24 Haziran 2013

Ağaç Krallığı

Her birimiz kendi küçük öykümüzü yazıyoruz sonuçta. Birer ipek böceği gibi, ya da arı veya kelebek.  Kiminki uzun kiminki kısa.  Hangisi daha önemli... Cevapsız sorular bunlar.  Ancak bir gerçek var ki öyküleri derin bir kederin, hiç olmazsa hüznün altına gömen gerçeklerimizle birlikte yazılıyor bütün olanlar.  Çarşı pazar gezerken, içimdeki onca yara berenin arasında, neredeyse zorla arayıp bulduğum o buruk sevinç tuzla buz olmaya mahkûm.  Eteğimden çekiştiren küçücük bir kız çocuğu, elinde baskül... ve gerisi hepimize çok tanıdık bir hikâye.  Bunun böyle oluşu, bunca sık kesişen hayatlarımıza rağmen, bu çocukların öykülerimizde bunca az yer alışı hazin değil mi?   Hayatımızın akışı içinde bir şekilde yolumuza çıkan, eteğimize yapışan, gözümüzün içine içine bakan bu çocuklara sırtımızı çevirip, yürüyoruz.  Sonra da derin bir iç çekip “Hayat bu” diyoruz.  

Belki de bütün mesele burada.  Hepimizin kendi öyküsünü yazıyor oluşunda.  Bu öykülerde başka hayatlara çok fazla yer yok.  Benimki devam ediyor şimdilik ve sinemanın köşesinden kıvrılan yolu takip edip, yürüyorum.  Yollar kedilerle dolu.  Bir de çocuklarla.  Yedi sekiz yaşlarında bir tanesi, oraya nerden gelmişse gelmiş koca bir taşın üzerinde oturuyor.  İp gibi yaşlar akıyor gözlerinden.  Siyah, üzerine hayli bol gelen bir ceket giymiş.  İçinden atleti görünüyor.  Ben en çok ayaklarımdan üşüdüğüm için, hemen ayacıklarına kayıyor gözüm.  Neyse ki çorapları var.  Ondan biraz uzakta bir başka çocuk daha var.  İrice.  Hemen huzursuzlanıyorum ve suçlayıcı bir ifadeyle “Onu dövdün mü yoksa?”diye soruyorum.  Yok, diyor.  Parasını kaybetmiş de ondan ağlıyor.  Yaklaşıp soruyorum.  Ağlamayı kesip de bir türlü cevap veremiyor.  Hâlâ ikna olmamış olmalıyım ki duvara sırtını vermiş, irice çocuğu kastederek “Sana vurdu mu yoksa?”diye üsteliyorum.  Neyse ki başını iki yana sallayarak olumsuzluyor. 

Onları orada bırakıp kendi öykümü yazmak üzere yoluma devam ediyorum.   Başka türlü bir hayatın, insanların kendi öykülerinde başkalarına da yer açabilecekleri bir hayatın özlemini çekiyorum.  Sokaklar kalabalıklaştıkça, yüzler ve kaçınılmaz olarak öyküler de çoğalıyor.  Hepsi bir uğultu halinde kulaklarıma doluşuyorlar.  Binlerce mutsuz yüz, yüzlerce yarı aç, sevgisiz çocuk.   Mırıl mırıl sesler geliyor kulağıma.  “Tartayım abla”diyen,  “Hayır ben bunu değil şunu istiyorum”diyen,  sabrını taşırdığı annesinden sokak ortasında dayak yiyen, çok şık çocuklar ve yalınayak çocuklar.  Karşıdan karşıya geçerken, beni görünce, beklemek zorunda kalmamak için daha da hızlanan aracın arkasından bakakalıyorum.  Bir an,  arka camdan keyifle bakan iki çocukla kesişiyor bakışlarımız.  Kafalarında kırmızı noel baba şapkaları var. Yazıya gizlice sızmış, iki mutlu çocuk olduklarını biliyor gibi, hınzırca gülüp, el sallıyorlar.
Otomatik olarak benim elim de havalanıyor.  Onlara sevinçle el sallarken yakalıyorum kendimi.  

Bu bir sürpriz mi,  zorla arayıp bulunmuş bir sevinç mi?  Sorma diyorum kendi kendime.  Hiçbir şey değilse bile çocukların sevinçleri gerçekti.   Yeni bir yıl için, yılbaşında gelecek hediyeler için ya da bu vesileyle çıkılmış alışveriş için alabildiğine mutluydular.   Eve böyle dönmek istiyorum.  En son gülen çocuk yüzlerinin hayali kalsın istiyorum gözlerimde.  En kestirmeden arabama ulaşıp kaçarcasına uzaklaşıyorum Lefkoşa sokaklarından.   Radyoda Kıbrıs sorunuyla ilgili milyonuncu programdan hücum ediyorlar.  Derhal kapatıyorum.   Mahalleye vardığımda, otobüs yazıhanesinde çalışan komşum yolumu gözlüyormuş meğer,  önümü kesiyor.  Kucağında güzelim bir fidan var.  Boyundan utanmamış kızıl çiçekler açmış birde.  “Size göndermişler” diyor.   Sevinçle alıyorum hediyemi.  Adı Bahçe Çalısı’ymış.  Sonra öğreniyorum.   Kulağına, kendisini bundan böyle bahçemin kralı ilân ettiğimi fısıldayarak taşıyorum onu. 

Diğer ağaçlarımın gücüne gitmesin ama kış ortasında alev rengi çiçekler açan ve yeni yıl armağanı olmayı başarmış bir çalı bunu hak ediyor.  

Hayat devam ediyor, öykü de...