6 Eylül 2005

160 SAYFALIK KEDER

Öğrenirsiniz. Öğrenmek büyümektir. Büyümekse ölmeye yaklaşmak. Bin bir zahmetle çoğalır saçlarda karlar. Hayat, bin bir eziyetle yüzünüzdeki çizgilere yeni çizgiler katar. Hayat mı yazsam yaşam mı, hangisinde asıl anlam. Saatlerce düşünürsünüz kimi zaman. Hayata dair bir öykünün kitaba dönüşme serüveninde yaşanan hayal kırıklıkları ve hüznün can yakışında sınır var mıdır. Yüz altmış sayfalık bir kederden nasıl kurtulur insan. Ah, bakanlarla yapılan toplantılar daha önemlidir edebiyattan. Ah, çok işi vardır herkesin ve dostlar istisna değildir bundan. Sosyalist bir düzeni isteyip, sosyalist bir düzeni özleyerek sabah sekiz akşam beş, ter döker kendi deliğinde herkes. Sonrası, yorgunluk. Sonrası, uyku. Sonrası...sonrasızlık. Ara sıra bir çığlık kopar, koptuğu yerde kalır... Kalsın. Çarpıp yankılanacak bir duvar bile bulmaz önünde...Bulmasın. Sesinizle rahatız etmeyin işyeri sahiplerini, fark etmez birlikte yürümüşseniz bile Mağusa'dan Lefkoşa'ya onca mesafeyi. Hiç kimsenin düzeni bozulmasın. Randevular ve işler önemlidir. Ne demiş kapitalizm, vakit nakittir!

Her gün onlarca kitap düşer piyasaya. İlânlar boy boy, reklamlar sayfa sayfa. Kitap yazmak yürek işiydi...eskiden diyorum. Şimdiyse varsıl oyalantısı. Kitapları binlerce basılıp satılan birisi yazarken çok eğlediğini söylemiş, çok keyif alarak yapmış bu işi. Oysa yazmak cehenneminden söz eder yazar. Yazmak acımaktır, dağılmaktır, hayatın her bir yerinize sapladığı cam kırıklarını yerinden oynatmak, kanamaktır. Eğlenmek için yazmaz yazar. Bir zorunluluktur onun için. Çünkü, düzenin insanı boğan, farklılıklarını törpüleyen baskısından kurtulup, varolmayı sürdürebilecek kadar soluk alabilmesi gerekir. Düzenin sıkı sıkıya ördüğü duvarlarda böylesi yaşamsal bir gediği ancak yazarak açar.

Oysa seyirciler gibi okurlar da 'eğlenmek' istiyor. Gönül Yarası çok iyi bir film olmasına
rağmen gösterimde olan diğer Türk filmleri çok daha fazla seyirci toplamış ve eleştirmenler bunu insanların komedi filmlerine daha fazla itibar ettiğine yormuşlar. Öyledir elbet. Bunda şaşacak bir şey yok. Kapitalist düzenin insanlarıyız biz. Ve bu düzenin tezgâhından geçen her nesil bir öncekinden daha acımasız, daha ben merkezci, daha duyarsız olacak. Herkesin 'barış' adına uzlaşmayı seçtiği böylesi düzenlerde kavga, emek, acı, yürek, dostluk ve fedakârlık elbette anlamını yitirecek. Acıtmayan filmler, acıtmayan kitaplar, acıtmayan yapıtlar derken acıtmayan 'gerçekler' istemeye başlayacak insanlar. Güney Asya'nın cennet adalarında keyifle kumsalda uzanma 'haklarından' söz edecekler. Ve kıyıya vurarak bu haklarına 'gölge düşüren' düşüncesiz cesetlerden rahatsız olmamayı öğrenecekler. ?Barış ve düzen? için böylesi bir duygusuzluğu benimseyip onunla uzlaşacaklar. Sokaklarda aç gezerek, dilenen, hırsızlığa başvuran, köprü altlarında tiner koklayan çocukların acıtan gerçekliğinden kurtulmak, steril hayatlarını korumak için bu çocukları Yassıada'ya toplamaktan söz edecek insanlar. Akıllarına gelen bu parlak fikirle çoktan uzlaşmışlar. Bu düşüncenin normal ve hatta çok iyi bir düşünce olduğuna inanmışlar.

Evet. Kaldıralım gözümüzün önünden bizden fedakârlık isteyen, yardım isteyen, insanlık isteyen ne varsa. Açlıksa açlık, dostluksa dostluk. Bize ne. Elimizin tersiyle itelim. Kaldıramadıklarımızı canımız acımadan görmeye alışalım. Ölen ölür, biz keyfimize bakalım. İster doğal afet kurbanı olsun, isterse doğal olmayan afet ?savaş, açlık- olsun, fark etmez. Halının altına süpüremiyorsak, önce gözlerimizi kapatalım, yetmeyince görsek bile aldırmamamız gerektiği konusunda piyasayla uzlaşalım, olsun bitsin. Her şeye, ama her şeye alışalım. Her şeyle, ama her şeyle uzlaşalım.

Eh madem öyle, yeni sloganlar bulalım kendimize: Gerçekçi ol, imkânsızı isteme. Uzlaş kapitalizminle.


Tijen Zeybek (Mayıs, 2005 - Evrensel Gazetesi)

1 Eylül 2005

Ne Çocuklar Ne De Sokaklar Suçlu Değildir Bu Yan Yana Gelişte

Eski zamanlardan kalma, masalsı bir iklimin hüküm sürdüğü o bildik ama yabancı, o yakın ama uzak, o soğuk ama sıcak ülkenin kına çiçeği kokulu sokağından bir çocuk geçiyor koşarak. Kırmızı, kadife pinaforunun sayvanlı eteği uçuşuyor, kırmızı tomtomlu beyaz çoraplarına sokağın çamurundan sıçrıyor ama aldırmıyor. Kâküllü, dümdüz saçları var çocuğun. Göz pınarlarında billûr gibi parlayan yaşları. O koştukça rüzgârla yarışarak, sokağı bir ana gibi, sokağı sevgiden yumuşacık bir mendil gibi siliyor yaşlarını. Hem de saklıyor babasından çocuğu. Bilir ki ana-babaların bazen ağır olur elleri, hoyrat olur, acıtır. Sokaktır çocuğun dert ortağı.

