23 Aralık 2013

HER YILBAŞININ MASALI

Pahalı elbiseler giymiş bir kadınla bir erkek kapıdan içeri girdiler. Tavanı balonlarla süslü salonda ayrılmış masaları onları bekliyordu.  Bütün masalar çiçeklerle süslenmiş, kadehler içkilerini bekliyordu.  Rimelliydi bütün kadınların gözleri ve istisnasız bütün dudaklarda ruj vardı. Meyveli sakız tadındaydı tüm rujlar.

Çok uzakta  değil, belki de yüz metre ileride iki minik kız çocuğu koyun koyuna yatıyordu. Kirli saçları bit kaynıyor,  gözleri çapaklı. Üşümekten morarmış cılız parmaklarında, uzamış, içleri kir dolu tırnakları kırmızı ojeyle boyalı. Yatakları kirli bir şilte. Kim bilir kaç çocuğun sidiği, kaç sarhoşun kusmuğu kurumuş üzerinde.

Varsıl kadınlar ve erkekler ve onların çocukları  sıcacık arabalarından inip sıcacık salonlara giriyorlar. Her yan ışıl ışıl yılbaşı süsleriyle donatılmış.  Çam ağaçları var görkemli, yapraklarının arasından renkli ışıklar saçan. Kadınların dudaklarındaki  gülücükler  nedendir bilinmez  gözlerine pek yansımamış. Erkeklerse kolları yanlarındaki kadının belinde, gözleriyse diğerlerinde.

Az ötede, o sefil evde, iki sıska kız çocuğu kendi nefeslerinden ısınmaya çalışıyorlar. Birazcık ısınsalar, belki çocuk yürekleri için bu bile yetecek, dayanamayıp birbirleriyle oynaşıp, kıkırdayacaklar.  Oysa gülmek yasak onların dünyasında. Hep yorgun, hep öfkeli babalar var, kızgın, hiddetini yatıştıracak  yer arayan abiler, anneler var. Kim bilir kaç tokadın, hangi acımasız dayağın davetiyesi  olur  o masum, çocukça kıkırdamalar.

Upuzun masalarda yüzlerce çeşit yiyecek. Birbirinden şık mumlar ve örtüler. En güzel yemekler, tatlılar ve meyveler. Aşçı en paralı misafirler için en pahalı yemeklerini hazırlamış.
Tabaklar kadınlardan bile süslü. Ve manikürlü, pedikürlü , beyaz  eller uzanır onlara. Biraz şundan biraz bundan. Çoğu belki  kalacak sonunda. Onca güzelim yiyecek çöpü boylayacak. Kimin umurunda.

Öbür yanda bir kadın, karnı burnunda. Tanrı bilir bu kaçıncı gebeliği, kaç tane ölmüş, kaçı yaşamakta. Bir tencere kaynıyor ocağın üzerinde. Kötü bir koku yağlı buharıyla birlikte yayılmakta her yana.  Portatif televizyon, komodinden bozma bir  masanın üzerinde sosyetenin yılbaşı partisini gösteriyor.  Adam açmış ufak rakıyı, bir kutu yoğurt, birkaç dilim de elma saat on ikiyi bekliyor. Herkes gibi o da saat on ikiyi bekliyor. Yazgısını değiştirecek sihirli değneği bekler gibi.

İçkiler su gibi akmakta lüks otelin balo salonunda. Orkestra en güzel parçaları çalmakta. Kadehler bir biri ardına kalkıyor yeni gelen yılı karşılamak için. Herkesin ve her şeyin şerefine içiliyor.  En çok  “Mutluluğumuza” sözcükleri dökülüyor dudaklardan. Kafalar hafifçe dumanlanırken, sigaralar daha derin çekilip daha az üflenmeye başlıyor.  Sonra süslü çamlara, noel ağaçlarına yakışır bir adam giriyor kapıdan. Noel Baba! Ne kadar da mutlanıyor herkes. Bütün eller havada.   Noel baba  “hayal” satıyor. Herkesin kendi hayalini gene kendine. Noel Baba kılığında bir adam, bembeyaz sakalı ve kırmızı paltosuyla bir başka dünyanın sevincini getiriyor bizim buralara. Ne zamandan beridir, unuttum.  Elini daldırdıkça torbasına, çukulatalı şekerler çıkarıyor. Çocuklar kapış kapış, çocuklar mutlu, çocuklar sevinçli, çocuklar sıcacık, çocuklar güvende...çocuklar......

