17 Şubat 2003

Ateş - Çörek - Helva - Şarap - Keklik

Evet. Bunca soğuğa ve yağmura rağmen adanın Kuzeyinde ateş hüküm sürüyor. Her köyde, her bölgede Barış Ateşleri yanıyor. Biz de yaktık Cumartesi akşamı. Cihangir’de. Şöyle kocamannn bir ateş. Kuru okaliptüs ve zeytin dalları çıtır çıtır tutuşurken havayı kaplayan koku muhteşemdi. Hem ağaçların o kendi tanıdık, geçmişten gelen büyüleyici kokuları, hem de aynı amaç etrafında birleşebilmenin verdiği o kendine güvenin, o “sağlamlık” duygusunun verdiği bambaşka bir kokuydu bu. Korlaşan kütükler devrildikçe kıvılcımlar saçılıyordu etrafa. Terbiye edilmiş, şekle sokulmuş, düzenlenmiş havai fişeklerin yanında bizimkiler alabildiğine serseri, alabildiğine özgür, alabildiğine doğaldılar. Bu yüzden de çok güzeldi kıvılcımlar çook. Bizim köyün meydanında miting alanlarında söylediğimiz şarkıları söyleyip, çörek ve tahin helvası yiyeceğimiz hiç aklıma gelmezdi doğrusu. İşte bu konuda doğduğumuz günden beri tepemizde oturanların nafile ısrarlarına bir teşekkür borçluyuz sanırım. Onlar değişimin önünde durmak için bunca ısrarlı olmasalardı ne gençler dağların ardındaki güzel günleri aramaya çıkar ne de yaşlılar Chauv Bella’yı söylerlerdi köy meydanlarında. (Şimdi bu “chauv”ın yazılışından da pek emin değilim ama...)

Bundan daha güzel bir kış olamazdı yani. Hem yağmur ve soğuk- hem de ne soğuk- hem de kıvılcımlar saçan, alevleri gökyüzüne yükselen iddialı ateşler. Bunlar kebap ateşi değil ha. Mangal ve şömine ateşi hiç değil. Bunlar Barış Ateşi. Bu ateşlerin başında devrimci şarkılar söyleniyor hep bir ağızdan ve çörek, zeytinli, tahın helvası yenip şarap içiliyor. Değişimin önünde durmaya çalışan, bizi sonsuza kadar kendi dar ve gerici kafalarında münasip gördükleri şekilde yaşamaya mahkûm edebileceklerini zannedenlerin yerinde olsam korkardım doğrusu. Halkın sesine kulaklarını kapatıp, onların istediği bir gelecek projesinin önünde faydasız “taş”lar olarak dikilmek ve hep saklanmak zorunda kalmak güç olmalı. Ayrıca da onur kırıcı. Bütün bu güçlüğü ve onursuzluğu ithal destek kuvvetleriyle gidermek mümkün mü? Arınç’ın çağrısına kulak vererek uçaklara dolup dolup gelen onca kalabalığın ilacı varsa önce kendi kafalarına sürsünler denmez mi? Onlar kendi yurttaşlarının desteğinden yoksun sandık dibi kazıntıları değil mi? Yetmiş milyona beğendiremedikleri arkaik fikirlerinin burada da sadece ve sadece kendileri gibi fikirlere sahip arkaik zihniyetlerce itibar göreceğini bilmiyorlar mı? Biliyorlar elbette. Onların ki sadece temkinli olmak. Olur ya başarırlar da diktatörlüğün devamını sağlarlarsa şimdiden alacaklı durumda olmak. Ne olur ne olmaz. Bu kesim işlerini hep böyle görür.
Bütün bunlar olurken hayat sürprizlerini de esirgemiyor Kırlangıç’tan.

Bu sabah (yani Pazar sabahı) uyanır uyanmaz bir keklikle göz göze geldim balkonumda. İnanılmazdı. Perdeyi aralamıştım nasıl bir güne uyandığımı görmek için. Bütün güzelliğiyle bir keklik dışarıdan bana bakıyordu. Hiç kıpırdamadı beni görünce. Başını yana eğerek iyice baktı hatta. (Bak sen! Demek kekliğin de röntgencisi olurmuş!) Bir süre bakıştıktan sonra kapıyı açtım, o zaman biraz uzaklaştı. Ama uçup gitmedi. Çok güzel kanatları vardı. Uzaklaşırken şöyle bir kabarttı onları. Bütün desenleri ortaya çıkacak şekilde. Sonra olduğu yerde durdu ve kafasını yan yan eğerek bana bakmaya devam etti. Diğer kapıdan dışarı süzüldüm çıplak ayak ve usulca ona doğru yürüdüm. Herhalde yaralıdır, uçamıyordur diye geçiyordu aklımdan. Onu kucağıma alayım, güzel boynunu okşayayım, yaralarını iyileştireyim. Niyetimi anlar anlamaz parrrrrrrrr diye uçuverdi hınzır. Demek ki sağlığı yerindeymiş. Balkona bir göz atınca bütün geceyi orada geçirdiğini anladım. Her köşesini tuvalet olarak kullanmış çünkü. İyi de derdi neydi ki bu kekliciğin.

Bir daha ki sefere gene gelirse bir plânım var. Onu kucağıma alıp sevmeden kaçmasına izin vermeyeceğim. Canım keklik. Tanrı hazretleri onu avcıların vahşetinden korusun –mümkünse- dermişim.

Tijen Zeybek (17 Şubat 2003 Yenidüzen)