Dünyanın bu yeni haline alışmamız çok zor olacak. Nereden
baksanız tekinsiz bir yer oldu yerküre. Artık mevsimler bildiğimiz gibi değil.
Hani, ilkokuldan itibaren renkli resimlerle bize bellettikleri o tanıdık
dünyada yaşamıyoruz artık. Birisi yeşil yapraklı, bir diğeri sarı, öteki
çiçekli ya da dalları alabildiğine karlı o ağaç resimleri kaybedilmiş bir cennetin
belleğimizde eninde sonunda silikleşmeye mahkûm anıları gibi. Nasıl alışacağız?
Bizi evimizde hissettiren, güvende olduğumuzun belirtisi o canım rutinler
kaybolup gitti işe. Mevsimler... Ben çocukken, yani ilkokuldayken ağaçlardan
söz eden şarkılarımız vardı. Meselâ bir tanesi şöyleydi; (Melodisi hâlâ aklımda
ve hâlâ kendimi kötü hissettiğim anlarda bağıra çağıra söylerim bu şarkıyı.
Bana hep iyi gelmiştir)
Kestane, gürgen, palamut
Altı yaprak üstü bulut
Gel sen burada derdi unut
Orman ne güzel ne güzel.
Gel sen burada derdi unut
Orman ne güzel ne güzel.
Ağaçlardan dostlar edinmeyi öğrenirdik böylece. Ağaçlardan
dünyayı, yaşamı ve canlılığın nasıl da farklı formlarda ama birbirine bağlı ve
yüce bir şey olduğunu anlardık… Anlardık hakikaten. Belki de anlamaktan ziyade
bir sezişti bu. Evet, evet, sezgisel bir şeydi. Güzel bir şeydi. Ağacı sevince
bir kere hayvanı sevmemek olmazdı. Çünkü kitabımızdaki kiraz ya da elma
ağaçlarının dallarında hep sevimli tırtıllar olurdu. Ağaçtaki en güzel elmayı
kemirirken bile alabildiğine sevilesi, alabildiğine muziptiler. Sonra ceviz ve
kestane ağaçlarına dadanan sincaplar olurdu mutlaka. Okuduğumuz hikâye
kitapları onlarla doluydu. Ülkemizde hiç kestane ağacı, hiç sincap olmasa da
onlar kitaplarımızdan hayatımıza, oradan da düşlerimize girerlerdi. İnanması
zor ama okul yapardı bunu. Bizim zamanımızdaki okullar böyleydi. Okuduğum
hikâye kitaplarından birinin adını hâlâ hatırlarım: “Saka Kuşunun Hikâyesi”.
Hikâyeyi pek hatırlamıyorum doğrusu. Ama bu ismi hatırlamak bile içimin sıcacık
olmasına yetiyor. Şimdi çocukların okuduğu hikâyeler onların içini böyle
sıcacık yapıyor mu? Hiç sanmıyorum. Zaten onlar okumaktan ziyade seyrediyorlar.
Ve seyrettikleri de bizim zamanımızın çizgi filmlerine hiç benzemiyor.
Heidi’yi seyrederek büyüyen çocuklarla, Yu-Gi-Oh seyrederek
büyüyen çocukların iç dünyası aynı olabilir mi? Elbette hayır. Nasıl olsun
ki? Bütün kahramanları öfke içinde,
kavga için yanıp tutuşan, hırsın karanlık girdaplarına kapılmış çocuklar
şiddetten başka ne gösterebilirler ki. “Öfke baldan tatlıdır” diye boşuna
dememiş atalarımız. Ya öyledir. Bu yüzden ender bulunur demokrat, kibar, güzel insanlar, aydınlar içi
dışı nefretle kuşanmış, dediğim dedik, küfrü marifet sayan kişilerle ekranlar karşısında tartışmaya
durduklarında hep unuttukları, hesaba katmadıkları o şiddetin kurbanı oluyorlar
ve masadan yenik ayrılmaktan kurtulamıyorlar. Ekranlardan seyredenlere düşen de
en hafifinden çaresizlik ya da umutsuzluk oluyor. Çocuklarınsa neredeyse
seçeneği yok. Ve onlar artık bizim sahip olduğumuz bir geçmişe de sahip olmadan
büyüyorlar. Bahçeli evde büyüyen bir insan daha sonra apartmanda yaşamak
zorunda kalsa da o bahçenin ve bahçeli bir evin hayalini hep kurar. Ama beton
blokların içinde doğup, orada büyümüş bir çocuk bilmediği bir bahçeyi,
tatmadığı başka türlü bir hayatı nasıl özleyebilir, nasıl isteyebilir ki?