Yüz metre ileride, sidikli şiltelerinde uykunun yanıltıcı sıcaklığına yuvarlanan iki sıska kız . Kendileri gibi kirli, gövdeleri gibi hasta, yaşamları gibi acı düşlere dalıyorlar. Düşlerinin acılığından mıdır yoksa nasırlı, hoyrat ellerin bıktırıcı, kanatıcı dokunuşlarından mıdır  bilinmez  sık sık bölünür uykuları.   Karanlık düşlerinden karanlık gecelere, ürkütücü sabahlardan acı sarısı gündüzlere akar durur yaşamları. Hangisi düş hangisi gerçek. Ne bilsin bu sabiler.  Düşler kâbuslara, yalanlar gerçeklere, çocuklar büyüklere karışmıştır onların dünyasında.  Çocuklar kadın, babalar erkektir.

Saat tam on iki de noel baba kılığında bir erkekten sonra “seks ana”  kılığında bir kadın adım attı  salona.  Noel baba herkese kendi düşünü satıyordu bedavadan. Dansöz ise birer parça tahrik, birer parça yatak odası fantazisi dağıttı  “şirketten”. Daha fazlası masaya çıkaranın ve parayı bastıranındı.

Ertesi sabah varsıllarla yoksullar gene aynı dünyaya uyandılar.  Hiçbir noel baba sidik kokan mahallelere uğramamış, sıska, hasta, aç çocuklara çukulata, şeker, oyuncak dağıtmamıştı. Bir gece önce varsıl, yoksul herkesin mazareti vardı umut için, ne de olsa yeni yıl gelecekti. Şimdi o da yoktu. Yeni yıl gelmemişti sanki, eski yıl gitmemişti. Çünkü her şey ayniydi.


Tijen Zeybek
31/12/2001  


BEN KIZIL/SİYAH BİR DÜŞ YARASIYDIM

 Serin serin örtündü gecenin örtüsünü o sevgili ova üzerine. Yalnızlığın ve acıtıcı kalabalığın inme indiren parıltısı suçlu suçlu baktılar. Mor dağlar gündüz düşlerinden gece düşlerine kayarken usulcacık “çıt” “çıt” diye sesler çıkardılar.  Bir kuş sürüsü pırr diye havalandı Efkaliptonun kollarından.  Kanat kanata uçup geldiler gecenin içinden, kanat kanata kondular penceremin pervazına. Küçük, siyah incilere benziyordu gözleri ve bakışlardan haberler saldılar bana. Oysa pencereler kapalı bense derin uykudaydım o sıra. Oysa gecenin bir yarısıydı ve ben kızıl/siyah bir düş yarasıydım.  Hüzün hüzün baktı kuşlar, derin derin baktı kuşlar, esir esir baktı kuşlar...düşümü ürkütüp kaçırdı kuşlar.  Yüzüm ağrıyordu düşsüz uykularda oysa, izler buluyordum üzerimde, işaretler; ürküp alelacele kaçan düşlerden kalma. Bir yarım uykuya, bir yarım uyanıklığa açıyordu gözlerini, bir yarım düşlere bir yarım gerçeğe akıyordu kesintisiz ve biri diğerine yenilmiyordu asla.  Siyah inciden gözlerinden kederli bakışlar düşürdüler üzerime, hüzünlü bakışlarından tuzlu gözyaşları damlattılar soğuk soğuk tenime de doğrulup oturdum yerimde. Doğrulup oturdum kendi çıplaklığına bir türlü alışamayan sevgili ovamın yamacına.

Ben uyanınca uyandı ay da, uyandı ful da, uyandı asma da.  Asma kadın çabucak çıkardı memelerini yapraklarının arasından ve emzirmeye durdu arsız üzümlerini ay ışığında.  Mesarya Trodos’tan bir örtü çekip saklamak istedi çıplak gövdesini. Uzun bej tenli kolunu uzatıp sedir ağaçlarının yapraklarından elma kokulu bir yorgan çekti üzerine. Utangaç bir kadının ki gibi rahat etti içi.  Sessizce içini çekti...gülümsedi. Gülümsedim ben de uykulu gözlerle. Bir Meltem esti birden, ılık bir nefes Mesarya’nın kuytularında biten gecetütenlerin kokusunu getirdi.  Küçükbeleng Büyükbelenge sokuldu ürpererek, içi titredi gecenin, çiğ düştü ota ocağa, yarı mahcup bir arzuyla kalkıp inen sevdalı bir göğüs gibi sarsıldı bütün ova. Mesarya hüzünlü gözlerini dikip yüzüme “Beyaz zambağı koklayıp İsa’ya gebe kalan Meryem”bakışlarıyla baktı bana. Oysa biliyordum ki bal gibi sevişgendi o da. Hatta aynıydı Aşk Tanrıçası Afroditi doğuran topraklarla.  Afrodit’i doğuran toprakana gövdesini örtmüştü mavi sularla, Mesarya ise Trodos’tan gelen elma kokulu yorganla. 

