26 Haziran 2013

BAŞIM BURADA KALSIN BEN GİDİYORUM

Alıp başımı gideyim diyorum.  Uzak ülkelere. Yaban diyarlara. Bir ben olayım bir de yalnızlığım. Dünyanın öte ucuna. Koparayım bağlarımı buralardan. Ne olmuş doğduğum yer burasıysa. Ne var sanki burada geçtiyse çocukluğum. Geçmiş, yaşanmış, tükenmiş zamanlar niye bu kadar önemli olsun. Niye?  Kim demiş hep aynı coğrafyada yaşanacak orada ölünecek diye. Kim demiş her gidilen yerden dönülecek diye. Alıp başımı gideyim buralardan.

Aslında benim istediğim başımı bırakıp gitmek.  Benim olan ama bana acı veren anıları istemiyorum,  gelmesinler.  Dudağımın ucunda bir gülümseme gibi duran güzel anıları da istemiyorum. Çünkü biliyorum.  Doğdukları, var oldukları coğrafyadan koparılır koparılmaz onlar da acı verecekler bana. Üzerime yapışan, bende iz bırakan her şeyden silkinmek, çırılçıplak bir ruhla kalmak istiyorum.  Böyle çıkmak istiyorum yeni yolculuğuma. Kısaca “Ben ve Ben” olalım istiyorum. 

Radyoda bir ses: mırıl mırıl ne söylüyor böyle.   Anılarımızdan kurtulmanın yolları mı?  Ne gülünç. Ne kadar boş bir çaba. Dolaptaki elbiseler,  kravatlar, şallar hepsi değersiz bez parçaları. Ya albümlerdeki fotoğraflar. Onlar da sararmış solmuş eski kâğıt parçaları. Hepsi bundan ibaret.   Atabilir, yakabilirsiniz.  Eski bir salıncakta sallanan minicik bir kız çocuğu. Saçları dağılmış kopça vurmaktan.  Uçuşan eteğinin sayvanından külotu görünüyor. Ne hoş bir resimdi o zamanlar. Şimdiyse acı veriyor demek.  Yakın öyleyse. Çok kolay. Ama böyle salıncakta sallanan çocukları her görüşünüzde belleğinizde canlanacak aynı görüntüyü yakabilir misiniz?  Kurtulabilir misiniz tekrar tekrar hatırlamaktan.

Size ihanet eden bir dostun armağanını belki çöpe atabilirsiniz öfkeyle.  Derin bir çukur kazıp gömebilirsiniz belki. Peki ya eski güzel günlerin düşlerinize girmesine engel olabilir misiniz?
Benzer ihanetlerde belleğinizde canlanan bu eski görüntüleri silebilir misiniz?  Hayır mı? Ne yazık.

Yaşantılar birer sinsi gölge gibi siniyor üzerimize. Kat kat, kabuk kabuk birikiyorlar. Kazıyıp atmak üzerimden “ben”i bulmak, kazıyıp atmak üzerinden “sen’e  ulaşmak, en derindeki gerçek ve örselenmemiş yüreğine dokunmak isterdim. 

Üzerimde asılı duruyor hepsi salkım saçak geçmişimin. Saçları örgülü, şehlâ gözleriyle bakıp duran küçücük bir kız çocuğunun gölgesi. Sol yanağımda halâ, altı yaşında bademcik ameliyatı olurken canlı canlı, doktorumdan yediğim tokadın izleri.   İşlemediği bir suçtan dolayı cezalandırılan bir yumurcağın inatla “ağlamayacağım işte” diyen sözleri.  Ve hepsi, hepsi.

Ölenlerin ardından alelacele kaldırılan, yok edilen, atılan eşyaları hep ona ait anıları silmek için değil mi? Korkudan. Geçmişi anımsarken duyulacak acının korkusundan. Ödümüz patlıyor. Peki kaldırıp atınca kurtuluyor muyuz?  Ya kendi içimizde biriken ölüler.  Kendi kendimizle kavgalarımızda öldürdüğümüz arzularımız, vazgeçtiğimiz hayallerimiz, geçmiş olan umutlarımız.  Onlardan nasıl kurtulacağız?

Gideyim ben buralardan, başım kalsın.  Orada biriken yaşanıp bitmiş zamanlar burada, yaşandıkları yerde kalsın. Kalsın.