Ne o? Şaşırdınız birden. Evet evet! Onu demek istiyorum ben. Televizyonun karşısında oturmuş çerez yerken, karnınız tok, sırtınız bütün, bir küfür gibi, bir virüsten söz eder gibi 'sokak çocukları' diyorsunuz. Sokak Çocuklarından bahsediyorsunuz ağzınızda lezzetli lokmalar çiğnerken bir yandan. Ama ne çocuklar ne de sokaklar suçlu değildir bu yan yana gelişte. Tıpkı köprülerin suçlanamayacağı gibi kuytularında uyuttukları çocuklardan, sokaklar da suçlanamaz analığından.

Sadece sevgi yoksunu, hırpalanmış çocukları yoktur sokakların. Kapılarında durmuş yürekler gibi asma kilitlerin sallandığı, tepeden tırnağa hüzne kesmiş evleri de vardır. Ne yanından baksanız yalnızlığınızla göz göze gelirsiniz, ne yanından uzansanız, insansızlığın verdiği buz gibi bir yelin vınlamasıdır 'neredesiniz'? diye soran sesiniz. Bir sokağın, gece gündüz bağrında açan sarı sarmaşık gülleri gibidir boş evler. Gün geçtikçe yapraktan çok ıssızlık, çiçekten çok diken gibi batan bir yalnızlık büyütürler gövdelerinde. Hiç itiraz etmez sokak. Bağrını açar, sinesine yatırır kimsesiz çocuklar gibi boş evleri de.

İnsanın hayırsızı, vefasızı vardır da sokağın yoktur, bilesiniz. Gecenin bir yarısı, sımsıcak yatağınızdan çıkıp, yasağa ve tabuya inat sızarken kafesinizden dışarı, sokak değildir sizi ele veren, sokak değildir arkanızdan kem söz söyleyen. Sarhoşların itiraflarını, ayyaşların iç boşaltmalarını, öfkesine yenik düşmüş insanların küfürbazlıklarını, kavgaları, patırtıları, bağırış çağırışları, köşe başında buluşmaları, gizlice öpüşmeleri, duvarlarının gölgesindeki alelacele ve beceriksizce yaşanan sevişme anlarını birer nadide sır gibi özenle saklar sokak.

Gecenin içinde, yelesinden kırbaçlanan bir at gibi koşarken havvalar ademlere, ademler havvalara sokak hep uyuyormuş numarasına yatar, kibarca. Görür görmezden, bilir bilmezden gelir. Çünkü bilir sokak, bilgeliği biriktirdiklerinden, ortaya sermediklerinden, bağrına bastığı, kuytusunda sakladığı onca insan ve insanlıktan gelir.

Mesela, kaldırdığınız elinizi korkusuzca ve düşünmeden indirdiğiniz olmuştur karınızın ya da çocuğunuzun suratına da sokağınızın bunu haykırdığını duymamışsınızdır ezan gibi mikrofonlarda. Ama yüzünü asmıştır size, kokusuna biraz burukluk karışmıştır, duvar diplerinde büyüttüğü turunçtan zamansız birkaç meyve düşürmüştür yere. Güç alırlarcasına birbirlerinden, birbirlerine yaslanan evleri vardır ya, işte onların duvarlarındaki yaralara birkaç tane daha eklenmiştir belki sizin tokatınızla. Belki, o bahar çatlaklarında biten gabbarlar çiçek açmamıştır. Farkında değilsiniz, ne çare.

Mesela, suçunuzu inkâr etmişsinizdir, ya da iftira atmışsınızdır masum birisine. Yalan söylemişsinizdir, hiç olmazsa bir kere. Sonra ortaya dökülmüşse de iki yüzlülüğünüz ve yalanlarınız vurulmuşsa da yüzünüze sokağınızın bunda hiç suçu yoktur, olmamıştır, bilirsiniz. Ama kuşku yoktur ki utanmıştır bütün bunlardan. Sızlamıştır onca sırrın ağırlığından omuz başları. Hatta o günlerde, en sevdiği iğde ağaçlarından biri ölüp gitmişti sessizce de kimse anlam verememişti bu gidişe. Sonra... sonra ıssız evlerden bir duvar yıkılmış, ipek böceği kozalarıyla süslü, siyah beyaz bir düğün fotoğrafı, sırf yıkıntılardan bir mezarı olsun, sırf yabancı bir eve düşmesin diye intihar etmişti.

Ahh! Sokağım, çocukluğum, utancım, sırdaşım, yalnızlığım, kalabalığım, dostum, düşmanım, kızgınlığım, aşklarım, kokularım, tatlarım, sevişme ve hazlarım, düş ülkem, yasak bahçem, kardeşim-babam-annem... Ben.

Tijen Zeybek - Şubat 2004

KONSERVE YAŞAMLAR

Sanatsal alanda onca sade ve kendine yönelik bir dönemden sonra şimdi de sanatsal etkinliklerin bolluğu ve çeşitliliğinden şaşkına döndük. Mutluluk sarhoşluğu gibi bir şey bu (var mıydı öyle bir sarhoşluk çeşidi?). En çok da basında ya da e-postama ulaşan davetiyelerdeki adres kısmı hoşuma gidiyor; Larnaka, Limasol, Güney Lefkoşa vb. ile bitiyor bazıları. Bayılıyorum. İşte, şimdi Kıbrıs?ta yaşadığımı duyumsuyorum, Kuzey Kıbrıs'ta değil. Artık balkona çıktığımda, başında kar yelleri esen Trodos tepelerine Kaf Dağının ardındaki ülke, gökkuşağının arkasındaki cennet, yurdumun bana yasak diğer yarısı vb. düşsel ve marazlı düşünceler eşliğinde bakmıyorum. Hımmm!!! Diyorum mesela, bugün tepeler daha beyaz, Pazar?a gitsek mi? Sonra gene gitmiyoruz tabii. Ben cayıyorum işte. En güzel halinde olan Mesaryamın boynu bükülecekmiş gibi geliyor. Daha onun otunu, çiçeğini doyasıya toplamamış, çayırında yuvarlanmamışken, sarı ben çiçeklerinden münasip gördüğüm yerlerime esaslı benler oturtmamışken... ne işim var karlı sedir ormanında.