Meltem kulaklarıma doldurdu masum bakışlı, mahzun bakışlı ovamın sesini; dedi ki: Hadi, anlat bana, dök içini.  Bir yandan da elma kokulu örtüsünden dışarı çıkarıp bej tenli, ayva tüylü minik ayağını, karıştırmaya durdu parmak aralarının pespembe boşluğunu. Gülümsedi tatlı tatlı. Gülümsedim ben de, hem gerçekte  hem düşümde. Dizlerimi çekip göğsüme, doladım kollarımı kendi gövdeme ve dökeyim içimi dedim, dökeyim derdimi, ne kadar birikmiş kahır varsa içimde bırakayım o sevgili ovanın böğrüne. Ovadır o, kaldırır, kocamandır kucağı sığdırır, kurduna yedirir, kuşuna yedirir, dertler ona vız gelir.

Dinle Asma, Alıç, Zeytin, dinle. Dinle Efkalipto, Süpürgeotu, Kırlangıç, Yabangüvercini sen de. Dinle Çaltılı Ova, Mağaralı Kıraç, Büyükbeleng, Dutlu Akar. Sen de dinle Karadut, Kırmızıgül, Elma, Kış ve Oklu Kirpiklerinin altından esmer esmer bakan bay Hüzünlügöz, dinle. Anasının yaptığı bittayla kıçını silip Tanrı tarafından taşa döndürülen Analı Kızlı, sen de dinle. Aşk tütsüsü Gecetüten, kadınların memelerini süsleyen Ful, arsız ve dikenli Çatırez sen de dinle, dinleyin hepiniz.

Dur Meltem, esme. Bekle biraz, biriktir sözcüklerimi, doldur kocaman ağzına ve sonra üfle, uçur onları. Limasol’a, Larnaka’ya, Baf’a.  Trodos’a Omorfo’ya, Eğlence’ye, Beşparmağa.
Durduramaz seni hiçbir şey, sakın sınır tanıma. Üfür Avustsralya’ya, çocukluk arkadaşlarıma götür, Londra’ya Kanada’ya fotoğraflarımda tebessümlerini bırakıp da giden  dostlarıma. Var gücümle bağırdığım halde sesimi bir türlü ulaştıramadığım elleri Lefkoşa’lı adama.  Aman Meltem, babacığımı unutma.

Ve dedim ki; gece özlem, gündüz çaresizlik büyütüyorum içimde.  Bütün kapılar kapalı ve bir yabancı gibi duruyorum ben eşikte.  Eşikte duruyorum ve söylenmesi yasak sihirli sözcüklerden tohumlar ekiyorum yüreğime. Bu tohumlar büyüyüp,  küçük kızım, olmasına izin verilmeyen o çukur çeneli prematüre oluyor, hep peşimden geliyor. Bu tohumlar büyüyüp  “O ölü kırlangıç” oluyor ve duruyor halâ merdivenlerde. Bu tohumlar Mavi Kitapların sayfaları arasından fırlayıp ellerime batan vavi  çuvaldızlara dönüşüyorlar.  Kanıyor ellerim. Bu tohumlar, bir türlü bütün olamayan  yurdumun, “gündüz hallerinden gece halleri belli” yarım hayatlı insanları gibi mecalsiz, itirazsız ama kıskanç ve biriktirici. Bu tohumlar bu adanın Güney’i kadar yakın bana ve Kuzey’i kadar uzak.  Hangi zehirli çiçeklerin ya da hangi pembe/beyaz güllerin olduğunu bilemediğim tohumlar biriktiriyorum içimde. Söylenemeyen sözcüklerden, yazılamayan öfkelerden, dillendirilemeyen gerçeklerden olma,  pişmanlıklardan, keşkelerden, kapanmayan, kapatılamayan yaralardan doğma bu tohumlar. İçimde dağlarca tohumlar ve kilometrelerce ekilmedik tarlaların bir türlü dolduramadığım boşlukları var. Nadas tarlalar gibi içim,  üzümlü asmalar gibi içim, bazen çok şey bazen de hiç’im.