BAHAR GELİNCE

İşte, yol boyunca bütün akasyalar açmış. Öylesine çılgınca ve bir tek tomurcuk bile bırakmadan açmışlar ki... Hayret bir şey.  İşte bu mevsimde seviyorum bu adayı. Çöl kuruluğundaki Mesarya bile güzel olmayı başarır bu zamanlarda.  Yeşil ve sarının tüm tonları göz alabildiğine uzanır önünüzde. Hele badem ağaçları, armut ve erikler. Bir renk senfonisi yaratırlar beraberce.  En habersiz insanı bile baştan çıkarır bu görüntüler. Nedenini bilemeden, tatlı tatlı sapıtır insancıklar. Bir coşku bir taşkınlık alır başını gider. Bir sarhoşluk gibi yaşanır bahar...

Yaramazlık mevsimidir ayrıca.  Kısacık bir dönem damarlarınızdaki kan muzip muzip akar.
Zaten duygularıyla baş etmekte güçlük çeken insanlar bu aylarda gemi azıya alan bu coşkunlukla hiç başa çıkamazlar. 

Yok yere âşık olursunuz meselâ. Olmadık yerde, olmadık birine. “Daha neler” demeyin. Olur mu olur. Ya da illâ ki  “ressam olacağım” , “Olmazsa olmaz. Şair olup şiir yazacağım” diye garip takıntılara takılırsınız. Gene olmazsa sabah sabah, yüzünde kocaman  bir gülümsemeyle trafiği çözmeye çalışan polisi görünce tutturursunuz: "Durdur arabayı. Bir koşu gidip şu adamı öpeyim iki yanağından. Sabah sabah insan, insanı bırak bir polis bu kadar güler yüzlü olur mu?”  cümlesiyle kocanıza ya da karınıza iyice kafayı yedirirsiniz.

Belki de hiç sevmediğiniz, selâm bile vermek istemediğiniz birine 32 diş tekmili birden gülümsersiniz “Günaydın” derken. Adam şaşkın, doğal olarak.

Gene olmazsa gider çiçek böcek resimlerinden dövmeler yaptırırsınız olmadık yerlerinize. (Geçicisinden, acısızından tabii ki.) 

Bir düşünün. Eminim en pinti arkadaşınız bir bahar gününde ısmarlamıştır kahveleri. En katı olanımızın bile yüreği yumuşar bahar gelince.

Çok kısadır bahar . Birdenbire cehennemi sıcaklar basar. Her şey kuruyup gider çabucak. Eser kalmaz renkten, yeşilden. Boz bulanık toprak kabuğuna çekilir. Dayanamaz çatlar. Ruhlarımız gibi.

Bu güzelim günlerin tadını çıkarın. Kendinizi baharın kollarına bırakın. Bir şeycikler olmaz, korkmayın. Hafiften dağıtın.



Tijen Zeybek
10/4/2000

NEYE YARAR

İşte, herkesin dört gözle beklediği bahar geldi. Kış’ım usul usul uzaklaşmaya başladı benden. Dedim ona; şimdi git, altı ay önce gel. Şimdi git, hiç gitmemişsin gibi gel, şimdi git, o giden sen değilmişsin gibi gel, şimdi git, gitmenin hafifliğini, kalmanın ağırlığını bırak da gel.  Bak nasıl da sabırsız tomurcuklar dallarda. Bak nasıl da sabırsız aşka acemi yürekler.  Ne bilsinler her baharın çorak yaza gebe olduğunu. Baharın aslında bir düş, bir serap olduğunu.  Ve aşkın da elbette.  Ben bilirim bilmesine de... Benim ki de bile bile lades işte.

Gel bahar. Gel ki elimizden uçurduğumuz barış kuşunu unutalım. Gel bahar. Gel ki Irak’ta parçalanan insanları unutalım. Tırmalanan ruhları, erkenden büyümek zorunda kalan, eli silâhlı çocukları. Açsın akasyalar sarı sarı. Açsın papatyalar da. Sever sevmez yapalım. Açsınlar ki Irak’ta anestezisiz sezaryene yatan kadınları unutalım, prematüre doğmak zorunda kalan bebekleri. Erkenden ölmek zorunda kalan çocukları.  Unutalım. Gökten bomba yağdığını Nisan yağmurları yerine.  Unutalım elma kokulu, zehirli gazları. Biz bahara dalalım, bahar bize dalsın. Bırakalım da becerebilirse buz kesen yüreklerimizi yalasın ılık rüzgârlar. Becerebilirse sarsın ruhumuzu çizen acıları.

