27 Eylül 2014

Suyun Sesi


Çokları  vardı. Çok er, çok dişi. Binbir çeşitti dünyanın yemişleri. Yüce dağlar dimdikti. Sarp kayalıklar ve milyon çeşit yeşilin anasıydı vadiler. Kuşlar vardı, kartallar ve şahinler ve atmacalar. Görkemli ydi  uçan ejderhalar. Sular kardan ak idi ve yemişten tatlı. İğde, alıç, ,incir, üzüm, kayısı. Salkım saçak dalındaydı.  Anası  yaylem kadın, babası kıvrım hoca ve kadından önce doğurmuştu asma. Üzüm idi meyvesi ve canından öte idi. Durgundu hava, kuş cıvıltılarıyla şakıyordu tepeden tırnağa dünya. Dişilerden biri ki kapkaraydı gözleri, nam salmıştı mertliği. Akan suyla hasbihal ettiği bilinirdi bir de kuşlara bindiği. Namı ise; Suyun Sesi.  Azacık huysuzdu bugün, azacık sancıyordu göbeği. Hep diri ve engindi kalçaları. Memeleri  fındık gibi iri başlı. Ama bir zamandır başkaydı. Evvelden düz olan karnı sanki kalçalarıyla yarıştaydı. Bir gümrah mevsimdeki başak gibi memeleri dolup taşmıştı. Çekildi Taşmaz Dere’nin kenarına. Dayandı durdu koca çınarın sırtına. Alı aldı, moru mor. Bir sancıyordu ki altı, dünya artık ona dar. Bütün köy tetikteydi. Ağaçlar eğilmiş, derenin suyu akmayı kesmişti. Bindiği kuşlar dört dönüyordu başında. Ancak çıt çıkmıyordu, nefes almayı unutmuştu dünya. Onlarca göz açılmıştı kocaman,  nasıl da büyülenmişti zaman. Seyretti dünya ve ilk kadın doğurdu, bir kadın ilk defa ana oldu.