İşte her şeyi söyledim. Gidin artık kuşlar, düşlerimi kaçırmayın.  Yüzüm ağrıyor düşsüz uykulardan sonra, üzerimde izler buluyorum, tuhaf işaretler, apansız ürküp kaçan düşlerden kalma. Düşsüz uykular iyi gelmez bana, ama iyi gelir yazıya. Yarım kalan ne aşklar ne de düşler yaramaz bana ama iyi gelir onlar da yazıya.

Tijen Zeybek

20/06/02

AMMAN AVCI VURMA BENİ!

Şimdi ben çok gülüyorum bu avcıların haline. Durup durup gülüyorum. Bu geniş kesim, bu avdan kalabalık  avvv+cı kesimi daha ilk haftada bütün kuşları ve tavşanları bitirdiler. Öyle çoktular ve o kadar çok ateş ettiler ki sadece kümeslerdeki tavuklar kurtuldu ellerinden. İkinci hafta,yakınlarında, civarlarında, ötelerinde, berilerinde bulunan avcı arkadaşlarını vurmaya başladılar.  Avın ertesi günkü gazete manşetleri ava giderken avlananlarla doluydu.  Üçüncü hafta bu av meselesi iyice absürd bir hal almaya başladı.  Avcı vurmak kuş vurmaya benzemediğinden herhalde yeterince zevkli bulunmamış olacaktı ki, ağacın burnunda zeytin toplarken avlanan kadınlar görülmeye başlandı kargılık çengellerinde.  Necip memleketimizde AVVV olayı bu anlama geliyor. AVVV+CI  ise menzilde kıpırdayan her şeye ateş eden “errrkek” demek. Trans halinde, vurmaya, ateş etmeye programlanmış, neredeyse refleks tepkilerle çevresinde hareket halinde olan her şeye atış SERBEST!

Pazarları balkona çıkmaya korkuyorum ben. Dama çıkıp çamaşır asmaktansa ödüm patlıyor. Bir düşünsenize bu av deliliğinin hüküm sürdüğü zamanlardan bir pazartesi, gazetelerin baş sayfasında ben: “Tijen Zeybek isimli talihsiz kadın, Pazar Pazar, Pazar ayinini yerine getirir, annelik ve kadınlık görevlerinin en hasını kutsal kutsal ifa ederken, yani damda çamaşır asarken, dikkatsiz bir avcı tarafından vurularak öldürüldü.” Böyle komik bir ölümde ölmeyi kim ister. Bu, ölümün ciddiyetine dahi sekte vurma derecesinde komik yani.  Başıma böyle bir şey gelecek olsa ölürken gülerim herhalde.  Bilimum hakları cansiperane savunan ben, çiçeklerin ötanazi hakkını bile teslim eden, Lafargue’nin “Tembellik Hakkı”nı sonuna kadar, fikir beyanını dibine kadar,  rüküşlük ve salaşlık hakkını kullanmayı sonsuza kadar destekleyen ben  gün gelip “damda çamaşır asarken avlanmama hakkı”diye bir yenisini de listeme ekleyeceğimi hiç düşünmemiştim.  En sonunda bu da oldu bu topraklarda. 

İşte avcılarla ilgili halet-i ruhiyem bu minvalde bu aralar. Bu işin ucu o kadar kaçtı ki gülmekten kızmaya fırsat bulamıyorum. Yazıya dökerken de gülüyorum. Tam bu anda Filiz Naldöven geliyor. Yaz yaz, diyor. “Üstelik bir de kadın vurmuş bunlar.”diyor. Başlık da onun fikri ve bu yüzden ben bu yazıyı Filiz’e ithaf ediyorum. Bu arada (Filiz yanımdan ayrıldıktan sonra) gazetede bir yazı dikkatimi çekiyor. Başlık “Kadın cinsinin üstünlüğü”. Vallayi benim böyle bir iddiam yok(tu). Ben hep eşitlik eşitlik diyor(d)um. Oysa dünya basınında patlamış bu bilimsel haber.  Daha doğrusu haberler: 1. Çocukların zekâ düzeyinin belirlenmesinde babanın hiçbir rolünün olmadığı anlaşılmış. Zekâ kadınların ‘X’ kromozomundan geçiyormuş. 2. Erkeklerin annelerinden zekâ geni alırken zorlandıkları, genel olarak kadınların erkeklerden daha zeki oldukları ortaya çıkmış. 3. “Erkeklerin soyu kuruyacakmış. Evrim o yönde ilerliyormuş.” Ve son bir tane daha; İran’da yapılan üniversiteye giriş sınavında başarılı olan 195 bin öğrenciden 122 bini kızmış.