Aslında, hâlâ Irak savaşına karşı yollara dökülmedik ya yakışmaz bunların hiçbiri bize. Aslında varsa bir yerlerde adaletli bir tanrı, bıraksın da salkım saçak açmış akasyalara bakalım ama ölü çocuk yüzleri görelim. Tarlaları kırmızıya boyayan gelinciklere bakıp da al kanlar içinde yatan insanlığımızı görelim. Mademki tuzu kuru oturuyoruz evlerimizde ve beğenmediğimiz yemekleri çöpe döküp de yenisini yapıyoruz kendimize Afrika’da açlıktan ölürken insanlar, gömelim burnumuzu güle, gömelim burnumuzu şebboya, gömelim karanfile de hiç koku duymayalım. Gözlerimiz renklerden, burnumuz kokulardan mahrum kalsın. Yediğimiz yemeklerden tat almayalım. Bağlı olsun birbirine bütün hayatlar. Dünyanın bir yerinde savaş varsa, başka yerlerde rahatça uyuyamasın insanlar.  Yataklar ateş, yastıklar diken olsun bize. Afrika da aç olduğu sürece çocuklar yemekler zehir zemberek olsun toklara. Mademki Amerikan halkının yüzde yirmi beşi obeziteden ölürken, Iraklıların yüzde yirmi beşi ölüyor yetersiz beslenmeden,  hiçbir boğazdan geçmesin lokmalar rahatça.

 Kaç tane Rachel gerek durdurmak için savaşları, kaç canlı kalkan. Kaç çocuk ezilmeli İsrail tanklarının altında. Kaç çocuk gövdesi dikilmeli torba gibi.  Kaç milyon acının fotoğrafını basacak gazeteler, kaç milyon kişi azap çekecek yaşadıkça. Ve daha ne kadar seyredecek insan olarak doğup da insan gibi kalmayı başaramayan yığınlar bu utancı sessizce. Hatta daha ne kadarı seyretmeyecek bile televolelerden başını alıp da.  Daha ne kadar Bir Nisan şakası olacak savaşların son bulması, üstelik savaş kışkırtıcısı, barış düşmanı, insanlık suçlusu diktatörlerin televizyon kanallarında.  

Gel bahar, gel... geldin işte. Kaç para geldiysen bile. Bütün tomurcukların yaralı, filizlerin kırık, gövdende su yürüyen kılcal damarların kanamalı olduktan sonra. Ruhlardaki sarsıntı gözlere iniyor perde perde. Artık bu vakitten sonra pembeye kesse her yan, kırmızıya boyansa tarlalar, sapsarı olsa yol boyları, sokaklar... Söylesene bahar, neye yarar. Neye yarar gazete sayfalarından fırlayan çocuk gözlerinden akıyorsa yaşlar, neye yarar çocuk gövdelerden akan kanlar bulaşıyorsa ellerimize –fark etmez uzaktan yakından- akıyor ve bulaşıyor kanlar. Neye yarar dünya bir tiyatro sahnesine dönmüşse ve baş aktörleri alkışlamaktan başka işe yaramıyorsa ellerimiz, neye yarar bu kötü senaryoyu sahneleyenleri yuhalamaktan başka işe yaramıyorsa dilimiz. Neye yarar? 



Tijen Zeybek
01-03-2003



AY TUTULMALARI VE AŞK

İşte yaz kokulu bahar geldi. Baharın ikinci faslı bu. Belki de ilk yaz demek en doğrusu. Yeşiller sarıya dönmekte süratle ve güneş iyice ısıtmaya başladı her yanı. İlkbaharın narin, kısacık ömürlü çiçekleri günlerle sayılabilecek yaşamlarını tamamlayıp toprağa karıştılar bile. Mesela erguvan. O çılgın, o kışkırtıcı, bir avize gibi ışıldayan halinden eser kalmadı. İşin garibi, ilkyaz geldi ama erguvancık çiçeklerin ardından yeşil yaprak bile açmadı. Asmış yüzünü, küskün küskün bakıyor. Kim bilir hangi hoyrat yaraladı yüreciğini. Hangi vefasız âşık çiçekleriyle birlikte terk edip gitti. Belli, hırpalanmış, erken unutulmuş. Demek ki sadece bir tutkuymuş, gelip geçici. “Bilirim ben böyle tutulmaları” demişti zamanın birinde bilge âşık. “Geldikleri gibi aniden çekip giderler” doğrudur.  Ay tutulmaları gibidir aşk tutulmaları da. Kimi görür, kimi görmez. Gökte ay tutulur, adam vardır haberi olmaz, kadın vardır ilgilenmez. Gökte ay tutulur, kimi başını kaldırır bakar, kimi zahmet etmez. Çabucak olup biter her şey. Saman alevli bir yangın gibi. Alevlerin göğe yükselmesiyle sönmesi bir olur. Bazen “yarım” tutulur ay. Bir yanı inkârı seçerken öteki yarım tam bir âşıktır. Bir yanı aşkın pırıltısıyla ışıldarken öteki yarım alacalı bir karanlıktır. Aşk tutulmaları da ay tutulmaları gibidir işte. Yarım tutulmalarda âşık kararsızdır, korkaktır, ürkektir. Gözü hep kapıdadır, olmazsa akreple yelkovandadır. Yarım aşk tutulmalarında âşık sevgilisini yolcu ederken onun yalvaran, daha ayrılmadan özleyen hallerine omuz silker, der ki; ne yaparsın evde beklerler.  Bazılarında ise yarım aşklar yarım sevişmelere gebedir. Yarım aşk tutulmalarında görüşmeler de sevişmeler de çalıntıdır. Ödünç zamanlarda, çalıntı ve eğreti mekânlarda sürünür yürekler. 

