1 Eylül 2005

GÖKYÜZÜ...

Yazıyorum sınırsız ve kendi dizelerimde kaybolup kaybolup bulunmaya bayılıyorum. İnsan kaybolacaksa şiirde, dağılacaksa metinde dağılmalı diyorum. İnsan hayata yazıdan bakınca taammüden kayboluşlar, taammüden ihanetler, taammüden yaralara da açmış oluyor kendini. Yaralamaya da yaralanmaya da kuşkusuz. Ve hayata dokunmak, hayatı yaşamak diye bir şey varsa ancak buradan sızılabilir dokunuşa diyorum. Bu durumda defter yetmez yazmak için, kâğıt pek sınırlı, ekran pek uzak. O zaman diyorum ki ?Gökyüzü yüreğimdir şiirimi yazdığım.?

Bir yandan şiir yazıp bir yandan asma yaprağı topluyorum. Bir yandan dolma sarıp, bir yandan üzüm veriyorum asma olup. Yazıya daldıkça kendime dalıyorum aslında. Aman! vurguna dikkat diyorum. Aman ha! Durduramıyorum tabii kendimi. Ne ben, ne de başka biri. Deli gibi koşturuyorum, sanki ovanın otu ayaklarımın altında. Sanki gökyüzünün ayı, yıldızı serilmiş önüme de soruyorlar 'biz neresinden dahil olalım' diye bu yazıya. Hınzırlığım üstümde ya; soralım diyorum, soralım bakalım 'edebi kışkırtıcımıza'. Sizin yok mu? Benim var. Her yazarın ve okurun bir edebi kışkırtıcısı olmalı. Yazdırmak ve okutmak için.

Gökyüzüne de yazıyorum, suya da. Zarftan çıkan mektup için, etiketi şifreli şarap için, kalbi kırık sazlar için, kurşunlanan umut için durmaksızın yazıyorum. Sonrasında yenidünya geliyor salkım saçak, sonrasında karadut geliyor. Morun ötesinden bakıyorum bütün bunlara. Morun ötesinden... Morun ötesinden bakınca görürsünüz ki barikatlarla bölünmüş yurdunun bir yanından bir yanına geçmek isterken maruz kalınan şiddet ve hakarete karşı durur gibi yapanların ağzından tuhaf cümleler dökülüyor. Bayrağı bol kanallardan birinde bir tanesi diyor ki ?Barış eğer otuz yaşında kadınlarımızın bacak aralarına bakmaksa biz böyle barış istemeyiz.? Yaaa! Yani altmışındakilerin bacakaralarına bakılsa sorun olmayacak öyle mi?

Mor ötesinden bakınca yüzyıllar önce iktidar edenlerden birinin 'bundan böyle bu ülkede Türkçeden başka dil konuşulmaya...' demesinin hâlâ sanki kutlanası bir şeymiş gibi övüldüğü ve bu şiarla Türk diline katkı yapanlara ödül verildiği görülüyor. Kaç şiir yazılamadan, kaç öykü, kim bilir kaç roman sayfalara dökülemeden kalmıştır sahibinin yüreğinde çakılı onca ağırlığıyla. Bu yasak yüzünden, bu ırkçılık yüzünden kalmıştır. Şiir kaybedince Türk şiiri de, edebiyat kısır kalınca Türk edebiyatı da eksilmez mi kendinden? Öyle olmuştur kaçınılmaz olarak. Renginden ve çeşidinden kan kaybetmiştir edebiyat.

Morun ötesinden bakınca tüm AB vatandaşlarının barikatlardan kimlik kartlarıyla geçip yurdumuzun Kuzeyine de geçebileceklerine dair hükümet kararının Kıbrıslı Rumları dışladığı çıkıyor ortaya. O zaman biraz daha cesur olup (Kıbrıslı Rumlar hariç) deseydiniz de herkes de tercümansız anlasaydı ne demek istediğinizi diyeceğim ama sırf vatan aşkı için, sırf vatana hizmet için anavatanından çıkıp gelen bakaniyenin mesai saatleriyle ilgili hiçbir kıstasa uymaz, inadım inat ayak diremeleri aklıma gelince vazgeçiyorum. Anlıyorum ki Türkü Rumu fark etmez Kıbrıslılara yönelik bir öfkenin, ithal bir öfkenin kurbanı oluyoruz besbelli. Belli ki taaa oralardan haddimizi bildirmek için gelmiş kendileri.

Halâ duruyorlar yıldızlar ve ay gökyüzünün bir kenarında. Halâ bekliyorlar yazıda yer almak için. Yıldızlardan ve aydan yer açıp kendime, şiir yazıyorum, metin yazıyorum. Yazarken kanıyorum bazen, bazen geberiyorum. Kime ne. Güldamlası şahit oluyor bütün bunlara.

Bir dosya dolusu yazıyı değiş tokuş ederken eski siyah-beyaz bir filmle, zaman şahit oluyor, iyice görmek için hatta duruyor biraz olduğu yerde. Sonra tabii, yürüyüp geçiyor çalımla yanımızdan.

Anlamak lazımdı şiirin vaktidir. Anlamak lazımdı ân'ın ve aşkın vaktidir. Görmek lazımdı öfkeyle yağan yağmur ve şiddetle esen rüzgâr prangalardan kurtulma zamanının geldiğini müjdelemektedir.

Tarih herkesin önünde bir kapı açar bir gün demişti dostun biri. Doğrudur. Doğrudur doğru olmasına da o kapı kapanmadan girebilenler de hayli enderdir. Öyle değil mi? Baksanıza hayatlara, kaçırılmış fırsatlarla, yaşanmamışlıklarla dolu. Ne zaman çizilecek beyaz gülün resmi tuvale, ne zaman deniz kabukları iade edilecek ait oldukları kumsala ve çıplak ayak yürünecek köpüklü dalgaların serin sularında. Ne zaman hoyratlığından sevilecek Mesarya. Ne zaman su verilecek susuzluktan çatladığı aşikâr bu gururlu toprağa.


Tijen Zeybek (Ortam Gazetesi, Nisan, 2004)