Tahir’i ve onun özelinde Kıbrıs Türk milletini konuşmaya
devam edeceğiz. Elimizde iki örnek olay var. İkisi de uçakta yaşandı. İkisi de
birbirine çok benzer. Ve insanımızın olaylar karşısındaki tavrı da son derece
tutarlı ve anlamlı. Ancak sıradan insanın ki hakiki insandır o, olaylara
gösterdiği tepkiyi anlamlı ve değerli yapan olay kahramanları arasındaki
“sınıf” farkı.
Bu olayların birincisi 2009 yılında yaşandı. Mehmetali
Talat cumhurbaşkanı. Kendisi ABD’den dönüyor. İstanbul’da yolcularını almış uçak
cumhurbaşkanı için bekletiliyor. Bekleyiş uzadıkça herkesin canı burnuna
geliyor. Tepkilerden çekinen görevliler arıza var vs diye ahaliyi oyalamaya
çalışırlar. Ancak bütün o zamanın sonunda Talat ve beraberindekiler uçağa avdet
edince insanlar gerçeği anlıyor ve bundan hiç hoşlanmıyorlar.
Hoşlanmadıklarını, böyle bir muameleye maruz kalmayı içlerine sindirmediklerini
belli etmek için de Mehmet Ali Talat’ı yuhalayarak protesto ediyorlar. Öyle ki
Talat ve ekibi uçağı terk ediyor.
İkinci olayı Salı gün yazmıştım. Tahir. Belki de şu hayatta
tek ayrıcalığı biletinde kaç yazarsa yazsın uçakta bir numaralı koltukta
seyahat etmek olan bir garip insanımız. Herkesin ona gönüllü olarak (belki de
hayat karşısında ondan daha şanslı doğmuş olmanın küçücük bir bedeli olarak
düşünülerek) verdiği bu ayrıcalığı onun elinden bağıra çağıra, itip kakmak
pahasına almak için bütün gücünü ortaya koyan hoyrat bir insana karşı tutumu.
Tahir’in başına bir şey gelmesin, tartaklanmasın,
hırpalanmasın diye herkes çabaladı o gün. Ve yuhalanan, şu kadarcık iyiliği bir
insana çok gören o korkunç zihniyetin sahibiydi. O korkunç zihniyet ki “Sen kim
oluyorsun lan” diye bir garip insana, heyecandan, korkudan dili dolanan ve “Ben
özürlüyüm” demek zorunda kalan o insana karşı bu derece zalim olabilmiştir. Çok
tanıdıktır bu zihniyet. Ve biz ilk defa karşılaşmıyoruz “Sen kimsin be dam”
ağzıyla.
Ancak, olayı gözleri dolarak, tüyleri diken diken anlatan
insanlarıma inancım daha da artmıştır. Kim ki bu ülkenin düştüğü durumda
ahaliye suç bulur, oturup bir kere daha düşünsün. Bin kere daha düşünsün. Bizim
insanımız hiçbir zaman güçlüden yana olmamıştır. Yalaka olmamıştır. Bizim
insanımız asla zalimden yana değildir. Zulmetmeyi bilmez, zulmetmez. Bu coğrafyayı bu kadar çekici kılan da sadece
budur. Buraya gelenlerin gitmek istememesi de bundandır. O uçsuz bucaksız,
engin hoşgörünün yarattığı bir türlü bozulmaz huzur yüzünden. Yoksa kaldırımda
yürürken yan baktı diye bıçağı çekenlerden olsaydık bu göç, bu akın tersine
olurdu.
Şimdiiii! Bu bir türlü bozulmaz barışı bozmak için
siyasetçiler ve devletlüler ve elçiler, elçilikler çok küçük alevlere çok
benzinler döktüler, döküyorlar. Çok hakaretler ettiler, ediyorlar. Çok üzerimize
geldiler, geliyorlar. Bütün mesele bizi biz yapan özelliklerden bir an önce
arınıp yetmiş beş milyonun içinde erimemiz. O yüzdendir bunca cami, kuran
kursu, külliye. Bütün kadınların başı külliyen bağlansın, bütün adamlar
karılarını dövsün, kızlarını sözleşmeyle satsın diye. Köylerde okullar
öğretmensiz kalsın ama camilerde minderler dolup taşsın, çocukları imamlar
okutsun diye. İki taraflı işleyen bir makinedir bu. Bir taraftan insanları
işsiz, yoksul bırakırsınız ve her isyan ettiklerinde gözlerinin içine biber
gazını sıkar, sırtlarından polis copunu eksik etmezsiniz. Böylece siniri, asabı
bozuk, hayatla kurabildiği tek ilişki biçimi şiddet olan vahşi bir sürü meydana
getirirsiniz. Diğer taraftan allah, günah, cehennem, hoca efendi, padişah, kul,
cariye, harem, namaz, dua, halvet diyerek biat kültürünü bünyelere şırınga
eder, yarattığınız canavarın gücünü hizmetinize koşarsınız.
Erbakan’ın 1994 yılında sorduğu soruya cevap verilmiştir. Bu
cevabı halefleri vermiştir. Soruyu hatırlayalım. “Refah Partisi iktidara
gelecek. Adil düzen kurulacak. Geçiş sert mi olacak, yumuşak mı? Kanlı mı
olacak, kansız mı?”.
Bizim sorumuz başkadır: Ayrı bir millet olarak varlığımızı
korumak için Türkiye hükümetlerine ve onlarla işbirliği içinde olan kendi
ÖZZZZZZZZZZZZZZ hükümetlerimize karşı ve onlar tarafından sürdürülen kirli
siyasetin ulaştığı her metrekarede bağımsızlık kavgası verecek miyiz vermeyecek
miyiz?
Tijen Zeybek (Şubat, 2012)