Kırlangıçlar geldi gelmesine de hepsinde bir küskünlük var
bu sene. Tek tek yüzlerine baktım... hepsinde dehşetli bir hüzün vardı.
Utandım, soramadım, neden diye? Soracak yüzüm mü var. Demezler mi, dallarında
yuvalarımızı bıraktığımız ağaçları size emanet etmiştik, demezler mi, hani
nerde o güzelim hanaylar. Ağaçsızlık
bu, bulutsuzluk, yağmursuzluk. Bir ben
bilirim acısını, bir de kuşlar. Betona teslim bir ülkenin kanadı kırık kuşları
oldu kırlangıçlar. Herkes ağlar buna, Alıç da ağlar, Zeytin de ağlar. Mesarya
mı? Hiç sormayın. Mesarya kendi intiharını yaşar.
Gelişmenin bedeliymiş betonlaşma. Öyle mi? Hangi gelişmenin bedeli bu. İnsanlığın
gelişmesinin mi? Betonlaşarak gelişince daha az aç insan mı olacak, dilenen
çocuklar olmayacak mı sokaklarda. Daha
güler yüzlü mü olacak insanımız, daha mı huzurlu dalacak uykularına. Binlerce
arabayı da gelişmenin bir sonucu diyerek sokmadık mı hayatımıza? Şimdi baksanıza halimiz nice oldu. Bütün ovalar asfalt, bağlar bahçeler yol olduş. Kaldırımlar da işgal altında. Yetmedi
arabalara memleket, yetmeyecek de.
Şimdi sıra sahillere geldi, ormanlara geldi. Son otuz yılda
yaptığımızdan daha çok inşaat yapmışız son iki yılda. Bütün Karpaz ve Girne ve
Lefke ve Lefkoşa ve Mağusa, hepsi betona teslim. Peki, bir sabah uyanıp da
kendimizi yabancı hissedince ülkemize, küsmeyecek miyiz hayata? Bir sabah
uyanıp da kendi coğrafyamız yedi kat yabancı görünürse gözümüze canımız
yanmayacak mı? Onca dikenli tel, onca
askeri bölgeden sonra betonlarda mı hürriyet?
Çıplak ayak yürüyüp tuzlu sularında ayaklarınızı ıslatamadıktan sonra
neye yarar sahil, altın kumlarında rüzgârla, oynaşıp, dalgayla kırıştırıp, avuç
dolusu deniz kabuğu toplayamadıktan sonra neye yarar ada. Adalı olmak artık mümkün mü bundan sonra...
Kim durduracak bu talanı. Var mısınız kavgaya? Hani Yeşil
Barış Hareketi, nerde bu coğrafyanın çevrecileri? Bakınız, çok ruhsuz bu binalar, bakınız,
insan ruhuna çok uygunsuz bu apartmanlar.
Lefkoşa- Mağusa yolunu yaparken asırlık okaliptüsleri katlettiklerinde
kocaman bir yara açılmıştı yüreğimde. Ovam kararmış, evim gölgesiz kalmış,
sokağım yeşilinden, kendinden
uzaklaştırılmıştı. Halâ acıyor yüreğimdeki yara, halâ barışmadı
sokağım benimle. Halâ kırgındır buna
Mesarya.
Yolcular iner, yolcular biner görürüm. Güneşin çoktan savaş
ilân ettiği bu topraklarda bir avuç gölgecik arar bakışları. Bir tutam koyuluk ararşar
bunca çıldırtıcı ışığın gözlerini kör ettiği öğlen sıcağında. Yoktur.
Bulunamaz, ne yazık. İzlerim, tabelâların yakıcı gölgesine sığışmaya
çalışırlar. Anlıyor musunuz, artık lâmarinadan medet umuyoruz “yeşil” adamızda. Çok korkarım ağaçsız bir ülkeye uyanmaktan,
çok korkarım kuş seslerinden mahrum kalmış bir hayattan. Siz de korkun.
Betonlar sizi sevmez, siz de onları sevmeyin. Sesi yoktur onların, gölgesi
serin değil. Rüzgâr esse hışırdamaz, yağmur yağınca dirilip, canlanmazlar.
Elinizi bir ağacın gövdesinde gezdirin. Bakın, hayattır avuç içinizi gıdıklayıp
duran. Kulak verin. Her ağacın bir
masalı vardır ve paylaşır sizinle, karşılıksız.
Hem hangi beton yaşar ki dört mevsimi. Siz hiç baharda çiçek
açan apartman gördünüz mü? Siz hiç son baharda soyunan, baharda aşkı çağıran ve
yaz boyunca sizi gölgesinde uyutan bir villâya rastladınız mı?
Ağaçlara kıymayın efendiler, muktedirler. Eğer, eğer bunu da
yaparsanız biliniz ki kendini öldürür bu coğrafya. Affetmez bizi ada. Tutamazsınız,
ölüm orucuna yatar. Suyu kirlenir,
yağmuru küser, kışı gücenir ve bulutsuzluktan yanar gökyüzü.
Issızlaşırım, ıssızlaşırız.
Zeytinsiz, alıçsız, çamsız kimin ülkesi olur buralar? Çamsız, selvisiz,
efkaliptosuz yaşamak nasıldır, hangi okulda öğrenilir ve istenesi midir böylesi
bir dünya?
Ağaçlara kıymayın ey insanlar. Ağaçsız kalırsanız baharsız
da kalırsınız, kışsız da. Ve aşksız da elbet. Sevdasız da...
Tijen Zeybek
13-07-2004