1 Eylül 2005

DENİZ KABUKLARI

Arkasına dönüp ayaklarının kumlarda bıraktığı izlere baktı. Köpükten arınmış, sakin bir dalga sanki bir an önce her şeyi eski haline getirmek istermiş gibi bütün sahili yıkayarak, ayak izlerini de sildi. Gözünde ne zamandır akmayı bekleyen yaşlar için bu an kaçınılmazdı. Kendilerini yer çekiminin ayartıcı davetine bırakıp, sonsuz düşüşün hazzıyla dağıldılar. Kadın bir süre de kendi tuzlu sularının ana sularına kavuşmak için aceleyle ondan ayrılışını izledi. Sonra, dramatik bir şey var bütün bu olup bitende, diye geçirdi içinden. Her şey sonunda ilk haline dönmek için, kaynağına dönmek için varoluyor sanki. Kumdaki ayak izleri dalgalar silinceye kadar ordalar. Kumun sonsuz düzenini bozan izler ancak bir sonraki dalganın kıyıya varışına kadar sürüyor. Ve gözyaşları da, ter de, ten de sadece ölünceye kadar var oluyorlar. Ölüp toprağa ya da küle dönüşünceye kadar.

Ellerinde değerli mücevherler gibi taşıdığı deniz kabuklarını düşürmemeye dikkat ederek gözyaşlarını kuruladı. İyice alçalan güneş gözlerine batıyor ve dünya giderek soluyordu. Birkaç saat önce canlı bir varlık gibi mavi renginde devinip duran deniz şimdiden gri tonlara bürünmüştü bile. Aslında, günün de bir sonu var, diye düşünerek enikonu parlaklığını yitiren güneşe dikti bakışlarını. Gün, ancak geceye kadar sürüyor. Ve gece de sonsuzca değil, diye tamamladı içinden bir ses. 'Gece, ancak sabaha kadar sürüyor.'

Birkaç adım attı usulca, sonra arkasına dönmeden dalganın gelişini ve ondan kalan ayak izlerini silip geri çekilişini dinledi. Geriye döndüğünde az önce oradan geçtiğine dair hiçbir iz bulamayacağını biliyordu. Bütün bunlara şaşkın çocuk bakışları ve aynı zamanda tuhaf bir heyecanla karşılık verdi varlığı. Heyecanın kaynağı her zaman sevinç değildi kuşkusuz. Bazen hatta çoğu zaman heyecanın kaynağında yatan sadece ve sadece boyun eğişle teslimiyetin getirdiği bir rahatlama değil miydi? Ama her şey gibi sonlu yaşam gerçeğine sakince boyun eğiş de sürekli değildi. Sürekli olan aslında gücü olan estetiğe yönelişti. Bu da en çok doğa da ve sanatta vardı. O zaman belki de sıradaki soru doğanın nerede ya da kimde olduğu olamayacağına göre sanatın kimde olduğu olmalıydı. Sanat, estetiği güçle birleştirerek ölüme ve sona olan itirazı ve başkaldırıyı en yüksek perdeden ifade edebilecek eseri yaratabilende olmalıydı. Sanatçıda.

Peki ya yaşamımızı saldırgan bir şekilde kaplayan bunca ürün? Bunca görüntü, ses, resim, hareket, yazı... Bunlar nedir? Ne kadar etkileyici olsalar da onlar da zamana yenik düşme açısında bir zaafiyet sezilmiyor mu? Gelip geçicilikleri varoluşa sınır getiren ölüme başkaldırıdan ziyade gelip geçiciliği neredeyse kutsamıyor mu? Ve hayatın merkezine yerleşen kullan-at kültürü ile nitelikten ve anlamdan çok gelip geçicilikteki devinimin gerçeğin üzerini örten tozlarına benzemiyorlar mı? O zaman şunu söylemek mümkün; sanat ürünü ile sanat ürünü olmayanı ayıran eserin yaratılma kaygısının niteliği ve onun karşısındakinde uyandırdığı etki olmalı. Ama burada sözü edilen etki, sanatçıya tanrı ve eserine de tanrısal güçler taşıyan bir yapıt olarak bakmak anlamında değil. Bunu özellikle vurgulamalı, dedi kadın. Bunu özellikle ustayla tartışmalı. Aksi takdirde ölümlülük karşısında sığınılacak yeni bir tanrı/sanatçı ve yeni bir liman/sanat eseri bulmuş oluruz.

Kıyı boyunca yürümeye ve solan günün ardından sahilin neşesini ve güzelliğini kaybetmesini önlemek istercesine sedefli parlaklıklarını ortaya seren deniz kabuklarını toplamaya devam etti. Gözyaşları suya kavuşmak, dalgalar da ayak izlerini sonsuzluğa göndermek için aceleci bir koşu tutturmuşlardı. Ben ve bana dair şeylerin de bir sonunun olması ve benim bunun bunca farkında olarak hâlâ varoluyor olabilmem ne kadar tuhaf, diye geçirdi aklından. Ve bu sonlu varoluşta tek gerçeğin sonsuzluk oluşu... Ve belki de tek bilginin yaşamın ölüme yolculuktan başka bir şey olmadığı. Avucundan düşen bir deniz kabuğunu almak için uzanırken hepsinin ellerinden kayıp düşmelerini engelleyemedi. Telaşla onları toplamaya çalışırken her zamankinden sessiz ve her zamankinden kararlı bir dalga beklenmedik bir çeviklikle hepsini denizin koynuna atıverdi.

Dizlendiği yerden doğrularak denize döndü, alnına düşen bir tutam saçı iterek işte bu, dedi... İşte var olmak sadece bu. Dalgalara rağmen kumda iz bırakmaya çalışmak. Ama varoluşu gerçekleştirmeden yaşamanın bedeli daha ağır. O, sadece zamana karşı sürekli estetik ameliyat olmak gibi bir şey. Oysa zaman dalgalardan da inatçıdır.

Tijen Zeybek (Ortam Gazetesi, Nisan 2004)