Serin serin örtündü gecenin örtüsünü o sevgili ova üzerine. Yalnızlığın ve acıtıcı kalabalığın inme
indiren parıltısı suçlu suçlu baktılar. Mor dağlar gündüz düşlerinden gece
düşlerine kayarken usulcacık “çıt” “çıt” diye sesler çıkardılar. Bir kuş sürüsü pırr diye havalandı Efkaliptonun kollarından. Kanat kanata uçup geldiler gecenin içinden,
kanat kanata kondular penceremin pervazına. Küçük, siyah incilere benziyordu
gözleri ve bakışlardan haberler saldılar bana. Oysa pencereler kapalı bense
derin uykudaydım o sıra. Oysa gecenin bir yarısıydı ve ben kızıl/siyah bir düş yarasıydım.
Hüzün hüzün baktı kuşlar, derin derin baktı kuşlar, esir esir baktı
kuşlar...düşümü ürkütüp kaçırdı kuşlar. Yüzüm ağrıyordu düşsüz uykularda oysa, izler
buluyordum üzerimde, işaretler; ürküp alelacele kaçan düşlerden kalma. Bir
yarım uykuya, bir yarım uyanıklığa açıyordu gözlerini, bir yarım düşlere bir
yarım gerçeğe akıyordu kesintisiz ve biri diğerine yenilmiyordu asla. Siyah inciden gözlerinden kederli bakışlar
düşürdüler üzerime, hüzünlü bakışlarından tuzlu gözyaşları damlattılar soğuk
soğuk tenime de doğrulup oturdum yerimde. Doğrulup oturdum kendi çıplaklığına
bir türlü alışamayan sevgili ovamın yamacına.
Ben uyanınca uyandı ay
da, uyandı ful da, uyandı asma da. Asma
kadın çabucak çıkardı memelerini yapraklarının arasından ve emzirmeye durdu
arsız üzümlerini ay ışığında. Mesarya Trodos’tan bir örtü çekip
saklamak istedi çıplak gövdesini. Uzun bej tenli kolunu uzatıp sedir ağaçlarının
yapraklarından elma kokulu bir yorgan çekti üzerine. Utangaç bir kadının ki
gibi rahat etti içi. Sessizce içini
çekti...gülümsedi. Gülümsedim ben de uykulu gözlerle. Bir Meltem esti birden,
ılık bir nefes Mesarya’nın kuytularında biten gecetütenlerin kokusunu getirdi. Küçükbeleng Büyükbelenge sokuldu ürpererek,
içi titredi gecenin, çiğ düştü ota ocağa, yarı mahcup bir arzuyla kalkıp inen
sevdalı bir göğüs gibi sarsıldı bütün ova. Mesarya hüzünlü gözlerini dikip
yüzüme “Beyaz zambağı koklayıp İsa’ya
gebe kalan Meryem”bakışlarıyla baktı bana. Oysa biliyordum ki bal gibi
sevişgendi o da. Hatta aynıydı Aşk Tanrıçası Afroditi doğuran topraklarla. Afrodit’i doğuran toprakana gövdesini
örtmüştü mavi sularla, Mesarya ise Trodos’tan gelen elma kokulu yorganla.
Meltem kulaklarıma doldurdu masum bakışlı, mahzun bakışlı
ovamın sesini; dedi ki: Hadi, anlat
bana, dök içini. Bir yandan da elma
kokulu örtüsünden dışarı çıkarıp bej tenli, ayva tüylü minik ayağını,
karıştırmaya durdu parmak aralarının pespembe boşluğunu. Gülümsedi tatlı tatlı.
Gülümsedim ben de, hem gerçekte hem
düşümde. Dizlerimi çekip göğsüme, doladım kollarımı kendi gövdeme ve dökeyim
içimi dedim, dökeyim derdimi, ne kadar birikmiş kahır varsa içimde bırakayım o
sevgili ovanın böğrüne. Ovadır o, kaldırır, kocamandır kucağı sığdırır, kurduna
yedirir, kuşuna yedirir, dertler ona vız gelir.
