26 Eylül 2013

Ben Kızıl Siyah Bir Düş Yarasıydım

Serin serin örtündü gecenin örtüsünü o sevgili ova üzerine. Yalnızlığın ve acıtıcı kalabalığın inme indiren parıltısı suçlu suçlu baktılar. Mor dağlar gündüz düşlerinden gece düşlerine kayarken usulcacık “çıt” “çıt” diye sesler çıkardılar.  Bir kuş sürüsü pırr diye havalandı Efkaliptonun kollarından.  Kanat kanata uçup geldiler gecenin içinden, kanat kanata kondular penceremin pervazına. Küçük, siyah incilere benziyordu gözleri ve bakışlardan haberler saldılar bana. Oysa pencereler kapalı bense derin uykudaydım o sıra. Üstelik gecenin bir yarısıydı ve ben kızıl/siyah bir düş yarasıydım.  Hüzün hüzün baktı kuşlar, derin derin baktı kuşlar, esir esir baktı kuşlar...düşümü ürkütüp kaçırdı kuşlar.  Yüzüm ağrıyordu düşsüz uykularda oysa, izler buluyordum üzerimde, işaretler; ürküp alelacele kaçan düşlerden kalma. Bir yarım uykuya, bir yarım uyanıklığa açıyordu gözlerini, bir yarım düşlere bir yarım gerçeğe akıyordu kesintisiz ve biri diğerine yenilmiyordu asla. Kuşlar... Siyah inciden gözlerinden kederli bakışlar düşürdüler üzerime, hüzünlü bakışlarından tuzlu gözyaşları damlattılar soğuk soğuk tenime de doğrulup oturdum yerimde. Doğrulup oturdum kendi çıplaklığına bir türlü alışamayan sevgili ovamın yamacına.

Ben uyanınca uyandı ay da, uyandı ful da, uyandı asma da.  Asma kadın çabucak çıkardı memelerini yapraklarının arasından ve emzirmeye durdu arsız üzümlerini ay ışığında.  Mesarya Beşparmaklardan bir örtü çekip saklamak istedi çıplak gövdesini. Uzun bej tenli kolunu uzatıp sedir ağaçlarının yapraklarından elma kokulu bir yorgan çekti üstüne. Utangaç bir kadının içi gibi rahat etti içi.  Sessizce ahh etti...gülümsedi. Gülümsedim ben de uykulu gözlerle. Bir Meltem esti birden, ılık bir nefes Mesarya’nın kuytularında biten gecetütenlerin kokusunu getirdi.  Küçükbeleng Büyükbelenge sokuldu ürpererek, içi titredi gecenin, çiy düştü ota ocağa, yarı mahcup bir arzuyla kalkıp inen sevdalı bir göğüs gibi sarsıldı bütün ova. Mesarya hüzünlü gözlerini dikip yüzüme “Beyaz zambağı koklayıp İsa’ya gebe kalan bakire Meryem” bakışlarıyla baktı bana. Oysa biliyordum ki bal gibi sevişgendi o da. Hatta aynıydı Aşk Tanrıçası Afrodit’i doğuran topraklarla.  Afrodit’i doğuran toprakana gövdesini örtmüştü mavi sularla, Mesarya ise Beşparmaklardan gelen çam kokulu yorganla. 

Meltem kulaklarıma doldurdu masum bakışlı, mahzun bakışlı ovamın sesini; dedi ki: Haydi, anlat bana, dök içini.  Bir yandan da çam kokulu örtüsünden dışarı çıkarıp sedef tenli, ayva tüylü minik ayağını, karıştırmaya durdu parmak aralarının pespembe boşluğunu. Gülümsedi tatlı tatlı. Gülümsedim ben de, hem gerçekte, hem düşümde. Dizlerimi çekip göğsüme, doladım kollarımı kendi gövdeme ve dökeyim içimi dedim, dökeyim derdimi, ne kadar birikmiş kahır varsa içimde bırakayım o sevgili ovanın böğrüne. Ovadır o, kaldırır, kocamandır kucağı sığdırır, kurduna yedirir, kuşuna yedirir, dertler ona vız gelir.

Dinle Asma, Alıç, Zeytin, dinle. Dinle Efkalipto, Süpürgeotu, Kırlangıç, Yabangüvercini sen de. Dinle Çaltılı Ova, Mağaralı Kıraç, Büyükbeleng, Dutlu Akar. Sen de dinle Karadut, Kırmızıgül, Elma, Kış ve Oklu Kirpiklerinin altından esmer esmer bakan bay Hüzünlügöz, dinle. Anasının yaptığı bittayla kıçını silip Tanrı tarafından taşa döndürülen Analı Kızlı, sen de dinle. Aşk tütsüsü Gecetüten, kadınların memelerini süsleyen Ful, arsız ve dikenli Çatırez sen de dinle, dinleyin hepiniz.

 Dur Meltem, esme. Bekle biraz, biriktir sözcüklerimi, doldur kocaman ağzına ve sonra üfle, uçur onları. Limasol’a, Larnaka’ya, Baf’a.  Trodos’a Omorfo’ya, Eğlence’ye, Beşparmağa.
Durduramaz seni hiçbir şey, sakın sınır tanıma. Üfür Avustralya’ya, çocukluk arkadaşlarıma götür, Londra’ya, Kanada’ya fotoğraflarımda tebessümlerini bırakıp da giden dostlarıma. Ve ulaştır sesimi Pir Sultan Abdal’a, Yunus’a, Şeyh Bedrettin’e ve yoluma nur saçan tüm ululara. Üstüne titrediğim anacığıma... Aman Meltem, sakın ha... Babacığımı unutma.

Ve dedim ki; gece hasret, gündüz çaresizlik büyütüyorum içimde.  Bütün kapılar kapalı ve bir yabancı gibi duruyorum ben eşikte.  Eşikte duruyorum ve söylenmesi yasak sihirli sözcüklerden tohumlar ekiyorum yüreğime. Bu tohumlar büyüyüp,  küçük kızım, olmasına izin verilmeyen o çukur çeneli prematüre oluyor, hep peşimden geliyor. Bu tohumlar büyüyüp  “O ölü kırlangıç” oluyor ve duruyor hâlâ merdivenlerde. Bu tohumlar Mavi Kitapların sayfaları arasından fırlayıp ellerime batan vavi çuvaldızlara dönüşüyorlar.  Kanıyor ellerim.  Hangi zehirli çiçeklerin ya da hangi pembe/beyaz güllerin olduğunu bilemediğim tohumlar biriktiriyorum içimde. Söylenemeyen sözcüklerden, yazılamayan öfkelerden, dillendirilemeyen gerçeklerden olma,  pişmanlıklardan, keşkelerden, kapanmayan, kapatılamayan yaralardan doğma bu tohumlar. İçimde dağlarca tohumlar ve kilometrelerce ekilmedik tarlaların bir türlü dolduramadığım boşlukları var. Nadas tarlalar gibi içim,  üzümlü asmalar gibi içim, bazen çok şey bazen de hiç’im.

İşte her şeyi söyledim. Gidin artık kuşlar, düşlerimi kaçırmayın.  Yüzüm ağrıyor düşsüz uykulardan sonra, üzerimde izler buluyorum, tuhaf işaretler, apansız ürküp kaçan düşlerden kalma. Düşsüz uykular iyi gelmez bana, ama iyi gelir yazıya. Yarım kalan ne aşklar ne de düşler yaramaz bana ama iyi gelir onlar da yazıya.