26 Haziran 2013

BAŞIM BURADA KALSIN BEN GİDİYORUM

Alıp başımı gideyim diyorum.  Uzak ülkelere. Yaban diyarlara. Bir ben olayım bir de yalnızlığım. Dünyanın öte ucuna. Koparayım bağlarımı buralardan. Ne olmuş doğduğum yer burasıysa. Ne var sanki burada geçtiyse çocukluğum. Geçmiş, yaşanmış, tükenmiş zamanlar niye bu kadar önemli olsun. Niye?  Kim demiş hep aynı coğrafyada yaşanacak orada ölünecek diye. Kim demiş her gidilen yerden dönülecek diye. Alıp başımı gideyim buralardan.

Aslında benim istediğim başımı bırakıp gitmek.  Benim olan ama bana acı veren anıları istemiyorum,  gelmesinler.  Dudağımın ucunda bir gülümseme gibi duran güzel anıları da istemiyorum. Çünkü biliyorum.  Doğdukları, var oldukları coğrafyadan koparılır koparılmaz onlar da acı verecekler bana. Üzerime yapışan, bende iz bırakan her şeyden silkinmek, çırılçıplak bir ruhla kalmak istiyorum.  Böyle çıkmak istiyorum yeni yolculuğuma. Kısaca “Ben ve Ben” olalım istiyorum. 

Radyoda bir ses: mırıl mırıl ne söylüyor böyle.   Anılarımızdan kurtulmanın yolları mı?  Ne gülünç. Ne kadar boş bir çaba. Dolaptaki elbiseler,  kravatlar, şallar hepsi değersiz bez parçaları. Ya albümlerdeki fotoğraflar. Onlar da sararmış solmuş eski kâğıt parçaları. Hepsi bundan ibaret.   Atabilir, yakabilirsiniz.  Eski bir salıncakta sallanan minicik bir kız çocuğu. Saçları dağılmış kopça vurmaktan.  Uçuşan eteğinin sayvanından külotu görünüyor. Ne hoş bir resimdi o zamanlar. Şimdiyse acı veriyor demek.  Yakın öyleyse. Çok kolay. Ama böyle salıncakta sallanan çocukları her görüşünüzde belleğinizde canlanacak aynı görüntüyü yakabilir misiniz?  Kurtulabilir misiniz tekrar tekrar hatırlamaktan.

Size ihanet eden bir dostun armağanını belki çöpe atabilirsiniz öfkeyle.  Derin bir çukur kazıp gömebilirsiniz belki. Peki ya eski güzel günlerin düşlerinize girmesine engel olabilir misiniz?
Benzer ihanetlerde belleğinizde canlanan bu eski görüntüleri silebilir misiniz?  Hayır mı? Ne yazık.

Yaşantılar birer sinsi gölge gibi siniyor üzerimize. Kat kat, kabuk kabuk birikiyorlar. Kazıyıp atmak üzerimden “ben”i bulmak, kazıyıp atmak üzerinden “sen’e  ulaşmak, en derindeki gerçek ve örselenmemiş yüreğine dokunmak isterdim. 

Üzerimde asılı duruyor hepsi salkım saçak geçmişimin. Saçları örgülü, şehlâ gözleriyle bakıp duran küçücük bir kız çocuğunun gölgesi. Sol yanağımda halâ, altı yaşında bademcik ameliyatı olurken canlı canlı, doktorumdan yediğim tokadın izleri.   İşlemediği bir suçtan dolayı cezalandırılan bir yumurcağın inatla “ağlamayacağım işte” diyen sözleri.  Ve hepsi, hepsi.

Ölenlerin ardından alelacele kaldırılan, yok edilen, atılan eşyaları hep ona ait anıları silmek için değil mi? Korkudan. Geçmişi anımsarken duyulacak acının korkusundan. Ödümüz patlıyor. Peki kaldırıp atınca kurtuluyor muyuz?  Ya kendi içimizde biriken ölüler.  Kendi kendimizle kavgalarımızda öldürdüğümüz arzularımız, vazgeçtiğimiz hayallerimiz, geçmiş olan umutlarımız.  Onlardan nasıl kurtulacağız?

Gideyim ben buralardan, başım kalsın.  Orada biriken yaşanıp bitmiş zamanlar burada, yaşandıkları yerde kalsın. Kalsın.