Onları ağaçlarla, çiçeklerle, bahçelerle, hayvanlarla tekrar
tanıştırmamız gerek. Ama nasıl? Ve korkarım geç kaldık. Tanıştırabilsek… Hiç
olmazsa sarılacak bir umutları, nasıl bir dünyanın insan ruhu için iyi olduğuna
dair bir bilinçleri olacak. Tanıştırabilsek…Ağaçsız, ormansız, mevsimsiz bir
dünyanın nasıl çorak olduğunu görecekler. Onları, çocukları bunlardan haberdar
etmeden böylesi bir dünyada ve böylesi beter bir gelecekle nasıl baş başa
bırakabileceğiz? Çekip giderken arkamızda ne bıraktığımıza ne zaman bakacağız?
Karnımızı doyurmaktan vazgeçip tükettiğimizin farkına ne zaman varacağız.
Ekranlarda karşımıza geçip “Bir ailenin yıllık et tüketimi…” vb cümleler
kuranların sadece ekonomistler olduklarını ve aslında ekonomi denen şeyin insan
hayatındaki hakiki ihtiyaçlarla hiç ilişkisi olmayan, kapitalizmin ihtiyaçları
için icat edilmiş ve kendi dilini bize bizim dilimizmiş gibi yutturmayı
başarmış, yapay bir sistem olduğunu ne zaman anlayacağız? En çok çiçeğin
“anneler günü”, “kadınlar günü”, "öğretmenler günü" ya da “sevgililer günü”nde satıldığını biliyoruz. Böylesi günlerin kutlanmaya başlama süreci son derece insani ve masum olsa da artık çoktan kapitalist düzenin dümen suyunda tamamen ticari bir
eyleme dönüştürülmüş oldukları gerçeğine ne zaman uyanacağız. Ve ne zaman sevinçlerimizi, müjdelerimizi, bayramlarımızı ticari çarkın dişlileri arasına kurban vermeden, onların bu duygularımızı paraya çevirmelerine müsaade etmeden yaşamayı düşüneceğiz? Korkarım giderek her şey için geç kalıyoruz.
Restoranlarda tabakların gittikçe büyüdüğünün farkında
mısınız? Bir zamanlar ABD’ye özgü olan o devasa tabaklar gene ABD kaynaklı
zincir yemek şirketleri aracılığıyla tüm dünyaya yayılıyor. Elbette obezite de.
Yaşam şeklimiz tam bir deli gömleği halinde biçilip bize giydiriliyor. Sonra
içinden çıkamıyoruz.
Ünlü tekstil firmaları tek tek açıklamaya başladılar. Kışlık
üretimlerinden paltoyu, ceketi çıkarmışlar. Atkıyı ve eldiveni de elbette.
Üşümek diye bir kavramı bilmeyen nesillerin yaşayacağı bir dünya tahayyül
edebiliyor musunuz? Ya yağmurlar? Yağmur denince kimsenin aklına şemsiye,
romantizm, bir bardak sıcacık çayın gelmeyeceğini, yağmur deyince sadece su
baskınları ve selin akla geleceğini yani yağmurun tek çağrıştırdığı şeyin
felâket olduğu bir dünya, bir hayat tahayyül edebiliyor musunuz?
Ve bizim çocuklarımız karın nasıl bir şey olduğunu hiç
bilmeyecekler. Karlı bir ormanı seyretmenin insanda uyandırdığı o masalsı bir
dünyada yaşıyor olma duygusundan bihaber yaşayacaklar. Bir salkım üzümü asmasından koparıp yemenin
tadını, inciri sabah çiğinde toplamanın
ve bir parça hellimle ekmeğe katık etmenin ne demek olduğunu da… Küçücük bir
fidancığı toprağa dikmenin, ona can suyunu verip büyümesini sabırla beklemenin,
lâpsananın, cınaranın, gavullanın… Hatta üşüyüp birbirine sokulmanın ne demek
olduğunu bilemeyecekler. İnsanın arabayla seyrederken arpa tarlalarının içinde
yetişen hanımellerinin pembe/mor davetine dayanamayıp, apansız durup kucak
dolusu çiçekle eve döndüğü zamanların –bizim zamanlarımızın- hakikaten
yaşandığını bilemeyecekler…
Tıpkı mahremiyeti, sonradan adına sadakat dedikleri ama
aslında birlikte yaşadığın insana emek vermek, değer vermek demek olan hakiki beraberlikleri
bilmeyecekleri gibi. Ben böylesi bir dünyada yaşamak istemiyorum.
(Ve böylesi bir dünyada böylesi bir gelecek ile seni baş
başa bırakacak olduğum için de özür diliyorum çocuğum… özür diliyorum ancak affedilmeyi beklemiyorum).