Böyle de yaratılmış, özenle inşa edilmiş, kurgulanmış ve başarılmış bir 'mesafe' var yurdumuzun öteki yarısıyla aramızda. Bir çeşit ?resmiyet? hali, öyle çok yüz göz olunmadan, tanımaya, bilmeye, geçmişten gelen o hissin ve bilmeden içimizde büyüttüğümüz özlemin nereye evrileceğine dair temkinli bir beraberlik bizimkisi. Yani Türk filmlerinde görüldüğü üzere, doğduğu günden beri anasını görmemiş bir çocuğun kazık kadar adam olduktan sonra bir gün sokakta rastladığı kadına ?Anne! Anne, anam benim.?diye sarılışı gibi aniden ve küt diye bir sevgi ve tanışlık tomurcuğu pırtlamıyor içimizde. Mesaryam ve Beşparmak da üvey evlât muamelesine tabi tutulmuyor tarafımızdan.

Çarşı-Pazar, dağ, manzaradan çok, Limasol sokaklarında yürürken kulağıma ansızın Türkçe sözcüklerin çalınması heyecanlandırıyor beni. Ya da tam tersi, Lefkoşanın göbeğinde, surlar içinde Rumca bir şarkının mırıldanıldığını duymak. Hele bir gün bir ilkokulun önünde Güney Kıbrıs plâkalı bir aracın bir çocuğu indirdiğini görünce adamakıllı tuhaf olmuştu içim. Elbette bir Türk çocuğuydu okuluna bırakılan da birdenbire bir çağrışımlar zinciriyle, hayal gücümün doludizgin koşmasıyla sarsılmadan edememiştim yine de. İşte böylesini özlüyorum ben bu yurdun. Günlük yaşantıda doğallığı ve kaçınılmaz olarak arkasından gelen barışı yakalamış bir ülke. Mümkün mü, olabilecek mi, olduracaklar mı?

Geçen gün birisi Ledra Palas gediğinden geçerken başından geçen bir olayı anlattı heyecan içinde. Neymiş efendim göğsünde Atatürk rozeti varmış da bir adet faşist Rum polisi ?Çıkar onu.?demiş kendisine. Yapıştırdım soruyu; ?Sen ne yaptın?? E çıkarmak zorunda kalmışmış doğal olarak, geçebilmek için ?sorunsuz? olaraktan ve zaman kaybetmeden. Niye çıkarıyorsun kardeşim rozetini aptal bir polisin talimatıyla? Niye bunca itaatkâr oluyorsun bakalım? Niye bu kadar kolay ve çabuk teslim oluyorsun, niye canın cehenneme deyip yürümedin göğsünde rozetinle bakalım ne halt edecekti o tıfıl. Niye bu güzelim kavga için ve ahmağın tekine haddini bildirme zevki ve olanağı mis gibi önünde dururken bunca konfortabıl olabilme hakkını kendinde görüyorsun. Hadi gördün diyelim şimdi ne halt etmeye ve neyi, kimi, kime şikâyet ediyorsun?
Kendisi kurtarmalı insanı

Cık cık cık....

Tijen Zeybek (Ortam Gazetesi, 2004)

GÖKYÜZÜ...

Yazıyorum sınırsız ve kendi dizelerimde kaybolup kaybolup bulunmaya bayılıyorum. İnsan kaybolacaksa şiirde, dağılacaksa metinde dağılmalı diyorum. İnsan hayata yazıdan bakınca taammüden kayboluşlar, taammüden ihanetler, taammüden yaralara da açmış oluyor kendini. Yaralamaya da yaralanmaya da kuşkusuz. Ve hayata dokunmak, hayatı yaşamak diye bir şey varsa ancak buradan sızılabilir dokunuşa diyorum. Bu durumda defter yetmez yazmak için, kâğıt pek sınırlı, ekran pek uzak. O zaman diyorum ki ?Gökyüzü yüreğimdir şiirimi yazdığım.?

Bir yandan şiir yazıp bir yandan asma yaprağı topluyorum. Bir yandan dolma sarıp, bir yandan üzüm veriyorum asma olup. Yazıya daldıkça kendime dalıyorum aslında. Aman! vurguna dikkat diyorum. Aman ha! Durduramıyorum tabii kendimi. Ne ben, ne de başka biri. Deli gibi koşturuyorum, sanki ovanın otu ayaklarımın altında. Sanki gökyüzünün ayı, yıldızı serilmiş önüme de soruyorlar 'biz neresinden dahil olalım' diye bu yazıya. Hınzırlığım üstümde ya; soralım diyorum, soralım bakalım 'edebi kışkırtıcımıza'. Sizin yok mu? Benim var. Her yazarın ve okurun bir edebi kışkırtıcısı olmalı. Yazdırmak ve okutmak için.

