İnsani arzuları ve düşleri ortaya çıkaran bir etkinlik
yerine faşizan arzuları kaşıyan, bu dehşet programlarına karşı kendimizi nasıl
koruyacağız? Dibe vurmayı bekleyen varsa çok yanılır. Düşmenin sonu yoktur…
çünkü dip diye bir yer yoktur…
Şişman insanları günümüz dünyasında asla kabul görmeyen
beden ölçüleriyle dans ettirip seyircilerini eğlendiren, konuşma engellileri,
tikleri olanları çeşitli bedensel sorunları nedeniyle onların hayatlarını
zorlaştıran bu özelliklerini reyting artıran faktörler olarak görüp insanın
acımasız yanına çerez olarak sunanları, insanların fiziksel özellikleriyle
“yastık suratlı”, “bodur”, “at suratlı” vb ifadelerle toplum önünde
aşağılayanları, konuşmak isteyen sözde stüdyo konuğu genç kıza “sen git de önce
şu dişlerini yaptır” diyerek ağzını kameralara doğru açmaya zorlayarak
ruhlarına sinmiş faşist eğilimlerin su yüzüne çıkmış halini, apaçık bir
patolojiyi program formatı diye yutturanları avuçlarımızı patlatırcasına
alkışladığımız sürece Hitler’i ve onun yüz binlerce insanın gaz odalarında
öldürülmesine yol açan “ari ırk” tutkusunu nasıl kınayabiliriz?
Sefil bir mutfak eşyası için fiziğinden sömürebileceği,
fütursuzca aşağılayıp alay edebileceği muhtaç insanları konuk diye seçerek,
yaşlarına başlarına bakmaksızın bir parça hali için onlara “muhterem
“seyirciler” önünde takla attıranları bize alkışlatan, böylesine insan onurunu
ayaklar altına alan tutumlar karşısında ağlamamız, utançtan yerin dibine
girmemiz gerekirken, bizi güldüren ne mene bir duygusal deformasyondur hiç
kimse merak etmiyor mu?
“Olağan” durumlar evimizin içinde hüküm süren bu estetik
faşizmi ve böylesi faşizan eğilimlerini televizyon programları sayesinde tatmin
edip bu yolla kazandığı paraya da meşruiyet kazandıranları, bu düpedüz
hastalıklı eylemi meslek, hatta sanat diye yutturanları bağrımıza bastığımız,
bunu gayet “olağan” saydığımız sürece olağandışı durumları bahane ederek ya da
onları bizzat yaratarak faşist emellerine yol açanları diğerlerinden nasıl
ayırt edeceğiz? Onları ne zaman, hangi ahlaki, insani ya da etik sınırı yerle
bir ettikten sonra durdurabileceğiz? Ya da durdurabilecek miyiz? Seyirci
eşliğinde ve seyirci onayıyla gerçekleşen bu “kusurlu” insanların parça parça
edilişi size roma imparatorluğu döneminde krallara hazırlanan arena
eğlencelerini hatırlatmıyor mu?
Ya çocuklar? Çocuklarımız… ekran karşısında bir çift gözlük,
bir şişe parfüm için yapmadığı kalmayan yaşlı başlı kadınları, kendini perdenin
arkasındakine beğendirerek armağanlara ulaşmak için yerlere diz çöküp, pırasa,
patlıcan ve program sunucusunun odipal, libidal sorunlarına iyi bir referans
olan, bel altı imaları eşliğinde “kendini elletenleri” ve onları bu tutum ve
davranışlarından dolayı şehvetten kendini kaybetmiş bir vaziyette, coşkuyla
alkışlayanları görerek büyüyen çocuklar evde, işyerinde, sokakta
karşılaştıkları tacizcilerine karşı ne hissedecekler? Onlara karşı mı
duracaklar, yoksa bunun maddi karşılığı olduğu sürece kabul edilebilir bir şey
olduğuna kanaat getirip boyun mu eğecekler? Hepimiz aklımızı mı kaçırdık, yoksa
topluca hipnoz altında mıyız?
İnsanların eline mikrofonu tutuşturup şarkı söyletirken
kendi bir köşeye çekilip, yere çömelerek yüzünü gözünü buruşturarak ıkınma
iğrençliğini sergileyen memedali beyleri komik buluyorsak tuvalette kendi
kendimizle baş başa kalınca niye kahkahalar atmıyoruz söyler misiniz?
İnsani arzuları ve düşleri ortaya çıkaran bir etkinlik
yerine faşizan arzuları kaşıyan, bunu normalleştiren, sıradan hayatın içinde
buna geniş, oldukça geniş bir yer açarak onları durmaksızın alkışlatan,
hayatımızın, taa evimizin içine sokarak olağanlaştıran bu dehşet programlarına
karşı kendimizi nasıl koruyacağız? Dibe vurmayı bekleyen varsa çok yanılır. Düşmenin
sonu yoktur… Çünkü dip diye bir yer yoktur. İnsanın trajedisi buradadır işte.
radikal 2, 05 şubat 2005