24 Haziran 2013

Anlaşılamamak/Anlayamamak


Hiçbir yere dahil olamamanın yalnızlık ve özgürlük arasındaki o ince çizgisinde dengemi bulmaya çalışırken, kendimi, bana yabancı bir ritüeli izler gibi izlediğimi fark ediyorum. Bu izlek çoğunca naklen olsa da arada bir arşivden de olabiliyor. Arşivimdeki bana ait seçkileri izlerken çoğu anlaşılamamak/anlayamamak noktasındabiten hararetli ilişkilerimdeki beni de bana yabancı bulmadan edemiyorum. Sadece bu kadarla kalsa iyi, işintuhafı benimle ilişkide olan ötekine de yabancılık duyuyorum. Arşiv görüntülerde yer alan ben ve öteki muhabbetine karşın izlekteki ben’in her ikisini de kendine bunca uzak buluşu nasıl mümkün olabilir.

Anlaşılamamak/anlayamamak temelli ayrılıklarda bir “şey”in içinden o “şey”in dışına fırlatıldığım duygusuna kapılmadan edemiyorum.  Bu “şey” aşk olur, şiir olur, yazı olur, gül olur, dostluk olur, kavga olur fark etmez.  Böylesi hızlanmış yürek atışı eşliğinde yaşanan “dışındalık” özgürlükten çok yalnızlığa yakın durur. Çok “sen” olursun, çok “iç’ten” olursun aşktan kovulursun. Çok “sen” çok “iç’ten” olunca yakındır şiirden, yazıdan da kovulursun. Hatta bu çok kendin olma halinde ısrarcı olursan “şair”den de “yazar”dan da kovulma ihtimalin artar. Sakıncalı olursun.

İşte tam da bu noktada bir yolun sapağında, yeni bir yazının ilk paragrafında buluyorum kendimi. Fon müziği de ruh halime çok uygun düşüyor doğrusu. Sabahın körü  ve trafiğin gitmekle durmak arasındaki tereddüdünün bunalttığı “ben” radyonun düğmesine dokunuyor. Trafiğin akışına münasip ikircikli bir ses bol tekrarlı söylemiyle bir çocuğa belletir gibi belletmek niyetinde söylediklerini. Oysa sesindeki ikircikli tını, tekrarları anında etkisiz ve sıkıcı kılıyor farkında değil.  Ses, gazeteden okuyacağı kötü haber dolayısıyla peşinen özür diliyor ve haberin ardından sünnet edilen çocuğun ağzına tıkılan lokum gibi “Haydi! Biraz gülümseyin”demeyi de ihmal etmiyor.  Bir kötü haber, bir “Lütfen gülümseyin”, bir kötü haber daha, arkasından “N’ooolur gülümsemeyi ihmal etmeyin” Bu Çetin Altan’vari sunuma biraz değil çok gülüyorum ben. Programcının 23 Nisan çocuğu kılıklı haline mi yoksa biz dinleyenleri sünnet çocuğu yerine koyma niyetine mi güldüğüme karar veremiyorum.

Gene kendi her şeyin “dışında” olma duyguma dönüyorum. Kolay oluyor. Bunun için topu başı iki düğmeye basıyorum; biri radyonun, diğeri arabanın camının. İşte düşüncelerimle birlikte ve böyle olunca da tüm arşivimle birlikte dört tekerlekli bir kavanozdayım.  Hazır bu moddayken  “kavga”dan son kovuluşumdan aldığım yaraların bir çetelesini tutmaya karar veriyorum. Kendimi iyice yokluyorum. Kısa bir süre sonra kovuluş envanterim dökülüyor ortaya; epeyce yazı, birkaç deneme, üç beş şiir, birkaç öykü. Hiç de fena değil. Buraya kadar iyi de  “yazı” ve “şiir”den kovuluşumun içimi burkan acı sıvısından nasıl kurtulacaktım. Bu acının yazı olarak, öykü olarak hatta şiir olarak çıkacağı yoktu içimden. Sürekli bir yürek kütürtüsüne dönüşen, sivri uçlu, kocaman bir kaya gibi duruyordu içimde. Kavga’dan kovulmak katlanılabilir bir şey iken  “şiir” ve “yazı”dan kovulmak katlanılabilir bir şey olmamakta ısrarcıydı. Kavga’dan kovulmak herhangi bir ihanete uğramışlık duygusu uyandırmazken “şiir” ya da “yazı”dan kovulmak arabesk bir ihanet duygusu barındırıyordu içinde.

Gene çok fazla, gereğinden fazla “ben” oluyorum bu satırlarda. “İç’ten”liğimin doz aşımına uğruyorum ve bu doğal olarak bir zehirlenmeye yol açıyor. Ayrıca samimiyetin de bu kadarı son derece sakıncalı bir boyut katıyor ilişkilerime. Yazma eylemim bir çeşit “glastnost” ve “perestroika”ya (yazılışını boş veriyorum bu anda) dönüşüyor ve buna rağmen ben soyunmaya doyamıyorum hâlâ.  Arşivden sürdüğüm izler yeni bir kararın eşiğine getiriyor beni. Ödünç şemsiyeyi verip yazılarımı almanın zamanı gelmiştir belki de. Ödünç şemsiyeyle birlikte ödünç kavgayı da verecektim kuşkusuz. Ödünç zamanı, ödünç mekânı ve ödünç meydanı da. Son kovuluşumun izlerini üzerimden silme iddiasındaki, her türlü “hesap verme” yükünden azat olduğunu söyleyen Sisifos, iddiasının hesabını veremeyerek en iyisinin bu iddiadan vazgeçmek olduğuna karar vermişti anladığım kadarıyla. Eh şaşılacak çok şey de yoktu bunda.  Bir kez daha eşikten dönmenin marazı yanında bir kez daha haklı çıkmanın rahatlığı bir tavla kutusu gibi koltuğumun altında, bir türlü hiçbir “şey”e dahil olamamanın bildik duygusuyla köşeme dönüyorum.    



Tijen Zeybek
25/04/02