Dinle Asma, Alıç, Zeytin, dinle. Dinle Efkalipto,
Süpürgeotu, Kırlangıç, Yabangüvercini sen de. Dinle Çaltılı Ova, Mağaralı
Kıraç, Büyükbeleng, Dutlu Akar. Sen de dinle Karadut, Kırmızıgül, Elma, Kış ve
Oklu Kirpiklerinin altından esmer esmer bakan bay Hüzünlügöz, dinle. Anasının
yaptığı bittayla kıçını silip Tanrı tarafından taşa döndürülen Analı Kızlı, sen
de dinle. Aşk tütsüsü Gecetüten, kadınların memelerini süsleyen Ful, arsız ve
dikenli Çatırez sen de dinle, dinleyin hepiniz.
Dur Meltem, esme. Bekle biraz, biriktir sözcüklerimi, doldur
kocaman ağzına ve sonra üfle, uçur onları. Limasol’a, Larnaka’ya, Baf’a. Trodos’a Omorfo’ya, Eğlence’ye, Beşparmağa.
Durduramaz seni hiçbir şey, sakın sınır tanıma. Üfür
Avustsralya’ya, çocukluk arkadaşlarıma götür, Londra’ya Kanada’ya
fotoğraflarımda tebessümlerini bırakıp da giden
dostlarıma. Var gücümle bağırdığım halde sesimi bir türlü
ulaştıramadığım elleri Lefkoşa’lı adama. Aman Meltem, babacığımı unutma.
Ve dedim ki; gece özlem, gündüz çaresizlik büyütüyorum
içimde. Bütün kapılar kapalı ve bir
yabancı gibi duruyorum ben eşikte.
Eşikte duruyorum ve söylenmesi yasak sihirli sözcüklerden tohumlar
ekiyorum yüreğime. Bu tohumlar büyüyüp,
küçük kızım, olmasına izin verilmeyen o çukur çeneli prematüre
oluyor, hep peşimden geliyor. Bu tohumlar büyüyüp “O ölü
kırlangıç” oluyor ve duruyor halâ merdivenlerde. Bu tohumlar Mavi
Kitapların sayfaları arasından fırlayıp ellerime batan vavi çuvaldızlara dönüşüyorlar. Kanıyor ellerim. Bu tohumlar, bir türlü bütün
olamayan yurdumun, “gündüz hallerinden gece halleri belli” yarım hayatlı insanları gibi mecalsiz, itirazsız ama kıskanç
ve biriktirici. Bu tohumlar bu adanın Güney’i kadar yakın bana ve Kuzey’i kadar
uzak. Hangi zehirli çiçeklerin ya da
hangi pembe/beyaz güllerin olduğunu bilemediğim tohumlar biriktiriyorum içimde.
Söylenemeyen sözcüklerden, yazılamayan öfkelerden, dillendirilemeyen
gerçeklerden olma, pişmanlıklardan,
keşkelerden, kapanmayan, kapatılamayan yaralardan doğma bu tohumlar. İçimde
dağlarca tohumlar ve kilometrelerce ekilmedik tarlaların bir türlü
dolduramadığım boşlukları var. Nadas tarlalar gibi içim, üzümlü asmalar gibi içim, bazen çok şey bazen
de hiç’im.
İşte her şeyi söyledim. Gidin artık kuşlar, düşlerimi
kaçırmayın. Yüzüm ağrıyor düşsüz
uykulardan sonra, üzerimde izler buluyorum, tuhaf işaretler, apansız ürküp kaçan
düşlerden kalma. Düşsüz uykular iyi gelmez bana, ama iyi gelir yazıya. Yarım
kalan ne aşklar ne de düşler yaramaz bana ama iyi gelir onlar da yazıya.
Tijen Zeybek
20/06/02