Hiçbir yere dahil olamamanın yalnızlık ve özgürlük
arasındaki o ince çizgisinde dengemi bulmaya çalışırken, kendimi, bana yabancı
bir ritüeli izler gibi izlediğimi fark ediyorum. Bu izlek çoğunca naklen olsa
da arada bir arşivden de olabiliyor. Arşivimdeki bana ait seçkileri izlerken
çoğu anlaşılamamak/anlayamamak noktasındabiten hararetli ilişkilerimdeki beni
de bana yabancı bulmadan edemiyorum. Sadece bu kadarla kalsa iyi, işintuhafı
benimle ilişkide olan ötekine de yabancılık duyuyorum. Arşiv görüntülerde yer
alan ben ve öteki muhabbetine karşın izlekteki ben’in her ikisini de kendine
bunca uzak buluşu nasıl mümkün olabilir.
Anlaşılamamak/anlayamamak temelli ayrılıklarda bir “şey”in
içinden o “şey”in dışına fırlatıldığım duygusuna kapılmadan edemiyorum. Bu “şey” aşk olur, şiir olur, yazı olur, gül
olur, dostluk olur, kavga olur fark etmez.
Böylesi hızlanmış yürek atışı eşliğinde yaşanan “dışındalık” özgürlükten
çok yalnızlığa yakın durur. Çok “sen” olursun, çok “iç’ten” olursun aşktan
kovulursun. Çok “sen” çok “iç’ten” olunca yakındır şiirden, yazıdan da
kovulursun. Hatta bu çok kendin olma halinde ısrarcı olursan “şair”den de
“yazar”dan da kovulma ihtimalin artar. Sakıncalı olursun.
İşte tam da bu noktada bir yolun sapağında, yeni bir yazının
ilk paragrafında buluyorum kendimi. Fon müziği de ruh halime çok uygun düşüyor
doğrusu. Sabahın körü ve trafiğin
gitmekle durmak arasındaki tereddüdünün bunalttığı “ben” radyonun düğmesine
dokunuyor. Trafiğin akışına münasip ikircikli bir ses bol tekrarlı söylemiyle
bir çocuğa belletir gibi belletmek niyetinde söylediklerini. Oysa sesindeki
ikircikli tını, tekrarları anında etkisiz ve sıkıcı kılıyor farkında
değil. Ses, gazeteden okuyacağı kötü
haber dolayısıyla peşinen özür diliyor ve haberin ardından sünnet edilen
çocuğun ağzına tıkılan lokum gibi “Haydi! Biraz gülümseyin”demeyi de ihmal
etmiyor. Bir kötü haber, bir “Lütfen
gülümseyin”, bir kötü haber daha, arkasından “N’ooolur gülümsemeyi ihmal etmeyin”
Bu Çetin Altan’vari sunuma biraz değil çok gülüyorum ben. Programcının 23 Nisan
çocuğu kılıklı haline mi yoksa biz dinleyenleri sünnet çocuğu yerine koyma
niyetine mi güldüğüme karar veremiyorum.
Gene kendi her şeyin “dışında” olma duyguma dönüyorum. Kolay
oluyor. Bunun için topu başı iki düğmeye basıyorum; biri radyonun, diğeri
arabanın camının. İşte düşüncelerimle birlikte ve böyle olunca da tüm arşivimle
birlikte dört tekerlekli bir kavanozdayım.
Hazır bu moddayken “kavga”dan son
kovuluşumdan aldığım yaraların bir çetelesini tutmaya karar veriyorum. Kendimi
iyice yokluyorum. Kısa bir süre sonra kovuluş envanterim dökülüyor ortaya;
epeyce yazı, birkaç deneme, üç beş şiir, birkaç öykü. Hiç de fena değil. Buraya
kadar iyi de “yazı” ve “şiir”den
kovuluşumun içimi burkan acı sıvısından nasıl kurtulacaktım. Bu acının yazı
olarak, öykü olarak hatta şiir olarak çıkacağı yoktu içimden. Sürekli bir yürek
kütürtüsüne dönüşen, sivri uçlu, kocaman bir kaya gibi duruyordu içimde.
Kavga’dan kovulmak katlanılabilir bir şey iken
“şiir” ve “yazı”dan kovulmak katlanılabilir bir şey olmamakta
ısrarcıydı. Kavga’dan kovulmak herhangi bir ihanete uğramışlık duygusu
uyandırmazken “şiir” ya da “yazı”dan kovulmak arabesk bir ihanet duygusu
barındırıyordu içinde.
Gene çok fazla, gereğinden fazla “ben” oluyorum bu
satırlarda. “İç’ten”liğimin doz aşımına uğruyorum ve bu doğal olarak bir
zehirlenmeye yol açıyor. Ayrıca samimiyetin de bu kadarı son derece sakıncalı
bir boyut katıyor ilişkilerime. Yazma eylemim bir çeşit “glastnost” ve
“perestroika”ya (yazılışını boş veriyorum bu anda) dönüşüyor ve buna rağmen ben
soyunmaya doyamıyorum hâlâ. Arşivden
sürdüğüm izler yeni bir kararın eşiğine getiriyor beni. Ödünç şemsiyeyi verip
yazılarımı almanın zamanı gelmiştir belki de. Ödünç şemsiyeyle birlikte ödünç
kavgayı da verecektim kuşkusuz. Ödünç zamanı, ödünç mekânı ve ödünç meydanı da.
Son kovuluşumun izlerini üzerimden silme iddiasındaki, her türlü “hesap verme”
yükünden azat olduğunu söyleyen Sisifos, iddiasının hesabını veremeyerek en
iyisinin bu iddiadan vazgeçmek olduğuna karar vermişti anladığım kadarıyla. Eh
şaşılacak çok şey de yoktu bunda. Bir
kez daha eşikten dönmenin marazı yanında bir kez daha haklı çıkmanın rahatlığı bir
tavla kutusu gibi koltuğumun altında, bir türlü hiçbir “şey”e dahil olamamanın
bildik duygusuyla köşeme dönüyorum.
Tijen Zeybek
25/04/02