Eh dünyanın halini gördükçe zaten kuşkulanıyordum. W. Buş’un IQ su da, yaptıkları da ortada. Diğer yanda Saddam, Şaron, Putin. Geçmişten Hitler vb. Ondan soonacıma bir de İbrahim Tatlıses var tepemizde. E cennet vatanımızdada ise cinsiyeti olmayan “sevgililer gününde” bakanlığına bağlı tüm kadınlara kırmızı karanfil hediye eden müdürler, gazete ilânıyla seçmenlerinin sevgililer gününü kutlayan belediye başkanları örnekleri mevcut.

Avcılar ve avlarındaki “tür” çeşitliliğine birşeycikler demiyorum artık. Bakın bugün Cumartesi yarın Pazar.  Ve uyarıyorum, zaman aleyhinize çalışıyor ey errkekler!. Soyunuz tükenecekmiş, ben bir şey demiyorum bilim adamları diyor. Ayrıca sizin türe gene sizin türden, Radikal yazarı Türker Alkan “Cinsi zaif” diyor.  Bizeyse biliyorsunuz “Cinsi lâtif” diyorlar, bilim adamları, dünyalılar...


Tijen Zeybek
14/11/02





Affedilmeyi Beklemiyorum


Dünyanın bu yeni haline alışmamız çok zor olacak. Nereden baksanız tekinsiz bir yer oldu yerküre. Artık mevsimler bildiğimiz gibi değil. Hani, ilkokuldan itibaren renkli resimlerle bize bellettikleri o tanıdık dünyada yaşamıyoruz artık. Birisi yeşil yapraklı, bir diğeri sarı, öteki çiçekli ya da dalları alabildiğine karlı o ağaç resimleri kaybedilmiş bir cennetin belleğimizde eninde sonunda silikleşmeye mahkûm anıları gibi. Nasıl alışacağız? Bizi evimizde hissettiren, güvende olduğumuzun belirtisi o canım rutinler kaybolup gitti işe. Mevsimler... Ben çocukken, yani ilkokuldayken ağaçlardan söz eden şarkılarımız vardı. Meselâ bir tanesi şöyleydi; (Melodisi hâlâ aklımda ve hâlâ kendimi kötü hissettiğim anlarda bağıra çağıra söylerim bu şarkıyı. Bana hep iyi gelmiştir)

Kestane, gürgen, palamut
Altı yaprak üstü bulut
Gel sen burada derdi unut
Orman ne güzel ne güzel.
Gel sen burada derdi unut
Orman ne güzel ne güzel.

Ağaçlardan dostlar edinmeyi öğrenirdik böylece. Ağaçlardan dünyayı, yaşamı ve canlılığın nasıl da farklı formlarda ama birbirine bağlı ve yüce bir şey olduğunu anlardık… Anlardık hakikaten. Belki de anlamaktan ziyade bir sezişti bu. Evet, evet, sezgisel bir şeydi. Güzel bir şeydi. Ağacı sevince bir kere hayvanı sevmemek olmazdı. Çünkü kitabımızdaki kiraz ya da elma ağaçlarının dallarında hep sevimli tırtıllar olurdu. Ağaçtaki en güzel elmayı kemirirken bile alabildiğine sevilesi, alabildiğine muziptiler. Sonra ceviz ve kestane ağaçlarına dadanan sincaplar olurdu mutlaka. Okuduğumuz hikâye kitapları onlarla doluydu. Ülkemizde hiç kestane ağacı, hiç sincap olmasa da onlar kitaplarımızdan hayatımıza, oradan da düşlerimize girerlerdi. İnanması zor ama okul yapardı bunu. Bizim zamanımızdaki okullar böyleydi. Okuduğum hikâye kitaplarından birinin adını hâlâ hatırlarım: “Saka Kuşunun Hikâyesi”. Hikâyeyi pek hatırlamıyorum doğrusu. Ama bu ismi hatırlamak bile içimin sıcacık olmasına yetiyor. Şimdi çocukların okuduğu hikâyeler onların içini böyle sıcacık yapıyor mu? Hiç sanmıyorum. Zaten onlar okumaktan ziyade seyrediyorlar. Ve seyrettikleri de bizim zamanımızın çizgi filmlerine hiç benzemiyor.

