24 Haziran 2013

AH ZAMAN VAH ZAMAN


Rakamlardan ve dilimlenmiş, ayrılmış, tutulmuş, vaat edilmiş zamanlardan sıyrılmak ne güzel olurdu. Kesintisiz bir zaman.  Yani sonsuzluk. Sonsuzluk içinde sonlu olan bize bunu hatırlatan düzenlemeler olmasa. Yatma saatleri, kalkma saatleri, işe gitme zamanı, yemek yeme vakti... Böyle ayrılıp, parçalara bölününce insan hep bir şeyleri kaçırdığı duygusuna kapılıyor. İşe geç kalmıştır, yemek vakti geçmiştir, erken uyanmıştır, vaktinde uyuyamamıştır. Hep bir şeyleri “zamanında” yapamama duygusu. Yeşil yandığında azıcık ağırdan alsanız arkadaki olanca gücüyle yüklenir arabanın kornasına. “Sallanma kızım, geç kalıyoruz.” Sabahları anneler mahmur çocuklara ha bire yüklenir, “Çabuk ol sütünü iç, canlan, hadi ayakkabılarını giy, arabaya koş.” 

Zamanlar daha küçük parçalara bölündükçe tencereler de düdük çalmaya başladı.  Düdüklü tencere “ayrılmış zamanların” bir icadıdır.  Bu yaygaracı icat, ikide bir kaynayan tencereye gidip bakma, yemeğin pişip pişmediğini kontrol etme,  bazı malzemeleri belli pişme aralarında yemeğe katma gibi ona, o emek verilmiş, hak edilmiş lezzeti katan zamandan yoksun insanların olmazsa olmazıdır. 
Saat başı “di di diit, di di diit...”diye öten saatler de öyle. Nedir muştuladıkları. Ömürden geçen bir saat daha mı? Yok hayır. Kolunda o saati taşıyan bunu aklının ucundan bile geçirmez. Yetişilecek bir randevusu, bitirilecek bir işi vardır. Uğruna yaşamı ıskaladığı. Saatlerin zilleri yağmurdan sonraki toprak kokusunu derin derin içinize çekmenizi ve doğaya can katan damlacıkları seyretmeyi kaçırmamanızı hatırlatmak için çalmaz asla.  Ya da yazın son demlerinde batan güneşin deniz kıyısından seyredenlere inanılmaz renkler sunduğunu ki ressamların düşlerine giren renklerdir onlar.
İşte bu bölünmüş, ayrılmış zamanlar hakiki yaşama dair ne varsa unutturur, kurgusal yaşama ayak uydurmanızı sağlarlar. Öyle ki bir süre sonra isteseniz bile kapıldığınız bu koşuşturma burgacından çıkamaz, kurtulamazsınız.

Meselâ ben. Sabahın o en serin zamanında, üstüne üstlük geceden onca uykusuz kalmışlığım da varken, beynimin kıvrımlarına yılların yerleştirdiği o lânet olası saatin çalmayan zilini duymadan edemiyorum.  O zilini sessizce ama ısrarla çalar benim için. Her gün. Aynı vakitte. Sabahın altısında pat diye, evet evet PATT diye uyanıyorum.  Beynim üstüne düşeni yapmış olmanın, beni uyandırmış olmanın rahatlığıyla hemen günlük işleri plânlamaya girişirken ben, o HAKİKİ, henüz tam “uyanmamış” ben kısacık bir süre bu iki dünya arasında kararsız kalırım.  Durduramıyorum. ‘Stop’düğmesi falan yok, içime işlemiş, beni oraya buraya yetiştirme telâşıyla, bayram, yortu demeden sabahın köründe uyandıran bu saatin. 
Oysa gündüzün geceyi ve gecenin gündüzü kovaladığı, aydınlık ve karanlık dışında bölünmemiş mucize zamanlar da yaşamak isterdim. Gün doğumundan gün batımına kadar olan sürenin 24’e bölünmediği “bütün” bir gün isterdim. O güzelim sonsuzluk duygusunun içinde asılı kalmak, öyle boşlukta, bir saatin sarkacı gibi, geçen zamandan bağımsız, sallanıp durmak isterdim.
Herkesin her şey olduğu, herşey olmak için koşturduğu bu zamana inat, sessiz, zamansız, bilge bir saat sarkacı olabilirim ben. 


Tijen Zeybek
06/08/01