Gökyüzüne de yazıyorum, suya da. Zarftan çıkan mektup için, etiketi şifreli şarap için, kalbi kırık sazlar için, kurşunlanan umut için durmaksızın yazıyorum. Sonrasında yenidünya geliyor salkım saçak, sonrasında karadut geliyor. Morun ötesinden bakıyorum bütün bunlara. Morun ötesinden... Morun ötesinden bakınca görürsünüz ki barikatlarla bölünmüş yurdunun bir yanından bir yanına geçmek isterken maruz kalınan şiddet ve hakarete karşı durur gibi yapanların ağzından tuhaf cümleler dökülüyor. Bayrağı bol kanallardan birinde bir tanesi diyor ki ?Barış eğer otuz yaşında kadınlarımızın bacak aralarına bakmaksa biz böyle barış istemeyiz.? Yaaa! Yani altmışındakilerin bacakaralarına bakılsa sorun olmayacak öyle mi?

Mor ötesinden bakınca yüzyıllar önce iktidar edenlerden birinin 'bundan böyle bu ülkede Türkçeden başka dil konuşulmaya...' demesinin hâlâ sanki kutlanası bir şeymiş gibi övüldüğü ve bu şiarla Türk diline katkı yapanlara ödül verildiği görülüyor. Kaç şiir yazılamadan, kaç öykü, kim bilir kaç roman sayfalara dökülemeden kalmıştır sahibinin yüreğinde çakılı onca ağırlığıyla. Bu yasak yüzünden, bu ırkçılık yüzünden kalmıştır. Şiir kaybedince Türk şiiri de, edebiyat kısır kalınca Türk edebiyatı da eksilmez mi kendinden? Öyle olmuştur kaçınılmaz olarak. Renginden ve çeşidinden kan kaybetmiştir edebiyat.

Morun ötesinden bakınca tüm AB vatandaşlarının barikatlardan kimlik kartlarıyla geçip yurdumuzun Kuzeyine de geçebileceklerine dair hükümet kararının Kıbrıslı Rumları dışladığı çıkıyor ortaya. O zaman biraz daha cesur olup (Kıbrıslı Rumlar hariç) deseydiniz de herkes de tercümansız anlasaydı ne demek istediğinizi diyeceğim ama sırf vatan aşkı için, sırf vatana hizmet için anavatanından çıkıp gelen bakaniyenin mesai saatleriyle ilgili hiçbir kıstasa uymaz, inadım inat ayak diremeleri aklıma gelince vazgeçiyorum. Anlıyorum ki Türkü Rumu fark etmez Kıbrıslılara yönelik bir öfkenin, ithal bir öfkenin kurbanı oluyoruz besbelli. Belli ki taaa oralardan haddimizi bildirmek için gelmiş kendileri.

Halâ duruyorlar yıldızlar ve ay gökyüzünün bir kenarında. Halâ bekliyorlar yazıda yer almak için. Yıldızlardan ve aydan yer açıp kendime, şiir yazıyorum, metin yazıyorum. Yazarken kanıyorum bazen, bazen geberiyorum. Kime ne. Güldamlası şahit oluyor bütün bunlara.

Bir dosya dolusu yazıyı değiş tokuş ederken eski siyah-beyaz bir filmle, zaman şahit oluyor, iyice görmek için hatta duruyor biraz olduğu yerde. Sonra tabii, yürüyüp geçiyor çalımla yanımızdan.

Anlamak lazımdı şiirin vaktidir. Anlamak lazımdı ân'ın ve aşkın vaktidir. Görmek lazımdı öfkeyle yağan yağmur ve şiddetle esen rüzgâr prangalardan kurtulma zamanının geldiğini müjdelemektedir.

Tarih herkesin önünde bir kapı açar bir gün demişti dostun biri. Doğrudur. Doğrudur doğru olmasına da o kapı kapanmadan girebilenler de hayli enderdir. Öyle değil mi? Baksanıza hayatlara, kaçırılmış fırsatlarla, yaşanmamışlıklarla dolu. Ne zaman çizilecek beyaz gülün resmi tuvale, ne zaman deniz kabukları iade edilecek ait oldukları kumsala ve çıplak ayak yürünecek köpüklü dalgaların serin sularında. Ne zaman hoyratlığından sevilecek Mesarya. Ne zaman su verilecek susuzluktan çatladığı aşikâr bu gururlu toprağa.


Tijen Zeybek (Ortam Gazetesi, Nisan, 2004)

DENİZ KABUKLARI

Arkasına dönüp ayaklarının kumlarda bıraktığı izlere baktı. Köpükten arınmış, sakin bir dalga sanki bir an önce her şeyi eski haline getirmek istermiş gibi bütün sahili yıkayarak, ayak izlerini de sildi. Gözünde ne zamandır akmayı bekleyen yaşlar için bu an kaçınılmazdı. Kendilerini yer çekiminin ayartıcı davetine bırakıp, sonsuz düşüşün hazzıyla dağıldılar. Kadın bir süre de kendi tuzlu sularının ana sularına kavuşmak için aceleyle ondan ayrılışını izledi. Sonra, dramatik bir şey var bütün bu olup bitende, diye geçirdi içinden. Her şey sonunda ilk haline dönmek için, kaynağına dönmek için varoluyor sanki. Kumdaki ayak izleri dalgalar silinceye kadar ordalar. Kumun sonsuz düzenini bozan izler ancak bir sonraki dalganın kıyıya varışına kadar sürüyor. Ve gözyaşları da, ter de, ten de sadece ölünceye kadar var oluyorlar. Ölüp toprağa ya da küle dönüşünceye kadar.

Ellerinde değerli mücevherler gibi taşıdığı deniz kabuklarını düşürmemeye dikkat ederek gözyaşlarını kuruladı. İyice alçalan güneş gözlerine batıyor ve dünya giderek soluyordu. Birkaç saat önce canlı bir varlık gibi mavi renginde devinip duran deniz şimdiden gri tonlara bürünmüştü bile. Aslında, günün de bir sonu var, diye düşünerek enikonu parlaklığını yitiren güneşe dikti bakışlarını. Gün, ancak geceye kadar sürüyor. Ve gece de sonsuzca değil, diye tamamladı içinden bir ses. 'Gece, ancak sabaha kadar sürüyor.'