Bütün zamanlar parsellenmiş, sevgiler sahiplenilmiştir. Sen “benimki”, ben “seninkiyimdir”.  Parmaklar işaretli, insanlar “nişanlı”dır. Kesilecek ağaçlar gibi çarpı konmaz üzerlerine ama halkaları vardır. Bu yüzden her an belirlidir ve zamanların gardiyanları vardır. Onlar sahip çıkar sahiplilere. Çalıntı zamanların arayanı çoktur. Yarım aşk tutulmalarında âşıklar zaman hırsızıdır. Hırsızların jurnalcisi de çoktur. Kimin ne zaman, nerede, ne söyleyeceği bilinmez. Kimi sorulmadan söyler, kimi sorgu odalarında uydurur. Gerçekten çok yalan söyler jurnalci. Jurnalcinin yaşamı yalandır, ihbardır. 

Ama işte ilkyaz gelmiştir. İşte erguvan çiçeklerini dökmüş, yarım aşkının ardından gözyaşlarını dökememiştir.  Âşığı onu yolcu ederken hiç itiraz etmemiş, çiçeklerini soyunup, çıplaklığını giyinmiştir. Çıplaklığını giyinip öyle çıkmıştır kapıdan. Kim bilir bir daha hangi günde çalınır zaman. Hangi gün sorguç iğnesi batar da gardiyanların gözlerine, çalıntı zamanlar çalanların olur.  Tutuk yüreklerin çarpıntısından dökülür solgun arpa çiçekleri ve onlara yatak olur, yastık olur, çıplak bedenlerine örtü olur. 

Kaç yılda bir tutulur ay, güneş tutuşur, yıldızlar bir hoş olur. Kaç ömürde öğrenilir sevmek, sevgi koşulsuz olur, yalnız olur, özgür olur. Mesarya’mın yalnız Alıç’ı gibi, Kırlangıç’ın yarım rüyaları ve Erguvan’ın yarım aşkı gibidir tutsak sevgiler. Coğrafyaları bölen dikenli teller yürekleri de böler. Ama bu bölünme üzülesi değildir. Tersine, susuz toprak gibi yarılır ruhlar ve kim bilir ne zaman oraya düşmüş bir tohum, öylece kuruyup yok olmak yerine, çimlenmeyi seçer.  Tohumun çimlenmesi sürprizdir. Beklenmeyendir.

Tohumun çimlenmeyi seçmesi prangalara, çok bilmiş küstah âşıklara, sahipli zamanlara ve gardiyanlara inattır. Tohumcuk hayal kırıklıklarından,  “benimki” kavramını sahiplenmemekten ve “seninki” olmayı reddetmekten beslenir. Böyle yeşeren ve filizlenen sevgi, yarım aşk tutulması olur, büsbütün aşk olur, sevda olur. Kime ne? Ama mutlaka yaşanmaya değer olur. Yazılmaya değer olur, şiir olur, roman olur. Çokça güzel ama biraz dağınık bir cümle olur dökülür dudaklardan: Çok tatlısın, her şey çok güzel olacak kadar tatlısın olur.
Olur.

Kime ne?



Tijen Zeybek
09/04/02 




AŞK YENİĞİ BİR YAZININ...


