinin altında “girilmez” yazan levhaların arkasında neler olduğunu kim bilebilir ki?

Aklıma Türkiye’de aç oldukları için bir tepsi baklava çalan çocuklar geliyor. Aynı anda da Boyacı. O dilimizden düşürmediğimiz hukuk kuralları kötü ellerde nasılda her şey için aciz kalıyor. Ayrıca, aç bir çocuğun, çaresiz bir erin “çalmak” eylemiyle, ülkesinde adı şehit sözcüğüyle başlayan okullarının damı bakımsızlıktan çocukların başına yıkılırken kendi sarayını on binlerce sterline yeniden döşetenlerin “çalmak” eylemi nasıl da farklılaşıyor ve hukuğu nasıl da çaresiz kılabiliyor. Açlıktan baklava çalan çocuklar ömürlerinin koca bir bölümünü hapiste geçirmek zorunda kalmışlardı. Belki de hâlâ parmaklıklar arkasındadırlar ve dışarıdaki dünyadan daha da acımasız bir dünyanın bıçaktan kollarında, naif gövdelerinde açılan yaralara her gün bir yenisini katarak, doğmak şanssızlığını yaşadıkları bu coğrafyada büyümenin nasıl bir şey olduğunu öğreniyorlardır. Oradan çıktıklarında eğitimini aldıkları okulun felsefesinden taşlaşmış birer yüreğe ve kaybolmuş adalet duygusunun boş bıraktığı o kocaman boşluğa yerleşmiş acımasız bir öfkeye sahip olacaklardır. Onları kim suçlayabilir ki?

Burada modern zamanların maddece zengin insanlarının tatminsiz ruhlarını tatmin etmek, tekdüze yaşamlarına heyecan katmak, varlıklarında keşfedemedikleri anlama ulaşmak için girdikleri karmaşık süreçten çıkamayarak kleptomaninin kollarında aradıkları yapay heyecandan söz etmiyoruz. Bunun da ötesinde hiçbir insan “Hiçbir şey hırsızlığın mazereti olamaz.” cümlesindeki kadar basit ve indirgemeci bir yaklaşımla yargılanıp kendi kaderine terk edilemez, edilmemeli. İnsan denen varlık o kadar karmaşık ve kendine özgü ki. Ayrıca içinde yaşadığımız düzen insan doğasına o kadar aykırı ve onun ihtiyaçlarına cevap vermekten o kadar uzak ki.

Ne yazık ki bunu fark etmeden yürüyüp geçiyoruz ve arkamızda kırılıp dökülmüş, itilmiş, gözden çıkarılmış, “öteki”leştirilmiş koskoca bir dünya bırakıyoruz... Ya da onları bıraktığımızı zannederken aslında kendimizin de “gerçeğinin” onlarla birlikte kaldığını fark edemiyoruz. Yürüyüp giden insanlığından soyunmuş bir kabuktan başka bir şey değil.

Tijen Zeybek (22 Ocak 2003 Yenidüzen)