Birkaç adım attı usulca, sonra arkasına dönmeden dalganın gelişini ve ondan kalan ayak izlerini silip geri çekilişini dinledi. Geriye döndüğünde az önce oradan geçtiğine dair hiçbir iz bulamayacağını biliyordu. Bütün bunlara şaşkın çocuk bakışları ve aynı zamanda tuhaf bir heyecanla karşılık verdi varlığı. Heyecanın kaynağı her zaman sevinç değildi kuşkusuz. Bazen hatta çoğu zaman heyecanın kaynağında yatan sadece ve sadece boyun eğişle teslimiyetin getirdiği bir rahatlama değil miydi? Ama her şey gibi sonlu yaşam gerçeğine sakince boyun eğiş de sürekli değildi. Sürekli olan aslında gücü olan estetiğe yönelişti. Bu da en çok doğa da ve sanatta vardı. O zaman belki de sıradaki soru doğanın nerede ya da kimde olduğu olamayacağına göre sanatın kimde olduğu olmalıydı. Sanat, estetiği güçle birleştirerek ölüme ve sona olan itirazı ve başkaldırıyı en yüksek perdeden ifade edebilecek eseri yaratabilende olmalıydı. Sanatçıda.

Peki ya yaşamımızı saldırgan bir şekilde kaplayan bunca ürün? Bunca görüntü, ses, resim, hareket, yazı... Bunlar nedir? Ne kadar etkileyici olsalar da onlar da zamana yenik düşme açısında bir zaafiyet sezilmiyor mu? Gelip geçicilikleri varoluşa sınır getiren ölüme başkaldırıdan ziyade gelip geçiciliği neredeyse kutsamıyor mu? Ve hayatın merkezine yerleşen kullan-at kültürü ile nitelikten ve anlamdan çok gelip geçicilikteki devinimin gerçeğin üzerini örten tozlarına benzemiyorlar mı? O zaman şunu söylemek mümkün; sanat ürünü ile sanat ürünü olmayanı ayıran eserin yaratılma kaygısının niteliği ve onun karşısındakinde uyandırdığı etki olmalı. Ama burada sözü edilen etki, sanatçıya tanrı ve eserine de tanrısal güçler taşıyan bir yapıt olarak bakmak anlamında değil. Bunu özellikle vurgulamalı, dedi kadın. Bunu özellikle ustayla tartışmalı. Aksi takdirde ölümlülük karşısında sığınılacak yeni bir tanrı/sanatçı ve yeni bir liman/sanat eseri bulmuş oluruz.

Kıyı boyunca yürümeye ve solan günün ardından sahilin neşesini ve güzelliğini kaybetmesini önlemek istercesine sedefli parlaklıklarını ortaya seren deniz kabuklarını toplamaya devam etti. Gözyaşları suya kavuşmak, dalgalar da ayak izlerini sonsuzluğa göndermek için aceleci bir koşu tutturmuşlardı. Ben ve bana dair şeylerin de bir sonunun olması ve benim bunun bunca farkında olarak hâlâ varoluyor olabilmem ne kadar tuhaf, diye geçirdi aklından. Ve bu sonlu varoluşta tek gerçeğin sonsuzluk oluşu... Ve belki de tek bilginin yaşamın ölüme yolculuktan başka bir şey olmadığı. Avucundan düşen bir deniz kabuğunu almak için uzanırken hepsinin ellerinden kayıp düşmelerini engelleyemedi. Telaşla onları toplamaya çalışırken her zamankinden sessiz ve her zamankinden kararlı bir dalga beklenmedik bir çeviklikle hepsini denizin koynuna atıverdi.

Dizlendiği yerden doğrularak denize döndü, alnına düşen bir tutam saçı iterek işte bu, dedi... İşte var olmak sadece bu. Dalgalara rağmen kumda iz bırakmaya çalışmak. Ama varoluşu gerçekleştirmeden yaşamanın bedeli daha ağır. O, sadece zamana karşı sürekli estetik ameliyat olmak gibi bir şey. Oysa zaman dalgalardan da inatçıdır.

Tijen Zeybek (Ortam Gazetesi, Nisan 2004)

İZLER... HER YERDE

Güzel geçiyor Mayıs. Serin. Hatta bir sürpriz yapıp yağmurlarla yıkadı hayatı geçen gün. Tam da yıkanmaya ihtiyacı vardı, tam da tertemiz yağmurlardan ıslanmaya ihtiyacı vardı zamanın. Çünkü gittikçe zorlaşıyor hayatı çekip almak işkence fotoğraflarından, gittikçe zorlaşıyor kitap kapaklarının içine yazılmış mahkûm şiirlerini hırsızlardan kurtarmak, gittikçe zorlaşıyor dizi filmlerdeki yalancı ölümlere boşuna akan gözyaşlarını durdurmak. Böyle geçiyor zaman, böyle yaşanıyorken hayat, aşk ve tutku sessizce kabuğuna çekiliyor, doğal olarak. Aşk ve tutku kendine saklanıyor. Alışkanlık ve sahiplenmek öne çıkıyor. Saldırganlık ve yok etmek gemi azıya alıyor.

İşkence fotoğraflarında sabitlenen an sonsuzcasına uzuyor önümüzde. Bu kanamalı an, bu dehşet, bu şiddetli korku sirayet etmeden duramıyor elbet, duramıyor içimize. Irak?tan akan kan ister istemez şiire bulaşıyor, Irak?tan gelen korku ister istemez geleceğe bulaşıyor, o meşum fotoğraflardan akan şiddet nedendir bilinmez, mahkûma yoldaşlık etsin diye yazılan güzelim bir şiiri paramparça etsin diye teslim ediyor ait olmadığı ellere. Saksıdan bir sardunya dalı koparılıyor. Bir gül eksiliyor bahçeden. Saklanmaya ve korunmaya muhtaç ne varsa ortaya dökülüyor. Böyle geçiyor zaman, Mayıs yağmurlarından yıkanmaya muhtaç, son derecede muhtaç.