Bir kavga, bir dehşet, bir savaş kasırgası estiki yüreklerimizde, bakmadık, görmedik erguvan açtı mı bu bahar.  Hani o geçen baharın gözde dulu Erguvan. Durdu mu Irak’taki ölüm yağmurları, kalktı mı ölü çocuk yüzleri topraktan? Kulak vermek lazım şimdi. Kırlangıçlar uçup duruyor mu çerçöp yuvalarının etrafında, kuzeyden güneye kuş yolculuğu var mı? Özgür mü bulutlar akarken tepemizden, güneyden yağmur, güneyden çiğ, güneyden geçmişin kokusunu taşıyorlar mı? Elimizi alnımıza koyup da uzaklara bakmak lazım şimdi. Bakıp da yurdumu ortasından bölen varilleri birer ağaç gibi görmek lazım şimdi.  Sormak lazım kalçası dövmeli kadınlar giriyor mu hâlâ şairin rüyalarına, kiminle bölüşecek bu bahar mevsimin ilk çileğini?  Durup dinlenmek lazım şimdi, durup tamir etmek lazım acıyan yürekleri. Yoklayalım bakalım kendimizi, bakalım aşk yeniği bir yazının ak sayfalara kazınması vakti mi. 

Yürürken sokakları kırbaçlayan peleriniyle bir derviş girer rüyalarıma şimdi. (Yürürken kolları bacakları parçalanan bir Ali.)  Mavi suların kıyısında beklenmedik bir sürpriz gibi dikiliyor, suskun, kara pelerinli bir adam ve gözlerinde çigan müziği. (Mavi suları yokmuş Iraklı’nın, bütün sular kirli, bütün sular vavi.)  Bir uykuya dalsam diye düşünür korkağı yazarın, bir derin uyusam diye geçirir aklından kaçağı sevdanın, kiminde bir telâş “aman hatasız olsun bütün satırlarım.” Keşke bir hata yapsa mevsimler, bir derin yanlışa düşse zaman, silebilsek acı veren her şeyi.

Durup biraz dinlenelim şimdi. Bir kucak bulalım alabildiğine sıcak, bir yatak bulalım alabildiğine rahat. Bir yerlerden Sezen söylesin, bir yerlerden romantik bir İspanyol müziğinin sırasıdır şimdi. Hatta Gelincik sızlansın Ayna’dan, Dilâra mırıldansın. (Çingene pembesi elbisesi, çıplak ayaklı bir kız çocuğunun bakışları cam kırıkları gibi batsın dursun şimdi.) Ölüm kalanların uydurması, ateşse yananların diye bir cümle düşsün içime, kurt olsun, dert olsun sabahlara kadar. Bir yanım aşka yatsın, bir yanım uykuya. Bir yanım cevapsız sorulara dönsün yüzünü, bir yanım gittikçe umutsuzlaşan, ölgünleşen bir ışığa.  Sonra sabah olsun da uyumamış olayım, sabah olsun da uyanmamış olayım ikisi arasında fark yoksa. Ölüm kalanların uydurmasıysa ben gidenlerden, ateş yakanların uydurmasıysa ben yananlardan olayım, cümleye ters olsa da, uysa da uymasa da.

Mavi suların kıyısındaki o günden beri konuşuyorum düşlerimde kara pelerinli dervişle.  Soruyorum da cevabı yokmuş gibi dikip gözlerini gözlerime duruyor öylece. İki simsiyah göze kesmiş (gene) esmer bir yüz. Bir görünüp bir kaybolan esrik bir çigan müziği yalayıp duruyor kulağımın memesini. Bir deli düşten başka bir deli düşe yuvarlanıp duruyorum gece boyunca. Ne zaman uyansam sabaha çok var, ne zaman açsam gözlerimi çığlık çığlığa, sabaha çok var, sabaha çok var daha. (Bilmem sabahı hatırlar mı çocuklar Irak’ta.)  Ne kadar tuhaf bir Temmuz bu. Ne kadar karışık yazla kış birbirine. Ben çağırıyorum Kış’ı. İç sesim çağırıyor durup dinlenmeksizin. Hâlâ aşk yeniği bir yazı döşenemeyecekse sayfalara işi ne baharın, işi ne yazın buralarda.  Hâlâ aşk yeniği bir masal yazamayacaksam, hâlâ aşk yeniği bir roman duruyorsa yarım, işi ne baharın, işi ne yazın. (Çocuklar ölüyorsa en çok savaşlarda, çocuklar ölüyorsa en çok açlıktan, çocuklar çalıştırılıyorsa fabrikalarda en çok ve cam kırıkları gibi batıyorsa bakışları acıdan, gelme sakın yaz, gelme bahar diye delirip duracaksam, derin derin ahlar çeksem de dağları hiç yıkamayacaksam).

