24 Haziran 2013

Alıç, Rüzgâr, Çiy Tanesi, Ben


Rüzgârla oynaşmaya kalkan yalnız alıç. Haberini aldım sabah çiyinde. Taa içimde, en derinimde duydum mutluluğunu.  Nasıl da kıpır kıpırsın. E öyle ya. Su yürümüş dalına, yaprağına.  Sabah uyanır uyanmaz bir sevinç buldum içimde. Sanki ben uyurken, geceden, habersizce biri koymuş yüreğime.  Doğruldum yatağımdan. Dudaklarımın ucunda hiç nedensiz bir gülümseme benimle birlikte uyandı uykusundan. İlk işim aynaya bakmak oldu. Bak, bende yalan yok. Doğa ananın ilk çocuklarındansın sen, bilirsin.  Önceleri bu kadar değilse bile şimdilerde insanın dişisinin bir çeşit  ‘aşk’tır aynayla ilişkisi.  Ama sonra, doğayı, anamızı görmek için çektim tül perdeleri, açtım pencereleri sonuna kadar.  Sabah güneşinde ışıldayan o hercai çiy tanesi verdi haberi.  Kopup pencerenin pervazından, dudağımın ucuna düşüverdi. Serinliğiyle ürperdim.  Açıkça kavradım ki senin mutluluğunun biricik nedeni çiy tanesi. İstedim ki sana verdiği yaşam suyundan ben de içeyim, istedim ki o tanecik ben olayım, onu bana beni ona katayım. Dilimin ucuyla yaladım.  

“Yaşamı boyunca yalnızca bir kere, tek bir kere, yeryüzünün en tatlı ve en muhteşem sesiyle öten Azap Kuşu, senin dikenlerine gömerken göğsünü, dile getirirmiş ilk ve son türküsünü. Alıç ağacının dikenleri delerken minicik yüreğini daha da içlenirmiş sesi. Yeryüzündeki tüm canlılar susar,  hüzünle dinlerlermiş Azap Kuşu’nu. Çünkü en güzel şeylerin böyle büyük acılar pahasına elde edileceğini bilirlermiş. Efsane böyle dermiş.”

Duydum ki şimdi, o acımasız dikenlerin bile biraz yumuşamış.  Rüzgârla da pek sevişiyormuşsunuz. Onunla da buluştum dün gece. Düşümde. Öyle inanılmaz, öyle güzeldi ki. Kucağındaydım ben. Önce sarı, turuncu yaprakları havalandırdık yerden. Sonra onları da katıp aramıza bulutlara çıktık. Görecektin Alıç Ağacı. Öyle dağıttık öyle dağıttık ki onları. Önce çok güldüler bizimle. Sonra kovaladılar bizi. “Gidin artık. İşimiz gücümüz var”diye.
Rüzgârla ben, ikimiz de çok hınzırdık o gece. Alıp onu zeytin ağaçlarının arasında gezdirdim. Saçlarını düğümledik, yapraklarını karıştırdık iyice. En yukarıdaki dallarında asılı kalmış, doğa anamızın tatlandırdığı zeytinlerden yedik.  İnan ki gene uslanmadık sevgili Alıç. Çocukluğumun Şeher’ine süzüldük sonra.  Öyle mahzun, öyle içliydi ki, sorma.  Biraz dertleştik Lefkoşam’la. Neler anlattı neler.

Öylesine coşkun, öylesine şımarık, öylesine azmıştık ki rüzgârla. Dur durak bilmeden koşturup, estik yaşlı, sessiz, sitemkâr sokaklarında.  Bir eski ‘anı’nın hıçkırıklarını duyduk sonra. Bir kadın sesiydi. Hafiften içini çekti bir ara. Duyulur duyulmaz, bilinir bilinmez, görülür görülmez. Estik o yana.  Dolandık, adına şimdi Selimiye denen o muhteşem ‘dönme’nin etrafında.  Bir de erkek sesi vardı. Güzeldi adamın sesi. Buyurgan ve sevgisiz. Ve bencil, ve saklanan, ve korkan, ve direnen, ve baştan çıkan, ve kaçan. Çok aradık Alıç onları. Gecenin içinde,  karanlığın gölgelerinde, bulamadık. Ne gam.
Birkaç pencere gördük. Kapatılmaya unutulmuş. Uçurduk perdeleri, daldık içeri. Çocukları okşadık pembe yanaklarından. Nine ve dedeleri kaldırdık tatlı uykularından.  Dolaştık çıplak vücutlarında, sevişen çiftlerin. Ürperdik, ürperttik.  Üşüyerek uyandım uykumdan. Pencere açılmış, pembe-beyaz perdelerim bakakalmış rüzgârın ardından.

Tijen Zeybek   3/1/2001