Venüs güneşin önünden geçecekmiş ve biz bunu görebilecekmişiz diyor oğlum sevinçle. Ben de görebilir miyim anne, diye soruyor. Teleskobumla güneşe bakarsam kör olur muyum, diye merak ediyor. Ne güzel büyüyor çocuklar. Ama kapkara bir gölge düşüyor çocukluğun üstüne. Bu sefer Konya'dan. Polisler 10 ve 11 yaşlarında iki çocuğa işkence yapmışlar. Cinsel organlarını sıkmış, anadan doğma soymuş ve ayaklarına değnekle vurmuşlar. Siz dayanabildiniz mi? Benim içimdeki acı inanılmaz büyüdü. Düşlerimden deli deli çarpan bir yürekle uyanır oldum gece yarılarında. Öyle ki bir koşu gidip uyuyan oğluma bakmadan, bir koşu gidip o güzelim yüzünü okşamadan devam edemiyorum uykuma. Konyalı o iki çocuk ?polis amcaların canlarını çok acıttığını? söylüyorlarmış. Ve onlar da geceleri ağlayarak uyanıyorlarmış uykularından.

Gittikçe hoyrat ellerden koparıp almak hayatı zorlaşıyor. Saksıdaki sardunya, sayfamdaki yarım şiir, kavanoz dolusu deniz kabuğu ve kurutulmuş ebedenölmezler, hepsi, hepsi gittikçe sanki düşman kesiliyor bana. Onlara baktıkça bunca yanlış giden şey arasında doğru olan bir tek sizsiniz diyesim geliyor ama bu da yetmiyor aslında, hiçbir şeye yetmiyor... asla. Çocuklara işkence yapan polisler duruşmaya katılamamışlar. Katılamamışlar çünkü ?görevdeymişler?. İşkenceciler T.C. yasalarına göre 10 yıl kanundan kaçarlarsa işlenen fiil zaman aşımı nedeniyle suç olarak yargıya götürülemiyor. Yığınla işkenceci böylelikle kurtuluyor ve ?görevine? gönül rahatlığıyla devam ediyor. On yıl sonra Konyalı çocuklar 20 ve 21 yaşlarında olacaklar. O güne kadar olduğu gibi o günden sonra da, ömürlerinin sonuna kadar işkencenin bedenlerinde ve ruhlarında açtığı yaralarla boğuşup duracaklar. Peki ya işkenceciler. Onlar da yaşamaya ve hoyrat elleriyle yaşamları yaralamaya devam mı edecekler? Evet mi? Hayır mı? Ne?

Venüs'ün güneşin önünden geçeceği günü bekliyor oğlum. Sekiz Haziranda. Teleskobu duruyor pencerenin önünde. Ben onun büyümesini izliyorum. Hayatı koparıp almak için hoyrat ellerden güç topluyorum o büyürken. Bir taraftan da hercai bir elbise giymeye hazırlanıyorum baharın ve hayatın gücüne gitmesin diye. Tek Mayıs yağmurları yıkamaya devam etsin her şeyi, tek çocuklar masumca büyüyebilsinler diye, tek çiçekler, şiirler ve şairler bana düşman kesilmesin diye.

Şiir birikiyor içimde. Acı da öyle...

Tijen Zeybek (Ortam Gazetesi, Mayıs, 2004)

CEHENNEMİ DÜŞLÜYORUM

Uzun uzun yolculuklara çıkmalıyım. Bir tren hayal ediyorum binip binip gittiğim. Uçsuz bucaksız bir yalnızlık ülkesine yol alıyorum. O kadar uzun sürmeli ki bu yolculuk, o kadar çok insan inip binmeli ki, bir durakta inenlerle kaybolmalı diğerinde bulunmalı, sonrakinde yine kaybolmalıyım. Geçmiş benim bir parçam olmaktan çıkarken gelecek de sıradan günün akışkan ruhu olmaktan öteye gitmemeli. Her istasyonda soyunmalıyım. Her istasyonda kirli bir tuvalet bulup, soğuk, beyaz fayansların ortasında kaybolmuş aynalarda soluk benzimi aramalıyım.

Uzun uzun yolculuklara çıkmalıyım. Öyle geliyor içimden. Önümde uçsuz bucaksız çöller, hiç bitmeyecekmiş gibi süren yollar olmalı. Gece gündüze, toz ışığa karışırken ben de hayata savrulmalı, akışın bin bir türlü tezahüründen üzerimde izler aramalı, izlere yer açmalıyım. Ölesiye yorulmalıyım. Her şey geride kalmalı ben giderken. Bir çocuk, bir de çocukluk meselâ. Bir ev, bin alışkanlık. Bir ten olmalı yalnız. Bir ten, bin delilik, bir de ben meselâ. Bakalım neresinden başlarmış insan acımaya. Önce acır mı acıtır mı insan? Bilmek gerek. Dokunmak gerek tüm dokunulması yasaklanmışlara.

Alıp başı da, bedeni de, çekip gitmeli. İçine doğduğumuz odalar hücre, içinde olduğumuzu sandığımız yuvalarsa bir serap yalnızca. Ama çok güvenli. Çok rahat. İşte burada gizli her şey. Bir yanda dünya, bir yanda hayat, diğer yanda rahatlık, diğer yanda alışmak. Açıyorsun gözünü kırmızı saten çarşaflara. Tavanda allı morlu bir lamba. Yerde yumuşacık halılar. Sağında, bir ucu duvardaki fişte, diğeri zihninde gömülü bir telefon, solunda seni olduğun yere iyice mıhlayan bir televizyon. Yaşıyorsun, yaşıyoruz hayatın kurulu kısmını hem de hiç gocunmadan.