Bana bir rüzgâr lâzım şimdi. Uğul uğul bir rüzgâr uçursun beni buralardan.  Ayaklarım yerden kesik, karma karış saçlarım ve bir şiir mırıltısı dökülsün dudaklarımdan. Bana bir yağmur lâzım şimdi, anlık aşkları da asırlık aşkları da tertemiz sularıyla durmaksızın yıkayan. Bir gök gürültüsü lâzım bana, deli gibi koşan atların yere vuran toynaklarını anımsatan.

Durup dinlenmek gerek. Dinlenmek için Iraklı çocuklarla koyun koyuna yatmak, Filistin’de Rachel olmak gerek. Aşk yeniği bir yazı yazmak gerek şimdi. Aşk yeniği yazılar için savaş yeniği çocukları sevmek gerek.

Denize düşmek, ölüme yatmak ama yılana sarılmamak gerek.


Tijen Zeybek
17-04-2003


AŞK VE TUTKUNUN MÜZİĞİ


Yumuşacık, ipeksi dokunuşlardan doğan melodi doluştu önce kulaklarıma. Kendini doğuran dokunuşlar ve dokunuşlara olanak tanıyan parmaklar da en az müziği kadar yumuşacık görünüyordu.  Öylesine, kaygısız, suyun üzerinde salınıp duran bir tüy gibiydi devinimleri.
Biraz sonra hızlanan, açılıp kapanan  parmaklarla birlikte müzik de değişti, yumuşaklığından sıyrıldı ve vurucu tınılar kulaklardan sonra yürekleri de doldurdu. 

Şimdi daha güçlü çarpıyordu kralların geçtiği yoldaki sütunlara ve Salâmis’in ölümsüz, bilge yontularına. Görülemeyen ama sezilen kanlı canlı bir varlık gibiydi Paco Pena’nın müziği. Parmaklarının ucundan akan ruhu önce gitarının tellerine, sonra da müziğine yaşam veriyordu. Kulaklarımıza ve yüreklerimize akan bu müzik aşkın, tutkunun, kavganın müziğiydi. Bu duygular gibi inişli çıkışlı, yumuşak-sert, uzlaşmacı-kavgacı  bir müzikti.

Gitarıyla “bir” olan sanatçı İspanya toprağının ve ikliminin karşıtlıklarıyla  müziğini özdeşleştirmiş gibiydi. 

Gözlerimi kapatıp kendimi müziğin bende uyandırdığı çağrışımlara terk etmiştim ki var olana yeni bir “ses”in yeni bir “şey”in  eklendiğini duyumsadım. Ziller! İspanyol dansının simgesi kastanyet. Asi, mağrur ve tutkulu kadınların parmaklarında dillenen ziller. Gitarla  zillerin karşılıklı  meydan okuyuşlarında -hem görsel hem de işitsel- bir hazlar çeşitlemesiyle kendimizden geçtik bir süre.

Ve dans. Müziğin insan ruhunda yarattığı fırtınanın dışa vurumu, ketlenemez akışı. Fırfırlı etekler ve şallarla bezenmiş  bedenlerin, müziğin ritmiyle sarsılan, savrulan, kıvrılan o törensel dansı. Duyguların  vücut dilinde ifadesi. Öylesine kuşkuya yer bırakmaksızın açık seçik ve kesindi ki bu ifade, aşkı, tutkuyu, öfkeyi ve isyanı gözünüzle görebilirdiniz sahnede. Sözcükler bir kenara dizilip saygıyla eğilmeliydi  ve eğildi de Paco Pena’nın müziği karşısında o gece. 

Topukların yere vurulmasından çıkan kavgacı, isyankâr, yıkıcı ses yüreklerimizin düzenli, bildik ve yapıcı, yaşatıcı vuruşuyla karıştı. Ona müdahale etti. Yürek atışları da hızlandı.  Müzikten akan  enerji dansçıların vücudunda açığa çıktı ve herkese bulaştı. Antik tiyatronun yüzyıllardır uyuyan heykelleri bile efsanevi  çağlarını bırakıp geldiler. 

Çok çok güzel bir geceydi. İspanyol müziğinin yakıcı nefesi ruhlarımızı yalayıp geçti.




Tijen Zeybek
1/7/2000