Heidi’yi seyrederek büyüyen çocuklarla, Yu-Gi-Oh seyrederek büyüyen çocukların iç dünyası aynı olabilir mi? Elbette hayır. Nasıl olsun ki?  Bütün kahramanları öfke içinde, kavga için yanıp tutuşan, hırsın karanlık girdaplarına kapılmış çocuklar şiddetten başka ne gösterebilirler ki. “Öfke baldan tatlıdır” diye boşuna dememiş atalarımız. Ya öyledir. Bu yüzden ender bulunur demokrat, kibar, güzel insanlar, aydınlar içi dışı nefretle kuşanmış, dediğim dedik, küfrü marifet sayan kişilerle ekranlar karşısında tartışmaya durduklarında hep unuttukları, hesaba katmadıkları o şiddetin kurbanı oluyorlar ve masadan yenik ayrılmaktan kurtulamıyorlar. Ekranlardan seyredenlere düşen de en hafifinden çaresizlik ya da umutsuzluk oluyor. Çocuklarınsa neredeyse seçeneği yok. Ve onlar artık bizim sahip olduğumuz bir geçmişe de sahip olmadan büyüyorlar. Bahçeli evde büyüyen bir insan daha sonra apartmanda yaşamak zorunda kalsa da o bahçenin ve bahçeli bir evin hayalini hep kurar. Ama beton blokların içinde doğup, orada büyümüş bir çocuk bilmediği bir bahçeyi, tatmadığı başka türlü bir hayatı nasıl özleyebilir, nasıl isteyebilir ki?

Onları ağaçlarla, çiçeklerle, bahçelerle, hayvanlarla tekrar tanıştırmamız gerek. Ama nasıl? Ve korkarım geç kaldık. Tanıştırabilsek… Hiç olmazsa sarılacak bir umutları, nasıl bir dünyanın insan ruhu için iyi olduğuna dair bir bilinçleri olacak. Tanıştırabilsek…Ağaçsız, ormansız, mevsimsiz bir dünyanın nasıl çorak olduğunu görecekler. Onları, çocukları bunlardan haberdar etmeden böylesi bir dünyada ve böylesi beter bir gelecekle nasıl baş başa bırakabileceğiz? Çekip giderken arkamızda ne bıraktığımıza ne zaman bakacağız? Karnımızı doyurmaktan vazgeçip tükettiğimizin farkına ne zaman varacağız. Ekranlarda karşımıza geçip “Bir ailenin yıllık et tüketimi…” vb cümleler kuranların sadece ekonomistler olduklarını ve aslında ekonomi denen şeyin insan hayatındaki hakiki ihtiyaçlarla hiç ilişkisi olmayan, kapitalizmin ihtiyaçları için icat edilmiş ve kendi dilini bize bizim dilimizmiş gibi yutturmayı başarmış, yapay bir sistem olduğunu ne zaman anlayacağız? En çok çiçeğin “anneler günü”, “kadınlar günü”, "öğretmenler günü" ya da “sevgililer günü”nde satıldığını biliyoruz. Böylesi günlerin kutlanmaya başlama süreci son derece insani ve masum olsa da artık çoktan  kapitalist düzenin dümen suyunda tamamen ticari bir eyleme dönüştürülmüş oldukları gerçeğine ne zaman uyanacağız. Ve ne zaman sevinçlerimizi, müjdelerimizi, bayramlarımızı ticari çarkın dişlileri arasına kurban vermeden, onların bu duygularımızı paraya çevirmelerine müsaade etmeden yaşamayı düşüneceğiz? Korkarım giderek her şey için geç kalıyoruz.

Restoranlarda tabakların gittikçe büyüdüğünün farkında mısınız? Bir zamanlar ABD’ye özgü olan o devasa tabaklar gene ABD kaynaklı zincir yemek şirketleri aracılığıyla tüm dünyaya yayılıyor. Elbette obezite de. Yaşam şeklimiz tam bir deli gömleği halinde biçilip bize giydiriliyor. Sonra içinden çıkamıyoruz.