Ben en iyisi uzun bir yolculuğa çıkayım, diyorum. Atlıyorum bir trene. Tren de neyin nesi demeyin. Her düşün uzağıdır o. Bu yolculukta o kadar kalabalık ve değişken olmalı ki suratlar yapayalnız kalmak ne demekmiş o saat anlamalı insan, o saat fark etmeli ki yalnızlık dediğin bir derin deliktir içinde gizlediğin. Kim düşse kaybolur. At içine yoluna çıkan herkesi. At bakalım kapanır mıymış. En sona sakla kendini. En sona... Önce bir iyice yormalı bedeni. Ne yapılabilirse yapılmalı onunla. Tuzlu suda da, çamurlusunda da yüzmeli. Anne kim, fahişe kim öğrenmeli. Sahi neden hiç seçilmez yılın annesi fahişeler. Sormalı tabii, sormalı. Doğduğu andan itibaren kimindir çocuk? Öncesinde kimin? Bin türlü kayıt, bin bir türlü evrak, ne için? Bak ne diyor Şair;

Orda bir çocuk var içinde, o benim.
Gözlerimin içine bak anne,
bedenini parayla satan,
her gün onlarca erkekle yatan, benim.
Bir çığlık tırmalıyor kulakları,
arkasından yeni doğmuş çocuk feryatları,
çevirmeyin başınızı,
kan revan içinde onu doğuran benim.
Dünyaya geliş kayboluştur,
Tıpkı gidiş gibi.
Doğuran ve doğan vardır
Her ikisi de alabildiğine yalnızdır
Ve ayrıdırlar birbirlerinden
Tıpkı hayat ve ölüm gibi.

O halde hemen uzun bir yolculuğa çıkmalı. On sekiz yaşından küçüklerin giremeyeceği sokaklara dalmalı. Çocukların köprü altlarında uyuduğu, kadınların bir sakız parasına bedenini sattığı, erkeklerin sarhoş dolaştığı, yerleri bol balgamlı varoşlara bakmalı. Uzansın düşlerin uzak treni yasemin kokularının ve kınaçiçeğinin çoktan terk ettiği evlerin sidik kokulu odalarına. Bakın, insandır uzanmış yatan başka bir şey değil kaldırım kenarlarında, köşelerin kuytularında, ağaç kovuklarında.

Sorun bugün, bindiğiniz taksi gider mi Sabra?ya, Şatilla?ya. Bakın hangi tren, kimleri taşıyor Guantanamo?ya. Sokaklar insan dolu. Ahh, ne kadar da şık kadınlar. Hangi parfüm bu, hangi çiçeğin kokusu hapsedilmiş şişesine de sunulmuş 'hanfendilere'. Durup yolun ortasında soralım, soralım bakalım hangi marka satıyor Irak?ta kokusunu kan ve barutun. Ve kim sürmek ister bir parça kulak arkasına ve memelerinin arasına. Üstelik testerleri bedava. Haberiniz var mı, oralarda, uzaklarda bir yerlerde boynuna kadar toprağa gömülüp, taşlanarak öldürülmesine karar verilmiş bir kadın var, adı Amine Laval. Suçu evlenmeden bir erkekle sevişmekmiş. O zaman var mısınız soralım, bir kadının bedeni kime aittir diye? Ve koçan çıkabilir mi bedene ve ipotek altına alınabilir mi duygu.

Bir yolculuk istiyorum ve atlayıp trene, kapatıp gözlerimi, cehennemi düşlüyorum.

Tijen Zeybek (Ortam Gazetesi, Haziran, 2004)

ÇİÇEK YAĞMURLARI

Bitimsiz bir çiçek yağmuru başladı. Sanki yüz yıldır sürüyor. Yer-gök yaprağa kesti içimde. Yürümeye korkuyorum, basarsam,ölümcül bir 'çıt' sesiyle çekip giderler ve giderken hayatın renklerini ve kokularını da götürürler diye. Yazıya duruyorum bir yandan, bir yandan da çiçek yağmurlarına açıyorum göğsümü, bağrımı... cesurca. Olabildiğince çok yağsınlar üzerime istiyorum, olabildiğince renk değsin tenime. Sarı yaseminden çalıntı birkaç dalın hüzünlü bakışları da eşlik ediyor yazıya. Yazı da, yağmur da sarıya kesiyor doğal olarak. Sapsarı bir dünya doluyor içime. Eski zamanların baharlarında çiçek yağmurları yağar mıydı, diye sorup duruyorum kendime. Bu bir ilk olmalı, diyor bencilliğim. Ama öyle bir ilk ki sanki hep vardı.

Sonra durup dururken, yağmurlardan, buluttan, ovadan, dünyadan ve dahi benden bağımsız cümleler dile geldiler. Bulutlu, yağmur yüklü bir ses 'ölüm ile ayrılığı tartmışlar elli gram fazla gelmiş ayrılık' diye hüküm bildirdi kısaca. Bir diğeri  'güneşe ve ölüme doğrudan bakamaz hiç kimse' dedi. Ben bakarım, diye haykıran sesimi duydum şaşırarak. Ben bakarım işte. Sonra da yanarım, dedim, kör olurum, diye de ekledim küstahça. Kime ne?

Getirin güneşin en kızgın halini ki Mesarya çoktan teşnedir buna, getirin yazın en yakıcı güneşini ki Ağustos gebedir bu çocuğa, getirin güneşin en kavurucu anını ki böyle anlardan kalma izlerle doludur bu gövde, hiç yabancı değil ki.

Bütün bu sıcak kavganın içinde, çiçek yağmurlarının altında ıslanırken ve meydan okurken herkese ve her şeye sarsıcı bir haberle uyandım gerçeğe: Yennar soğukları geri gelecekmiş. Bak şimdi! Erkenci bahara aldanıp açan öğleden sonra güllerini nasıl saklamalı? Geç doğmak kadar fenadır bazen erken doğmak da. Ne vardı aldanacak, ne vardı pırtlayacak Şubat ortasında, Mart başında. Gene de hak ediyor saklanmayı beyaz gül, sarı gül, pembe gül. Hepsi de aceleci öğleden sonra gülleri olduktan sonra... Kırmızıyı unutmadım, cebren ve hile ile almıyorum yazıya. Meydan okuyucuya meydan okuma cüretini gösterdi çünkü kendileri. Bir deli yaz gününde, rica etmiştim onlardan, aşkımı aşkıma anlatmalarını istemiştim, herkes gibi. Beş tane kırmızı, tomurcuk gül, hem de Ağustos ortasında, hem de kan gibi. Gittiler, ne dedilerse dediler, sonrasında aşkımız bitti. O yüzden geçiyorum artık sizde geçin- kırmızı gülleri.

