Çokları vardı. Çok
er, çok dişi. Binbir çeşitti dünyanın yemişleri. Yüce dağlar dimdikti. Sarp
kayalıklar ve milyon çeşit yeşilin anasıydı vadiler. Kuşlar vardı, kartallar ve
şahinler ve atmacalar. Görkemli ydi uçan
ejderhalar. Sular kardan ak idi ve yemişten tatlı. İğde, alıç, ,incir, üzüm,
kayısı. Salkım saçak dalındaydı.
Anası yaylem kadın, babası kıvrım
hoca ve kadından önce doğurmuştu asma. Üzüm idi meyvesi ve canından öte idi.
Durgundu hava, kuş cıvıltılarıyla şakıyordu tepeden tırnağa dünya. Dişilerden
biri ki kapkaraydı gözleri, nam salmıştı mertliği. Akan suyla hasbihal ettiği
bilinirdi bir de kuşlara bindiği. Namı ise; Suyun Sesi. Azacık huysuzdu bugün, azacık sancıyordu
göbeği. Hep diri ve engindi kalçaları. Memeleri
fındık gibi iri başlı. Ama bir zamandır başkaydı. Evvelden düz olan
karnı sanki kalçalarıyla yarıştaydı. Bir gümrah mevsimdeki başak gibi memeleri
dolup taşmıştı. Çekildi Taşmaz Dere’nin kenarına. Dayandı durdu koca çınarın
sırtına. Alı aldı, moru mor. Bir sancıyordu ki altı, dünya artık ona dar. Bütün
köy tetikteydi. Ağaçlar eğilmiş, derenin suyu akmayı kesmişti. Bindiği kuşlar
dört dönüyordu başında. Ancak çıt çıkmıyordu, nefes almayı unutmuştu dünya.
Onlarca göz açılmıştı kocaman, nasıl da
büyülenmişti zaman. Seyretti dünya ve ilk kadın doğurdu, bir kadın ilk defa ana
oldu.