Ünlü tekstil firmaları tek tek açıklamaya başladılar. Kışlık üretimlerinden paltoyu, ceketi çıkarmışlar. Atkıyı ve eldiveni de elbette. Üşümek diye bir kavramı bilmeyen nesillerin yaşayacağı bir dünya tahayyül edebiliyor musunuz? Ya yağmurlar? Yağmur denince kimsenin aklına şemsiye, romantizm, bir bardak sıcacık çayın gelmeyeceğini, yağmur deyince sadece su baskınları ve selin akla geleceğini yani yağmurun tek çağrıştırdığı şeyin felâket olduğu bir dünya, bir hayat tahayyül edebiliyor musunuz? 

Ve bizim çocuklarımız karın nasıl bir şey olduğunu hiç bilmeyecekler. Karlı bir ormanı seyretmenin insanda uyandırdığı o masalsı bir dünyada yaşıyor olma duygusundan bihaber yaşayacaklar.  Bir salkım üzümü asmasından koparıp yemenin tadını,  inciri sabah çiğinde toplamanın ve bir parça hellimle ekmeğe katık etmenin ne demek olduğunu da… Küçücük bir fidancığı toprağa dikmenin, ona can suyunu verip büyümesini sabırla beklemenin, lâpsananın, cınaranın, gavullanın… Hatta üşüyüp birbirine sokulmanın ne demek olduğunu bilemeyecekler. İnsanın arabayla seyrederken arpa tarlalarının içinde yetişen hanımellerinin pembe/mor davetine dayanamayıp, apansız durup kucak dolusu çiçekle eve döndüğü zamanların –bizim zamanlarımızın- hakikaten yaşandığını bilemeyecekler…

Tıpkı mahremiyeti, sonradan adına sadakat dedikleri ama aslında birlikte yaşadığın insana emek vermek, değer vermek demek olan hakiki beraberlikleri bilmeyecekleri gibi. Ben böylesi bir dünyada yaşamak istemiyorum.  

(Ve böylesi bir dünyada böylesi bir gelecek ile seni baş başa bırakacak olduğum için de özür diliyorum çocuğum… özür diliyorum ancak affedilmeyi beklemiyorum).





Evimizin Faşistleri

İnsani arzuları ve düşleri ortaya çıkaran bir etkinlik yerine faşizan arzuları kaşıyan, bu dehşet programlarına karşı kendimizi nasıl koruyacağız? Dibe vurmayı bekleyen varsa çok yanılır. Düşmenin sonu yoktur… çünkü dip diye bir yer yoktur…

Şişman insanları günümüz dünyasında asla kabul görmeyen beden ölçüleriyle dans ettirip seyircilerini eğlendiren, konuşma engellileri, tikleri olanları çeşitli bedensel sorunları nedeniyle onların hayatlarını zorlaştıran bu özelliklerini reyting artıran faktörler olarak görüp insanın acımasız yanına çerez olarak sunanları, insanların fiziksel özellikleriyle “yastık suratlı”, “bodur”, “at suratlı” vb ifadelerle toplum önünde aşağılayanları, konuşmak isteyen sözde stüdyo konuğu genç kıza “sen git de önce şu dişlerini yaptır” diyerek ağzını kameralara doğru açmaya zorlayarak ruhlarına sinmiş faşist eğilimlerin su yüzüne çıkmış halini, apaçık bir patolojiyi program formatı diye yutturanları avuçlarımızı patlatırcasına alkışladığımız sürece Hitler’i ve onun yüz binlerce insanın gaz odalarında öldürülmesine yol açan “ari ırk” tutkusunu nasıl kınayabiliriz?

Sefil bir mutfak eşyası için fiziğinden sömürebileceği, fütursuzca aşağılayıp alay edebileceği muhtaç insanları konuk diye seçerek, yaşlarına başlarına bakmaksızın bir parça hali için onlara “muhterem “seyirciler” önünde takla attıranları bize alkışlatan, böylesine insan onurunu ayaklar altına alan tutumlar karşısında ağlamamız, utançtan yerin dibine girmemiz gerekirken, bizi güldüren ne mene bir duygusal deformasyondur hiç kimse merak etmiyor mu?