Hâlâ devam ediyor dışarıda çiçek yağmurları. Hâlâ korkuyorum yürümeye. Hâlâ Yennar soğuklarını bekliyorum tetikte. Kendim için değil, asla. Sırf kuşluk güllerim kırılıp dökülmesin istiyorum, sırf yeni sürgünler telef olmasın, sırf daha tomurcuk halindeyken bir çocuk, tarumar olmasın sert rüzgârların hoyrat dokunuşlarıyla. Sırf, dingin bir gökyüzünü yorgan yapalım üstümüze de huzurlu uykulara dalalım turunç kokan serin gölgelerde diye bekliyorum.

Bazen bir şiir için dalıyorum uykuya ben, bazen sırf bir şiirin hatırı için uyanıyorum düşümden. Bazen kol kanat geriyorum yennara hazırlıksız yakalanan güllere ve kuşlara. Bazen de biri beni saklasın istiyorum Ağustosta güneşten ve kızgın Mesaryadan Temmuzda.

Tijen Zeybek - (Ortam Gazetesi, Mart, 2004)

KUŞDİLİ MEKTUPLAR

Yolculuğa çıkmak vaktini müjdeler gibi geldi bahar. Penceremin camından bakan serçeye sorsam 'çok bile durdun buralarda' diyecek gibiydi. Masamı süsleyen laleler solup giderken sessizce, dudaklarımdan çıkması muhtemel bir itiraz için çoktan cevabı yapıştırmışlardı bile; ne ki oyalanmak bir yerde, nedir ki bu ölmek tutkusu insanın illâ ki doğduğu yerde. Öyle ya.

Dili mi uzamıştı çiçeklerin ve ben ne zamandan beri kuş diline heveslenmiştim. Aslında yeni bir yolculuğa hazırlanmak demek bu ana kadar yürüdüğün yollarda üzerine yapışan hatıra tozlarından kurtulmak demektir, diyeceğim demesine de üşengeçliğim üstümde bugün. Şimdi kalkıp omuzlarının üzerinde taşıdığın o dipsiz kuyuya ineceksin, kapalı-açık sonsuz sayıda çekmecede düzenli-karışık duran, aşağıya sarkan, inat yapan, buruşuk, ütülü, kirli, temiz onca hatıra arasından tozlananları ayıklayıp, tozlanmayanları tertipleyeceksin.
Tozlanmayan hatıralardan öyküler yazacaksın oturup, bir türlü eskimeyen hatıralardan sayfalar dolusu romanlar yazacaksın. Yetmeyecek tabii, hiç yeter mi? Geriye kalanları kırpıp kırpıp şiirler yazacaksın kendine. Hayata ve aşka dair gerekli şeylerden bahsedeceksin. Hayata ve aşka dair olacaklar ama asla dahil olmayacaklar 'önemli gündem maddeleri' arasına. Sonra onlar birer hareli mektup olup uçuşacaklar güvercinlerin kırmızı gagalarında. Beyaz güvercinler, kınalı güvercinler... yabanıydı, evciliydi derken hırpalanacaklar doğal olarak. Rüzgârdı, yağmurdu, şimşekti, buluttu derken örselenecekler, belki yaralanıp, kanatılacaklar, belki bir nevi intihara mecbur kalacaklar.

Sonrasında bu yolculuğun, zamanın toz konduramadığı hatıralarından olma, baharın ruhunda kopardığı fırtınalardan doğma edebî çocukların olacak. Kaldıracaksın kapağını içinden ilk aşkın çıkacak, aralayacaksın sayfayı içinden otuz beş yaş aşkın fırlayacak. İlk sayfada kaybolacak, ortalarda bir yerlerde kendin olacak, sonuna doğru bu kayboluşların bitimsiz olduğunu anlayacaksın. Ne iyi olacak. Menekşe döşeli yollarda, kendinden bihaber yürüyen çocukların başına hareli mektuplardan biri düşüverecek bir gün.
Sarsılacak o çocuk ve sarsılacak hatıraları da. Hareli mektuplardan biri düşecek bir yazarın başına (uzun, kır saçlı olacak ama), yazar suçüstü yakalanacak ve suçüstü yakalanmaktan bir çeşit memnuniyet duyacak aslında. Sonra, bir gün, mesela bir kınalı güvercin bırakıverecek ağzındaki mektubu. Mektup bir süre havada asılı kaldıktan sonra evrim geçirip, kısa mesaj haline dönüşüp ulaşacak modern uzatmalı sevgilinin modern cep telefonuna. Cevapsız kalmamalı ne hareli mektuplar ne de kısa mesajlar. Kalmayacak ki zaten. Az sonra 'As soon as possible' şeklinde bir cevabı muştulayacak pek de güvercine benzemeyen, soğuk, cansız ve hayli ruhsuz 'cep postacısı'. Fincandaki orkideler bile gülecekler halime... Gülsünler diyeceğim omzumu silkip en kayıtsız halimle. Gülecekleri varsa görecekleri de vardır elbette. Yeni bir paket Londra çikolatası açacağım, kocaman bir parçayı koparıp atacağım ağzıma. Çikolata daha erimeden dilimle damağım arasında yeni bir yolculuk başlayacak, hatıraları tozlanmaya meyilli yeni bir aşk başlayacak, hatta diyeceğim o ki
başladı gitti.

Tijen Zeybek - Yenidüzen Gazetesi - 2002