Rüzgârla oynaşmaya kalkan yalnız alıç. Haberini aldım sabah
çiyinde. Taa içimde, en derinimde duydum mutluluğunu. Nasıl da kıpır kıpırsın. E öyle ya. Su yürümüş
dalına, yaprağına. Sabah uyanır uyanmaz
bir sevinç buldum içimde. Sanki ben uyurken, geceden, habersizce biri koymuş
yüreğime. Doğruldum yatağımdan.
Dudaklarımın ucunda hiç nedensiz bir gülümseme benimle birlikte uyandı
uykusundan. İlk işim aynaya bakmak oldu. Bak, bende yalan yok. Doğa ananın ilk
çocuklarındansın sen, bilirsin. Önceleri
bu kadar değilse bile şimdilerde insanın dişisinin bir çeşit ‘aşk’tır aynayla ilişkisi. Ama sonra, doğayı, anamızı görmek için çektim
tül perdeleri, açtım pencereleri sonuna kadar.
Sabah güneşinde ışıldayan o hercai çiy tanesi verdi haberi. Kopup pencerenin pervazından, dudağımın ucuna
düşüverdi. Serinliğiyle ürperdim. Açıkça
kavradım ki senin mutluluğunun biricik nedeni çiy tanesi. İstedim ki sana
verdiği yaşam suyundan ben de içeyim, istedim ki o tanecik ben olayım, onu bana
beni ona katayım. Dilimin ucuyla yaladım.
“Yaşamı boyunca yalnızca bir kere, tek bir kere, yeryüzünün
en tatlı ve en muhteşem sesiyle öten Azap Kuşu, senin dikenlerine gömerken
göğsünü, dile getirirmiş ilk ve son türküsünü. Alıç ağacının dikenleri delerken
minicik yüreğini daha da içlenirmiş sesi. Yeryüzündeki tüm canlılar susar, hüzünle dinlerlermiş Azap Kuşu’nu. Çünkü en
güzel şeylerin böyle büyük acılar pahasına elde edileceğini bilirlermiş. Efsane
böyle dermiş.”
Duydum ki şimdi, o acımasız dikenlerin bile biraz
yumuşamış. Rüzgârla da pek
sevişiyormuşsunuz. Onunla da buluştum dün gece. Düşümde. Öyle inanılmaz, öyle
güzeldi ki. Kucağındaydım ben. Önce sarı, turuncu yaprakları havalandırdık
yerden. Sonra onları da katıp aramıza bulutlara çıktık. Görecektin Alıç Ağacı.
Öyle dağıttık öyle dağıttık ki onları. Önce çok güldüler bizimle. Sonra
kovaladılar bizi. “Gidin artık. İşimiz gücümüz var”diye.
Rüzgârla ben, ikimiz de çok hınzırdık o gece. Alıp onu
zeytin ağaçlarının arasında gezdirdim. Saçlarını düğümledik, yapraklarını
karıştırdık iyice. En yukarıdaki dallarında asılı kalmış, doğa anamızın
tatlandırdığı zeytinlerden yedik. İnan
ki gene uslanmadık sevgili Alıç. Çocukluğumun Şeher’ine süzüldük sonra. Öyle mahzun, öyle içliydi ki, sorma. Biraz dertleştik Lefkoşam’la. Neler anlattı
neler.
Öylesine coşkun, öylesine şımarık, öylesine azmıştık ki
rüzgârla. Dur durak bilmeden koşturup, estik yaşlı, sessiz, sitemkâr sokaklarında. Bir eski ‘anı’nın hıçkırıklarını duyduk
sonra. Bir kadın sesiydi. Hafiften içini çekti bir ara. Duyulur duyulmaz,
bilinir bilinmez, görülür görülmez. Estik o yana. Dolandık, adına şimdi Selimiye denen o
muhteşem ‘dönme’nin etrafında. Bir de
erkek sesi vardı. Güzeldi adamın sesi. Buyurgan ve sevgisiz. Ve bencil, ve
saklanan, ve korkan, ve direnen, ve baştan çıkan, ve kaçan. Çok aradık Alıç
onları. Gecenin içinde, karanlığın
gölgelerinde, bulamadık. Ne gam.
Birkaç pencere gördük. Kapatılmaya unutulmuş. Uçurduk
perdeleri, daldık içeri. Çocukları okşadık pembe yanaklarından. Nine ve
dedeleri kaldırdık tatlı uykularından.
Dolaştık çıplak vücutlarında, sevişen çiftlerin. Ürperdik, ürperttik. Üşüyerek uyandım uykumdan. Pencere açılmış,
pembe-beyaz perdelerim bakakalmış rüzgârın ardından.
Tijen Zeybek
3/1/2001