“Olağan” durumlar evimizin içinde hüküm süren bu estetik faşizmi ve böylesi faşizan eğilimlerini televizyon programları sayesinde tatmin edip bu yolla kazandığı paraya da meşruiyet kazandıranları, bu düpedüz hastalıklı eylemi meslek, hatta sanat diye yutturanları bağrımıza bastığımız, bunu gayet “olağan” saydığımız sürece olağandışı durumları bahane ederek ya da onları bizzat yaratarak faşist emellerine yol açanları diğerlerinden nasıl ayırt edeceğiz? Onları ne zaman, hangi ahlaki, insani ya da etik sınırı yerle bir ettikten sonra durdurabileceğiz? Ya da durdurabilecek miyiz? Seyirci eşliğinde ve seyirci onayıyla gerçekleşen bu “kusurlu” insanların parça parça edilişi size roma imparatorluğu döneminde krallara hazırlanan arena eğlencelerini hatırlatmıyor mu?

Ya çocuklar? Çocuklarımız… ekran karşısında bir çift gözlük, bir şişe parfüm için yapmadığı kalmayan yaşlı başlı kadınları, kendini perdenin arkasındakine beğendirerek armağanlara ulaşmak için yerlere diz çöküp, pırasa, patlıcan ve program sunucusunun odipal, libidal sorunlarına iyi bir referans olan, bel altı imaları eşliğinde “kendini elletenleri” ve onları bu tutum ve davranışlarından dolayı şehvetten kendini kaybetmiş bir vaziyette, coşkuyla alkışlayanları görerek büyüyen çocuklar evde, işyerinde, sokakta karşılaştıkları tacizcilerine karşı ne hissedecekler? Onlara karşı mı duracaklar, yoksa bunun maddi karşılığı olduğu sürece kabul edilebilir bir şey olduğuna kanaat getirip boyun mu eğecekler? Hepimiz aklımızı mı kaçırdık, yoksa topluca hipnoz altında mıyız?

İnsanların eline mikrofonu tutuşturup şarkı söyletirken kendi bir köşeye çekilip, yere çömelerek yüzünü gözünü buruşturarak ıkınma iğrençliğini sergileyen memedali beyleri komik buluyorsak tuvalette kendi kendimizle baş başa kalınca niye kahkahalar atmıyoruz söyler misiniz?

İnsani arzuları ve düşleri ortaya çıkaran bir etkinlik yerine faşizan arzuları kaşıyan, bunu normalleştiren, sıradan hayatın içinde buna geniş, oldukça geniş bir yer açarak onları durmaksızın alkışlatan, hayatımızın, taa evimizin içine sokarak olağanlaştıran bu dehşet programlarına karşı kendimizi nasıl koruyacağız? Dibe vurmayı bekleyen varsa çok yanılır. Düşmenin sonu yoktur… Çünkü dip diye bir yer yoktur. İnsanın trajedisi buradadır işte.


radikal 2, 05 şubat 2005

Andolsun ki...





                                                          Andolsun ki rahimde narım
                                                     tanelerim dizili, yüreğimde saklarım
                                                               mühürlüyüm ezelden
                                                                sen beni açamazsın
                                                                   ateş olsan alazlı
                                                                 güneş olsan sevdalı
                                                                sen beni yakamazsın

Kendini İnkâr

  


Kendi varlığını inkâr ciddi bir rahatsızlıktır. Bilim jargonunda buna durumun şiddetine göre yabancılaşma, paranoya, şizofreni vs denir. Ancak zamanımızda gittikçe yaygınlaşan bu rahatsızlık artık neredeyse bir "normalliğe" işaret olarak kabul görmektedir.

  Hazin. Kendinize bakın, yaşadığınız yere, oturduğunuz eve, uyuduğunuz yatağa, kullandığınız arabaya. Bunlara bakmayı başarıyorsanız sonra izlediğiniz filmlere bakın, dizilere, okuduklarınıza ve en son da söylediklerinize ve yazdıklarınıza. İlk iki aşamadan önce yazıyorsanız başınız ciddi belada demektir. Henüz yok olmadınız ama kendinizi yok sayıyorsunuz. Burdan dönmek bir hayli zordur. Gene de çabalayın. Başarırsanız en baştan başlayın. Başaramamanız yok olmanızdır ki artık sizi kendiniz bile kurtaramazsınız. Küllerinden doğan anka olmak her baba yiğidin harcı değil.
  
Üzgünüm.