Rakamlardan ve dilimlenmiş, ayrılmış, tutulmuş, vaat edilmiş
zamanlardan sıyrılmak ne güzel olurdu. Kesintisiz bir zaman. Yani sonsuzluk. Sonsuzluk içinde sonlu olan
bize bunu hatırlatan düzenlemeler olmasa. Yatma saatleri, kalkma saatleri, işe
gitme zamanı, yemek yeme vakti... Böyle ayrılıp, parçalara bölününce insan hep
bir şeyleri kaçırdığı duygusuna kapılıyor. İşe geç kalmıştır, yemek vakti
geçmiştir, erken uyanmıştır, vaktinde uyuyamamıştır. Hep bir şeyleri
“zamanında” yapamama duygusu. Yeşil yandığında azıcık ağırdan alsanız arkadaki
olanca gücüyle yüklenir arabanın kornasına. “Sallanma kızım, geç kalıyoruz.”
Sabahları anneler mahmur çocuklara ha bire yüklenir, “Çabuk ol sütünü iç,
canlan, hadi ayakkabılarını giy, arabaya koş.”
Zamanlar daha küçük parçalara bölündükçe tencereler de düdük
çalmaya başladı. Düdüklü tencere
“ayrılmış zamanların” bir icadıdır. Bu
yaygaracı icat, ikide bir kaynayan tencereye gidip bakma, yemeğin pişip
pişmediğini kontrol etme, bazı
malzemeleri belli pişme aralarında yemeğe katma gibi ona, o emek verilmiş, hak
edilmiş lezzeti katan zamandan yoksun insanların olmazsa olmazıdır.
Saat başı “di di diit, di di diit...”diye öten saatler de
öyle. Nedir muştuladıkları. Ömürden geçen bir saat daha mı? Yok hayır. Kolunda
o saati taşıyan bunu aklının ucundan bile geçirmez. Yetişilecek bir randevusu,
bitirilecek bir işi vardır. Uğruna yaşamı ıskaladığı. Saatlerin zilleri
yağmurdan sonraki toprak kokusunu derin derin içinize çekmenizi ve doğaya can
katan damlacıkları seyretmeyi kaçırmamanızı hatırlatmak için çalmaz asla. Ya da yazın son demlerinde batan güneşin
deniz kıyısından seyredenlere inanılmaz renkler sunduğunu ki ressamların
düşlerine giren renklerdir onlar.
İşte bu bölünmüş, ayrılmış zamanlar hakiki yaşama dair ne
varsa unutturur, kurgusal yaşama ayak uydurmanızı sağlarlar. Öyle ki bir süre
sonra isteseniz bile kapıldığınız bu koşuşturma burgacından çıkamaz,
kurtulamazsınız.
Meselâ ben. Sabahın o en serin zamanında, üstüne üstlük
geceden onca uykusuz kalmışlığım da varken, beynimin kıvrımlarına yılların
yerleştirdiği o lânet olası saatin çalmayan zilini duymadan edemiyorum. O zilini sessizce ama ısrarla çalar benim
için. Her gün. Aynı vakitte. Sabahın altısında pat diye, evet evet PATT diye
uyanıyorum. Beynim üstüne düşeni yapmış
olmanın, beni uyandırmış olmanın rahatlığıyla hemen günlük işleri plânlamaya
girişirken ben, o HAKİKİ, henüz tam “uyanmamış” ben kısacık bir süre bu iki
dünya arasında kararsız kalırım.
Durduramıyorum. ‘Stop’düğmesi falan yok, içime işlemiş, beni oraya
buraya yetiştirme telâşıyla, bayram, yortu demeden sabahın köründe uyandıran bu
saatin.
Oysa gündüzün geceyi ve gecenin gündüzü kovaladığı, aydınlık
ve karanlık dışında bölünmemiş mucize zamanlar da yaşamak isterdim. Gün doğumundan
gün batımına kadar olan sürenin 24’e bölünmediği “bütün” bir gün isterdim. O
güzelim sonsuzluk duygusunun içinde asılı kalmak, öyle boşlukta, bir saatin
sarkacı gibi, geçen zamandan bağımsız, sallanıp durmak isterdim.
Herkesin her şey olduğu, herşey olmak için koşturduğu bu
zamana inat, sessiz, zamansız, bilge bir saat sarkacı olabilirim ben.
Tijen Zeybek
06/08/01