Belki de bütün mesele burada. Hepimizin kendi öyküsünü yazıyor
oluşunda. Bu öykülerde başka hayatlara
çok fazla yer yok. Benimki devam ediyor
şimdilik ve sinemanın köşesinden kıvrılan yolu takip edip, yürüyorum. Yollar kedilerle dolu. Bir de çocuklarla. Yedi sekiz yaşlarında bir tanesi, oraya
nerden gelmişse gelmiş koca bir taşın üzerinde oturuyor. İp gibi yaşlar akıyor gözlerinden. Siyah, üzerine hayli bol gelen bir ceket
giymiş. İçinden atleti görünüyor. Ben en çok ayaklarımdan üşüdüğüm için, hemen
ayacıklarına kayıyor gözüm. Neyse ki
çorapları var. Ondan biraz uzakta bir
başka çocuk daha var. İrice. Hemen huzursuzlanıyorum ve suçlayıcı bir
ifadeyle “Onu dövdün mü yoksa?”diye soruyorum.
Yok, diyor. Parasını kaybetmiş de
ondan ağlıyor. Yaklaşıp soruyorum. Ağlamayı kesip de bir türlü cevap
veremiyor. Hâlâ ikna olmamış olmalıyım
ki duvara sırtını vermiş, irice çocuğu kastederek “Sana vurdu mu yoksa?”diye
üsteliyorum. Neyse ki başını iki yana
sallayarak olumsuzluyor.
Onları orada bırakıp kendi öykümü yazmak üzere yoluma devam
ediyorum. Başka türlü bir hayatın,
insanların kendi öykülerinde başkalarına da yer açabilecekleri bir hayatın
özlemini çekiyorum. Sokaklar
kalabalıklaştıkça, yüzler ve kaçınılmaz olarak öyküler de çoğalıyor. Hepsi bir uğultu halinde kulaklarıma
doluşuyorlar. Binlerce mutsuz yüz,
yüzlerce yarı aç, sevgisiz çocuk. Mırıl
mırıl sesler geliyor kulağıma. “Tartayım
abla”diyen, “Hayır ben bunu değil şunu
istiyorum”diyen, sabrını taşırdığı
annesinden sokak ortasında dayak yiyen, çok şık çocuklar ve yalınayak
çocuklar. Karşıdan karşıya geçerken,
beni görünce, beklemek zorunda kalmamak için daha da hızlanan aracın arkasından
bakakalıyorum. Bir an, arka camdan keyifle bakan iki çocukla
kesişiyor bakışlarımız. Kafalarında
kırmızı noel baba şapkaları var. Yazıya gizlice sızmış, iki mutlu çocuk
olduklarını biliyor gibi, hınzırca gülüp, el sallıyorlar.
Otomatik olarak benim elim de havalanıyor. Onlara sevinçle el sallarken yakalıyorum
kendimi.
Bu bir sürpriz mi,
zorla arayıp bulunmuş bir sevinç mi?
Sorma diyorum kendi kendime.
Hiçbir şey değilse bile çocukların sevinçleri gerçekti. Yeni bir yıl için, yılbaşında gelecek
hediyeler için ya da bu vesileyle çıkılmış alışveriş için alabildiğine
mutluydular. Eve böyle dönmek
istiyorum. En son gülen çocuk yüzlerinin
hayali kalsın istiyorum gözlerimde. En
kestirmeden arabama ulaşıp kaçarcasına uzaklaşıyorum Lefkoşa
sokaklarından. Radyoda Kıbrıs sorunuyla
ilgili milyonuncu programdan hücum ediyorlar.
Derhal kapatıyorum. Mahalleye vardığımda,
otobüs yazıhanesinde çalışan komşum yolumu gözlüyormuş meğer, önümü kesiyor. Kucağında güzelim bir fidan var. Boyundan utanmamış kızıl çiçekler açmış
birde. “Size göndermişler” diyor. Sevinçle alıyorum hediyemi. Adı Bahçe Çalısı’ymış. Sonra öğreniyorum. Kulağına, kendisini bundan böyle bahçemin
kralı ilân ettiğimi fısıldayarak taşıyorum onu.
Diğer ağaçlarımın gücüne gitmesin ama kış ortasında alev
rengi çiçekler açan ve yeni yıl armağanı olmayı başarmış bir çalı bunu hak
ediyor.
Hayat devam ediyor, öykü de...