1 Eylül 2005

KONSERVE YAŞAMLAR

Sanatsal alanda onca sade ve kendine yönelik bir dönemden sonra şimdi de sanatsal etkinliklerin bolluğu ve çeşitliliğinden şaşkına döndük. Mutluluk sarhoşluğu gibi bir şey bu (var mıydı öyle bir sarhoşluk çeşidi?). En çok da basında ya da e-postama ulaşan davetiyelerdeki adres kısmı hoşuma gidiyor; Larnaka, Limasol, Güney Lefkoşa vb. ile bitiyor bazıları. Bayılıyorum. İşte, şimdi Kıbrıs?ta yaşadığımı duyumsuyorum, Kuzey Kıbrıs'ta değil. Artık balkona çıktığımda, başında kar yelleri esen Trodos tepelerine Kaf Dağının ardındaki ülke, gökkuşağının arkasındaki cennet, yurdumun bana yasak diğer yarısı vb. düşsel ve marazlı düşünceler eşliğinde bakmıyorum. Hımmm!!! Diyorum mesela, bugün tepeler daha beyaz, Pazar?a gitsek mi? Sonra gene gitmiyoruz tabii. Ben cayıyorum işte. En güzel halinde olan Mesaryamın boynu bükülecekmiş gibi geliyor. Daha onun otunu, çiçeğini doyasıya toplamamış, çayırında yuvarlanmamışken, sarı ben çiçeklerinden münasip gördüğüm yerlerime esaslı benler oturtmamışken... ne işim var karlı sedir ormanında.

Böyle de yaratılmış, özenle inşa edilmiş, kurgulanmış ve başarılmış bir 'mesafe' var yurdumuzun öteki yarısıyla aramızda. Bir çeşit ?resmiyet? hali, öyle çok yüz göz olunmadan, tanımaya, bilmeye, geçmişten gelen o hissin ve bilmeden içimizde büyüttüğümüz özlemin nereye evrileceğine dair temkinli bir beraberlik bizimkisi. Yani Türk filmlerinde görüldüğü üzere, doğduğu günden beri anasını görmemiş bir çocuğun kazık kadar adam olduktan sonra bir gün sokakta rastladığı kadına ?Anne! Anne, anam benim.?diye sarılışı gibi aniden ve küt diye bir sevgi ve tanışlık tomurcuğu pırtlamıyor içimizde. Mesaryam ve Beşparmak da üvey evlât muamelesine tabi tutulmuyor tarafımızdan.

Çarşı-Pazar, dağ, manzaradan çok, Limasol sokaklarında yürürken kulağıma ansızın Türkçe sözcüklerin çalınması heyecanlandırıyor beni. Ya da tam tersi, Lefkoşanın göbeğinde, surlar içinde Rumca bir şarkının mırıldanıldığını duymak. Hele bir gün bir ilkokulun önünde Güney Kıbrıs plâkalı bir aracın bir çocuğu indirdiğini görünce adamakıllı tuhaf olmuştu içim. Elbette bir Türk çocuğuydu okuluna bırakılan da birdenbire bir çağrışımlar zinciriyle, hayal gücümün doludizgin koşmasıyla sarsılmadan edememiştim yine de. İşte böylesini özlüyorum ben bu yurdun. Günlük yaşantıda doğallığı ve kaçınılmaz olarak arkasından gelen barışı yakalamış bir ülke. Mümkün mü, olabilecek mi, olduracaklar mı?

Geçen gün birisi Ledra Palas gediğinden geçerken başından geçen bir olayı anlattı heyecan içinde. Neymiş efendim göğsünde Atatürk rozeti varmış da bir adet faşist Rum polisi ?Çıkar onu.?demiş kendisine. Yapıştırdım soruyu; ?Sen ne yaptın?? E çıkarmak zorunda kalmışmış doğal olarak, geçebilmek için ?sorunsuz? olaraktan ve zaman kaybetmeden. Niye çıkarıyorsun kardeşim rozetini aptal bir polisin talimatıyla? Niye bunca itaatkâr oluyorsun bakalım? Niye bu kadar kolay ve çabuk teslim oluyorsun, niye canın cehenneme deyip yürümedin göğsünde rozetinle bakalım ne halt edecekti o tıfıl. Niye bu güzelim kavga için ve ahmağın tekine haddini bildirme zevki ve olanağı mis gibi önünde dururken bunca konfortabıl olabilme hakkını kendinde görüyorsun. Hadi gördün diyelim şimdi ne halt etmeye ve neyi, kimi, kime şikâyet ediyorsun?
Kendisi kurtarmalı insanı

Cık cık cık....

Tijen Zeybek (Ortam Gazetesi, 2004)